20 Ekim 2016 Perşembe

Îman, Hicret, Cihad


“Şüphesiz îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).

İslâm’ın vahiy ile belirlenen bir hareket metodu vardır ve Peygamber lîderliğindeki İslâm toplumu, işte bu metodu tâkip ederek mücâhede-mücâdele etmişler; îmanlarını bu metod ile sağlamlaştırmışlar; her-şeyden vazgeçerek hicret etmişler; bir devlet kurmuşlar; her alanda ve meydanda cihad etmişler ve zafere ulaşarak bir “medeniyet” (uygarlık değil) başlatmışlardır. 1.000 yıl süren bu medeniyet, Dünyâ’da 1.000 yıl süren bir İslâm hâkimiyetiydi. Allah böyle bir süreci tüm zamanların mü’minlerine örnek gösterir ve böyle bir süreç yeniden yaşandığında benzer bir devlet ve medeniyetin yeniden kurulabileceğini söyler ve mü’minlerin böyle bir sürece girmelerini emreder. “Vahye göre hareket edildiğinde” yeniden böyle bir devlet ve medeniyetin vaâdini de verir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Bu süreç kısaca; îman-hicret-cihad sürecidir ve bir devletin kurulması ve İslâm medeniyetinin yeniden başlatılması kısaca bu sürecin tâkip edilmesiyle olacaktır.

Îman

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

Îman; direkt kâlp ile alâkalı. Kâlbe dokunduğunda oluşuveren yada canlanıveren şey. Îman ile birlikte amele-eyleme geçiveren. Hem de her-şeyinden vazgeçecek şekilde. Zâten îmânın diğer adı ameldir. Îman amele dönmediğinde îman değildir. O bir iddiadır sâdece ve isbâtı amele geçmeden yapılamaz. Fakat modernizm, İslâm’ın hareketsiz şeklini sevdiğinden ve amel-eylem tarafından korktuğundan amelsiz bir îman dayatır. “Ilımlı İslâm” denilen şeydir bu. Modern müslümanlar da buna uyarak îmânın sâdece sözle olan şeklini ele alırlar. Müslümanlar bu bağlamda îman hakkında kitaplar yazarlar, “kavram-meâl-tefsir sohbetleri” yaparlar,  vs. yaparlar ama îmanlarında en ufak bir artış olmaz. Zîrâ îmânın bilgisi îman değildir, îmânın bilgisidir sâdece. Îmânın artması yada güçlenmesi için amel-eylem hâlinde olması gerekir. Hattâ kanımca îman en fazla savaş meydanında artar ve kuvvetlenir. Öyle ki, ölüme bile seve-seve koşturur insanı.

Allah’ı akıl değil îman görür. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla görmeye çalışmak, boşa yorulmak demektir. İnsan, aklını, îmânını geliştirmek için kullanınca îmânını arttır ve görür ki her-yerde Allah var, daha doğrusu Allah’ın sanatı var. “Allah’ı görmek” demek, “Allah’ın sanatını görmek” demektir.

Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Îman etmek, îmânın gereğini yapmak demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. Îman, “bedel ödemeye zorlayan şey”dir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında bir sorun var demektir.

Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Çünkü îman, pasif bir kabûlden ibâret değildir. Îman, “riske girmek”tir. Riske giremeyen îmanı, “sorunsuz bir îman” olarak kabûl etmek kolay değildir.

Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir. Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, bir-çok problemi çözme potansiyeline sâhiptir. Bir îman, bin problem çözer. İslâm hatır-gönül dîni değil, îman ve eylem dînidir.

Îman kuru bir laftan ibâret bir şey değildir, olamaz da. Îman, “amel” demektir. Îman etmek “yapmak” demektir. Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur. Zîrâ îman, oturulup durulan yerde yapılıveren bir-şey değildir. “Îman ettim” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispât ister. İşte îman da ispât ister ki îmânın ispâtı en iyi şekilde “meydanda” gösterilebilir. Îmânın en güçlü tasdiği ise “savaş-meydanında” olur. İnfâk da îmânın bir ispâtıdır. Böylece mallarla ve canlarla yapılan ispât, îmânın “zirve göstergesi” olur. İspât edilmeyen sözde îmanlar, kuru bir laftan öteye gitmez. Kur’ân bunu şöyle ifade eder:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).

“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne başvurmadıkça sonra da verdiğin hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir teslîmiyetle râzı olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

Îman, en ufak bir defo-ârıza bile kabûl etmez. Zîrâ îman %100 îmandır.

Hicret

 “Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir” (Nîsâ 100).

Hicret ilk başta zihinlerde ve kâlplerde gerçekleşmelidir. Daha sonra duâ hâline gelmeli ve nihâyetinde de eyleme dönmelidir. Duâ, eylem ile birlikte yapılırsa kabûl olur. Çünkü duâ, kuru bir laftan ibâret değildir. Zîrâ Allah ile konuşulmaktadır. Kâlpler hicrete iknâ olmadığında, duâya da duramaz, eyleme de dönemez. Bu zâten her-şeyde böyledir. Kâlplerin iknâ olmasıdır îman.

İknâ olmuş olan kâlp, artık eyleme dönmek için can atar. Çeşitli amel-eylem yollarına koyulur. İslâm’i eylemin üç ana sac-ayağı vardır. Îman, hicret ve cihad. Kâlbi iknâ olmuş olan kişi eyleme geçerek hicrete başlar. Bu bağlamda hicret bir ibâdettir. Hicret “salt bir eylem”dir zîrâ. Duâ ve ilim de bir ibâdet olsa da, ibâdet eylemle olur. Eylem hâlinde olanlardır ibâdet edenler. Hicret, eylem ile yapılan bir ibâdettir.

İslâm’i takvimin başlangıcı hicrettir. Hicret ile başlar müslümanların takvimi. Ne Peygamberin doğumu, ne vahyin ilk geldiği zaman, ne Medîne’de devletin kurulması, ne de Mekke’nin fethi. Peki neden takvim hicretle başlıyor?. Çünkü büyük bir imtihan verilmiştir. Vazgeçilmiştir. İmtihan başarıyla geçilmiştir. Bu nedenle hicret, takvimin başı olmayı hak etmiştir. İslâm’ın ve hattâ Dünyâ’nın değişme zamânıdır hicret. Zirveye ulaşılma ânı. Bundan sonra artık küçük çıkışlar olsa da inişi daha bol olan bir yola girmenin başlangıcı. Bu nedenle çok önemli.

Îmânı ettin, infâkı yaptın, sıra geldi hicrete, vazgeçişin zirvelerinden biri hattâ zirvesi. Hicrî takvim bir “vazgeçiş takvimi”dir. Anadan, babadan, yardan, çoluk-çocuktan, maldan-mülkten-ticâretten, evlerden-hayvanlardan vs. Allah için vazgeçebilir misiniz?. Bu kavram İslâm’ın ana kavramlarından biridir ama modern zamanlarda en çok unutulan kavramdır. Bu kavramdan bahsedildiğinde bir de kalkıp diyorlar ki; “ne yâni; şimdi Arabistan’a gidip Mekke’den Medîne’ye hicret mi edeceğiz?, ha ha ha!”. Lan …!; sen daha namaz için yatağından hicret edemiyorsun. Oruç için yeme-içmeden hicret edemiyorsun. Sen kim, Mekke’den Medîne’ye hicret etmek kim!. Sen hicret edecek adam mısın ..! Sen hicreti ne zannediyorsun?. Bir gezi programı mı, bir turistik tur mu?. Hicret, îmânın isbâtıdır. İkinci isbâtı. Hicret için ille de bir yerden bir yere gitmek gerekmez. Hicret bir vazgeçiştir. Allah’ın yasaklarından hakkıyla uzak durmak da bir hicrettir. Hicret bir takvâ göstergesidir. Hicret edenler takvâlarını ve dolayısı ile üstünlüklerini göstermiş olurlar:

“Îman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla-canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır” (Tevbe 20). 

Müslümanların perişân hâllerinin sebebi, “Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den çıkamıyorlar. Hicret etmekten korkuyorlar. Hâlbuki insandan başka; hicret etmeyen hiç-bir hayvan ve hattâ varlık yoktur. Hayvanların yaptığını insan daha kolay yapabilmelidir. Zîrâ hicret bir bilinç işidir ve insan bilinçli bir varlıktır. Hicretin sonu Dünyâ’da güzelliklere, âhirette de cennete çıkar:

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları Dünyâ’da güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür” (Nâhl 41). 

Evet; hicret bir kaçış değil, bir göçüştür.

Cihad

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsan edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).

Cihad lûgatta: (“cehd”den) “Düşman ile muhârebe. İlim ve îmanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muhârebe. Din için çalışmak” anlamlarındadır.

Hicret bir vazgeçiştir. Vazgeçişin kemâli olan üç etkenden biri. Maldan vazgeçmek ve candan vazgeçmek de vazgeçmenin diğer kemâl yönleridir. Hicret ile, malından-mülkünden, ana-babasından, yârinden-yurdundan vazgeçmek kolay değildir. Allah için bunlardan vazgeçenler, îmânlarını pratik olarak kanıtlamışlar demektir. Îman ve hicret gerçekleşmiş ve geriye sâdece cihad kalmıştır.

Cihad.. Modern zamanlarda bu kelimeyi söylemek bile neredeyse suç olacak. Bu kelimeyi duyan kişi şöyle bir irkiliyor. Oysa İslâm demek cihad demektir. Kişinin nefsiyle başlayan cihadı; “kâfirlerle, münâfıklarla, zâlimlerle olan cihad”a doğru kademe-kademe gider. Cihadsız İslâm olmaz ve zâten tek hak din olan İslâm’ın diğer adı cihaddır. Bâtıl dinler, cihadları olmadığı için bâtıldırlar. Modernistler ve tâğutlar sürekli olarak bir ülkeye savaş açmaktadırlar. Bakınca görürsünüz ki modern batı ve batı düşüncesine sâhip olan kesimler sürekli olarak birileriyle savaş (cihad değil) hâlindedirler. Buna hiç ara vermiyorlar. Fakat onların savaşları bâtıl merkezlidir ve bâtıl bir hedef içindir. Oysa cihad kutsaldır. İlâhidir. “Allah için”dir. Kula-kulluğu bitirip hakka kulluğu getirmek için yapılır. Zulmü ve zâlimi ber-tarâf edip mazlumu kurtarmak ve mustazafları yeryüzüne hâkim kılmak için (Kasas 5) yapılır.

Sürekli çıkarları için savaşan tâğutlar, müslümanların “hakkı ortaya koymak” için savaşmalarını istemiyorlar ve bunu önlemek için cihad kavramını “öcü” gibi gösteriyorlar. Cihaddan bahsedene kötü-kötü bakılıyor ve “terörist mi lan bu” şüphesiyle yaklaşılıyor. Modern müslümanlar ise cihad için sâdece, biraz da sırıtarak; “nefisle yapılan cihad, yâni mücâdeledir” diyorlar. Cihad, “nefisle cihad”tan başlar ve “kâfirle ve zâlimle cihad”a kadar gider. Hattâ cihad daha çok “zâlimle yapılan cihad”tır ki insan zâlimlerden kurtulup nefsiyle cihad etmeye fırsat bulabilsin. Bu bağlamda, savaştan dönerken “şimdi küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz” sözü uydurma bir sözdür. Zâlimle cihad etmeyi güyâ küçük göstermektir amaçlanan. Bunu söyleyenlerin nefsiyle cihad yapmak hoşlarına bile gider ama zâlimle cihad etmek denilince yüzlerinin rengi atar. Hâlbuki zâlimle cihad kazanılmadan nefisle cihad “mutlak anlamda” kazanılamaz. Lâkin zâlimle cihad etmek için de ilk başta cihadla nefsi epey bi hırpalamak gerekir. Netîcede cihad, İslâm’ın unutturulan temel kavramlarından birisidir ve îmânın isbâtıdır.

Cihad sâdece savaş yâni “kıtâl” demek değildir. Cihad her alanda “gayret ederek yapılan” çabalamadır. Yûsuf el Karadavi:

“Cihad; işsize iş bulmak, aç olanı doyurmak, evsizi ev-sâhibi yapmak ve hastaları tedâvi etmektir” der.

Allah, çeşitli nedenlerle cihad etmemeyi cehennem ile kıyaslıyor ve mü’minleri bu konuda şöyle uyarıyor:

“Allah’ın elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: ‘Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Bir kavrayıp-anlasalardı” (Tevbe81).

Cihad, sağlam bir îman, mücâhede-mücâdele, hicret ve devlet aşamasından sonra olur. Bu aşamalardan geçmeyenler hem cihad edemezler, hem de yaptıkları şey cihad olmaz. Ramazan Yılmaz:

“Hiç-bir peygamber ve onlara îman eden hiç-bir mü’min, devlet aşamasına gelmeden bireysel olarak hareket edip cihad ederek insanlara savaş açarak onları öldürmemiştir” der.

Cihad olmadığında büyük bir “fitne” başlar ve sonunda da acı bir azap bizi kuşatıverir. Çünkü hayat; îman, hicret ve cihaddır:

“Şüphesiz îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).

Fakat, tüm bunlara rağmen çeşitli nedenlerden dolayı yine de şüphede kalınırsa ve cihad yoluna girilmezse, artık “beklemek”ten başka yapılacak bir şey yoktur:

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

Îman-infâk-hicret-cihad-şehâdet.. Sâdece bu kavramlar bile yeter müslümanların perişân ve utanç-verici durumdan kurtulmaları için.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2016





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder