“Şüphesiz
îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar,
Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).
İslâm’ın vahiy ile belirlenen bir hareket metodu
vardır ve Peygamber lîderliğindeki İslâm toplumu, işte bu metodu tâkip ederek
mücâhede-mücâdele etmişler; îmanlarını bu metod ile sağlamlaştırmışlar; her-şeyden
vazgeçerek hicret etmişler; bir devlet kurmuşlar; her alanda ve meydanda cihad
etmişler ve zafere ulaşarak bir “medeniyet” (uygarlık değil) başlatmışlardır.
1.000 yıl süren bu medeniyet, Dünyâ’da 1.000 yıl süren bir İslâm hâkimiyetiydi.
Allah böyle bir süreci tüm zamanların mü’minlerine örnek gösterir ve böyle bir
süreç yeniden yaşandığında benzer bir devlet ve medeniyetin yeniden
kurulabileceğini söyler ve mü’minlerin böyle bir sürece girmelerini emreder. “Vahye
göre hareket edildiğinde” yeniden böyle bir devlet ve medeniyetin vaâdini de verir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
Bu süreç kısaca; îman-hicret-cihad sürecidir ve bir
devletin kurulması ve İslâm medeniyetinin yeniden başlatılması kısaca bu
sürecin tâkip edilmesiyle olacaktır.
Îman
“Îman edip
sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
Îman; direkt kâlp ile alâkalı. Kâlbe dokunduğunda
oluşuveren yada canlanıveren şey. Îman ile birlikte amele-eyleme geçiveren. Hem
de her-şeyinden vazgeçecek şekilde. Zâten îmânın diğer adı ameldir. Îman amele
dönmediğinde îman değildir. O bir iddiadır sâdece ve isbâtı amele geçmeden
yapılamaz. Fakat modernizm, İslâm’ın hareketsiz şeklini sevdiğinden ve amel-eylem
tarafından korktuğundan amelsiz bir îman dayatır. “Ilımlı İslâm” denilen şeydir
bu. Modern müslümanlar da buna uyarak îmânın sâdece sözle olan şeklini ele
alırlar. Müslümanlar bu bağlamda îman hakkında kitaplar yazarlar, “kavram-meâl-tefsir
sohbetleri” yaparlar, vs. yaparlar ama
îmanlarında en ufak bir artış olmaz. Zîrâ îmânın bilgisi îman değildir, îmânın
bilgisidir sâdece. Îmânın artması yada güçlenmesi için amel-eylem hâlinde
olması gerekir. Hattâ kanımca îman en fazla savaş meydanında artar ve
kuvvetlenir. Öyle ki, ölüme bile seve-seve koşturur insanı.
Allah’ı akıl değil îman
görür. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla görmeye çalışmak, boşa yorulmak
demektir. İnsan, aklını, îmânını geliştirmek için kullanınca îmânını arttır ve
görür ki her-yerde Allah var, daha doğrusu Allah’ın sanatı var. “Allah’ı
görmek” demek, “Allah’ın sanatını görmek” demektir.
Îman etmek, “îmâna göre yaşamak”
demektir. Îman etmek, îmânın gereğini yapmak demektir. Neye/kime/nasıl îman
ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. Îman, “bedel ödemeye zorlayan şey”dir.
Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında bir sorun var
demektir.
Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir
dinamiktir. Çünkü îman, pasif bir kabûlden
ibâret değildir. Îman, “riske girmek”tir. Riske giremeyen îmanı,
“sorunsuz bir îman” olarak kabûl etmek kolay değildir.
Îmânın derecesi, Allah
için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek,
“îmânında bir artma var mı?” demektir. Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnanmanın
bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, bir-çok problemi
çözme potansiyeline sâhiptir. Bir îman, bin problem çözer. İslâm hatır-gönül
dîni değil, îman ve eylem dînidir.
Îman kuru bir laftan ibâret bir şey değildir, olamaz
da. Îman, “amel” demektir. Îman etmek “yapmak” demektir. Kur’ân’a îman etmek,
Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur. Zîrâ îman, oturulup durulan
yerde yapılıveren bir-şey değildir. “Îman ettim” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar
ispât ister. İşte îman da ispât ister ki îmânın ispâtı en iyi şekilde “meydanda”
gösterilebilir. Îmânın en güçlü tasdiği ise “savaş-meydanında” olur. İnfâk da
îmânın bir ispâtıdır. Böylece mallarla ve canlarla yapılan ispât, îmânın “zirve
göstergesi” olur. İspât edilmeyen sözde îmanlar, kuru bir laftan öteye gitmez.
Kur’ân bunu şöyle ifade eder:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve
öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın
yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
“Bedeviler,
‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya
teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak
Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar
onlardır” (Hucurât 14-15).
“Hayır, Rabbine andolsun
ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne başvurmadıkça sonra da verdiğin
hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir teslîmiyetle râzı olmadıkça îman
etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
Îman, en ufak bir defo-ârıza bile kabûl etmez. Zîrâ îman
%100 îmandır.
Hicret
“Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde
barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne
hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri
şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir” (Nîsâ 100).
Hicret ilk başta zihinlerde ve kâlplerde
gerçekleşmelidir. Daha sonra duâ hâline gelmeli ve nihâyetinde de eyleme
dönmelidir. Duâ, eylem ile birlikte yapılırsa kabûl olur. Çünkü duâ, kuru bir
laftan ibâret değildir. Zîrâ Allah ile konuşulmaktadır. Kâlpler hicrete iknâ
olmadığında, duâya da duramaz, eyleme de dönemez. Bu zâten her-şeyde böyledir.
Kâlplerin iknâ olmasıdır îman.
İknâ olmuş olan kâlp, artık eyleme dönmek için can
atar. Çeşitli amel-eylem yollarına koyulur. İslâm’i eylemin üç ana sac-ayağı
vardır. Îman, hicret ve cihad. Kâlbi iknâ olmuş olan kişi eyleme geçerek
hicrete başlar. Bu bağlamda hicret bir ibâdettir. Hicret “salt bir eylem”dir
zîrâ. Duâ ve ilim de bir ibâdet olsa da, ibâdet eylemle olur. Eylem hâlinde
olanlardır ibâdet edenler. Hicret, eylem ile yapılan bir ibâdettir.
İslâm’i takvimin başlangıcı hicrettir. Hicret ile
başlar müslümanların takvimi. Ne Peygamberin doğumu, ne vahyin ilk geldiği
zaman, ne Medîne’de devletin kurulması, ne de Mekke’nin fethi. Peki neden
takvim hicretle başlıyor?. Çünkü büyük bir imtihan verilmiştir. Vazgeçilmiştir.
İmtihan başarıyla geçilmiştir. Bu nedenle hicret, takvimin başı olmayı hak
etmiştir. İslâm’ın ve hattâ Dünyâ’nın değişme zamânıdır hicret. Zirveye
ulaşılma ânı. Bundan sonra artık küçük çıkışlar olsa da inişi daha bol olan bir
yola girmenin başlangıcı. Bu nedenle çok önemli.
Îmânı ettin, infâkı yaptın, sıra geldi hicrete,
vazgeçişin zirvelerinden biri hattâ zirvesi. Hicrî takvim bir “vazgeçiş
takvimi”dir. Anadan, babadan, yardan, çoluk-çocuktan,
maldan-mülkten-ticâretten, evlerden-hayvanlardan vs. Allah için vazgeçebilir
misiniz?. Bu kavram İslâm’ın ana kavramlarından biridir ama modern zamanlarda
en çok unutulan kavramdır. Bu kavramdan bahsedildiğinde bir de kalkıp diyorlar
ki; “ne yâni; şimdi Arabistan’a gidip Mekke’den Medîne’ye hicret mi edeceğiz?,
ha ha ha!”. Lan …!; sen daha namaz için yatağından hicret edemiyorsun. Oruç
için yeme-içmeden hicret edemiyorsun. Sen kim, Mekke’den Medîne’ye hicret etmek
kim!. Sen hicret edecek adam mısın ..! Sen hicreti ne zannediyorsun?. Bir gezi
programı mı, bir turistik tur mu?. Hicret, îmânın isbâtıdır. İkinci isbâtı.
Hicret için ille de bir yerden bir yere gitmek gerekmez. Hicret bir
vazgeçiştir. Allah’ın yasaklarından hakkıyla uzak durmak da bir hicrettir. Hicret
bir takvâ göstergesidir. Hicret edenler takvâlarını ve dolayısı ile
üstünlüklerini göstermiş olurlar:
“Îman edip de hicret edenler ve Allah
yolunda mallarıyla-canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında
daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır” (Tevbe 20).
Müslümanların perişân hâllerinin sebebi,
“Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den
çıkamıyorlar. Hicret etmekten korkuyorlar. Hâlbuki insandan başka; hicret
etmeyen hiç-bir hayvan ve hattâ varlık yoktur. Hayvanların yaptığını insan daha
kolay yapabilmelidir. Zîrâ hicret bir bilinç işidir ve insan bilinçli bir
varlıktır. Hicretin sonu Dünyâ’da güzelliklere, âhirette de
cennete çıkar:
“Zulme uğradıktan sonra Allah
yolunda hicret edenlere gelince, onları Dünyâ’da güzel bir şekilde
yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür” (Nâhl 41).
Evet; hicret bir kaçış değil, bir göçüştür.
Cihad
“Bizim
uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah
ihsan edenlerle berâberdir” (Ankebût
69).
Cihad lûgatta: (“cehd”den) “Düşman ile muhârebe. İlim
ve îmanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.)
yolunda muhârebe. Din için çalışmak” anlamlarındadır.
Hicret bir vazgeçiştir. Vazgeçişin kemâli olan üç
etkenden biri. Maldan vazgeçmek ve candan vazgeçmek de vazgeçmenin diğer kemâl
yönleridir. Hicret ile, malından-mülkünden, ana-babasından, yârinden-yurdundan
vazgeçmek kolay değildir. Allah için bunlardan vazgeçenler, îmânlarını pratik
olarak kanıtlamışlar demektir. Îman ve hicret gerçekleşmiş ve geriye sâdece
cihad kalmıştır.
Cihad.. Modern zamanlarda bu kelimeyi söylemek bile
neredeyse suç olacak. Bu kelimeyi duyan kişi şöyle bir irkiliyor. Oysa İslâm
demek cihad demektir. Kişinin nefsiyle başlayan cihadı; “kâfirlerle,
münâfıklarla, zâlimlerle olan cihad”a doğru kademe-kademe gider. Cihadsız İslâm
olmaz ve zâten tek hak din olan İslâm’ın diğer adı cihaddır. Bâtıl dinler,
cihadları olmadığı için bâtıldırlar. Modernistler ve tâğutlar sürekli olarak
bir ülkeye savaş açmaktadırlar. Bakınca görürsünüz ki modern batı ve batı
düşüncesine sâhip olan kesimler sürekli olarak birileriyle savaş (cihad değil)
hâlindedirler. Buna hiç ara vermiyorlar. Fakat onların savaşları bâtıl
merkezlidir ve bâtıl bir hedef içindir. Oysa cihad kutsaldır. İlâhidir. “Allah
için”dir. Kula-kulluğu bitirip hakka kulluğu getirmek için yapılır. Zulmü ve zâlimi
ber-tarâf edip mazlumu kurtarmak ve mustazafları yeryüzüne hâkim kılmak için
(Kasas 5) yapılır.
Sürekli çıkarları için savaşan tâğutlar,
müslümanların “hakkı ortaya koymak” için savaşmalarını istemiyorlar ve bunu
önlemek için cihad kavramını “öcü” gibi gösteriyorlar. Cihaddan bahsedene
kötü-kötü bakılıyor ve “terörist mi lan bu” şüphesiyle yaklaşılıyor. Modern
müslümanlar ise cihad için sâdece, biraz da sırıtarak; “nefisle yapılan cihad,
yâni mücâdeledir” diyorlar. Cihad, “nefisle cihad”tan başlar ve “kâfirle ve
zâlimle cihad”a kadar gider. Hattâ cihad daha çok “zâlimle yapılan cihad”tır ki
insan zâlimlerden kurtulup nefsiyle cihad etmeye fırsat bulabilsin. Bu
bağlamda, savaştan dönerken “şimdi küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz” sözü
uydurma bir sözdür. Zâlimle cihad etmeyi güyâ küçük göstermektir amaçlanan.
Bunu söyleyenlerin nefsiyle cihad yapmak hoşlarına bile gider ama zâlimle cihad
etmek denilince yüzlerinin rengi atar. Hâlbuki zâlimle cihad kazanılmadan
nefisle cihad “mutlak anlamda” kazanılamaz. Lâkin zâlimle cihad etmek için de
ilk başta cihadla nefsi epey bi hırpalamak gerekir. Netîcede cihad, İslâm’ın
unutturulan temel kavramlarından birisidir ve îmânın isbâtıdır.
Cihad sâdece savaş yâni “kıtâl” demek değildir. Cihad
her alanda “gayret ederek yapılan” çabalamadır. Yûsuf el Karadavi:
“Cihad; işsize iş bulmak, aç olanı doyurmak, evsizi ev-sâhibi yapmak ve
hastaları tedâvi etmektir” der.
Allah, çeşitli nedenlerle cihad etmemeyi cehennem ile
kıyaslıyor ve mü’minleri bu konuda şöyle uyarıyor:
“Allah’ın
elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler
ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: ‘Bu
sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha
şiddetlidir.’ Bir kavrayıp-anlasalardı” (Tevbe81).
Cihad, sağlam bir îman, mücâhede-mücâdele, hicret ve
devlet aşamasından sonra olur. Bu aşamalardan geçmeyenler hem cihad edemezler,
hem de yaptıkları şey cihad olmaz. Ramazan Yılmaz:
“Hiç-bir peygamber ve onlara îman eden hiç-bir mü’min, devlet aşamasına
gelmeden bireysel olarak hareket edip cihad ederek insanlara savaş açarak
onları öldürmemiştir” der.
Cihad olmadığında büyük bir “fitne” başlar ve sonunda
da acı bir azap bizi kuşatıverir. Çünkü hayat; îman, hicret ve cihaddır:
“Şüphesiz îman
edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar,
Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).
Fakat, tüm bunlara rağmen çeşitli nedenlerden dolayı
yine de şüphede kalınırsa ve cihad yoluna girilmezse, artık “beklemek”ten başka
yapılacak bir şey yoktur:
“De ki:
‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz,
kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza
giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad
etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar
bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).
Îman-infâk-hicret-cihad-şehâdet.. Sâdece bu kavramlar
bile yeter müslümanların perişân ve utanç-verici durumdan kurtulmaları için.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder