“De ki: ‘Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?.
“Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte
güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf
103-104).
Târih-boyunca, son ikiyüz yılda olduğu gibi bir dönem
yaşanmamıştır. İnsanlar dünyâ-çapında ilk-defâ “dînin geçerli olmadığı” bir
dünyâ-görüşü, düşünüşü, davranışı ve eyleminde bulunmaktadırlar. Bu durum 2.
dünyâ-savaşından sonra çok belirginleşti ama özellikle tek-kutuplu bir dünyânın
oluşması ile birlikte 90’lı yıllar bu seküler sistemi ayyuka çıkardı. Artık -sâdece
ilkel? kavimler hâriç- hemen-hemen tüm insanlar -ki buna maalesef müslümanlar
da dâhil-, bu sistemi ilk-başta zoraki kabûl etmek zorunda kalsalar da, zamanla
sevmeye ve hattâ ona meftûn olmaya başladılar ve oldular. Öyle ki, atalarına
zorla dayatılan ve kabûl ettirilen bu sistemi, müslümanlar da dâhil tüm
insanlar ölümü pahasına savunacak hâle geldiler ve savunuyorlar da. Artık bu
şeytâni-tâğûti sisteme göre düşünüyorlar, inanıyorlar, konuşuyorlar,
davranıyorlar ve hayatlarını her alanda bu siteme göre düzenliyorlar. Herhangi
bir eleştiri, sorgulama, îtirâz ve isyân yok. Sistem ne derse kabûlleri olmuş.
Üstelik bu sistemin, Allah’ın da bu sistemden râzı olduğu ve zâten O’nun da Dünyâ’da
oluşmasını istediği insan-tipinin ve Dünyâ’nın îmar-şeklinin tam da mevcut
sistemin getirdiği gibi olduğuna inanıyorlar. Oysa sistemin bir-çok -ki bence
tamâmı- sorunları var ama çok ilginç ki, sistemden kaynaklanan bu sorunların çözümünün
“sisteme daha fazla sâhip çıkmakla” hâlledilebileceğini zannediyorlar ve
söylüyorlar. Sisteme daha fazla inanılıp bağlanılırsa sistemden kaynaklanan
sorunlar çözülecekmiş. Meselâ demokrasiden kaynaklanan sorunların “daha fazla
demokrasi” ile giderilebileceğini zanneden iğdiş edilmiş beyinlere sâhip insanların
olduğu bir dünyâda yaşıyoruz. Oysa demokrasiye yâni sisteme ne kadar çok sâhip
çıkılırsa, o derece bir kölelik kabûl edilmiş olur. Bu demokratik sistemin ne
zaman bir problemi-sorunu çözdüğünü gördünüz ki?. Ben söyleyeyim. Hiç-bir
zaman. Tam tersine; sürekli yeni sorunlar doğmaktadır.
Sistem, “doğal olmayan” sorunlar ürettiği için,
ortaya çıkan sorunlar giderilemiyor. Çünkü o sorunlar doğal değil ve bu nedenle
giderilemiyor. Zâten insanlar daha önceden bu tarz sorunlarla karşılamadıklarından
bu sorunlara karşı bir bağışıklıları da yok. Böylece yeni hastalıklar için
tavsiye edilen ilaçlar-çâreler de bir-çok yan-etkiler yapıyor ve yeni sorunlar çıkarıyor
ortaya. Sistemden kaynaklanan sorunları bizzat sistemin kendisi çözebilseydi
eğer, zâten ortada bir sorun kalmazdı. “Daha fazla sisteme bağlılık” düşüncesi
zırvalıktan başka bir şey değildir. Amaç ve hedef, insanların nefislerinin de
onayladığı hayvâni yaşamı sürdürebilmek. Dünyâ’yı ıskalamamak.
Eğer sisteme bir îtirâz olacaksa, sistem-dışı bir
îtirâz olmalıdır. Çünkü tüm ideolojiler zâten şeytan/tâğut-merkezli ideolojiler
olduğundan, sistem-içi ideolojilerdir. Meselâ çok aykırıymış gibi dursa da,
ikisi de materyâlist, ikisi de lâik-seküler, ikisi de Dünyâ’ya
kilitlendiğinden, onu ilahlaştırdığından ve çıkar-merkezli olduğundan dolayı,
kapitâlizm ve komünizm ideolojileri “sistem-içi” ideolojilerdir. Bu sistemi
alt-edebilecek tek güç olan İslâm, onların ikisinin de ortak düşmanıdır. Bu
nedenle kapitâlistler tarafından İslâm’a verilen bir zarar için komünizm, sosyâlizm
ve faşizm yanlıları sevinirler-sevinmişlerdir. Küfür tek bir millettir çünkü. Seyyid
Kutub:
“Dünyâ’da iki sistem vardır. Bunlardan birincisi “İslâm”; ikincisi de; demokrasi,
sosyalizm, komünizm vb. tüm beşer aklının ortaya koyduğu sistemlerdir ki,
bunların hepsi de câhili sistemlerdir” der.
Tabi ki de bu sisteme mensup olanlar ve sistemi
destekleyenler çok doğru bir yolda gittiğini zannetmektedirler. Modern sistemin
en doğru ve en iyi bir sistem olduğunu bir ön-kabûl ile kabûl etmiş olanların
ondan bir şüpheye düşmeleri mümkün değildir. Oysa hemen-hemen her-şey doğal ve
fıtri özelliğinden çıkarılmış, tepe-taklak edilmiş ve altı üstüne getirilmiştir.
Fakat sistemin tüm bu yaptıkları, “nefse uygun” olduğu için bir îtirâzla, hattâ
yarım-ağızla yapılan bir eleştiriyle bile karşılaşmıyor. Alan memnun, veren
memnun.
İnsanların doğumundan ölümüne kadar her-şey sisteme
göre yeniden düzenlenmiş(!), ters-yüz edilmiş olduğu hâlde, insanlar yine de
memnun ve bu sisteme dâhil olanlar en doğru yolda gittiğini zannetmeye devâm
ediyorlar. Yeme-içme, giyim-kuşam, konuşma, davranış, iş-aş-eş, araç-gereç,
yatma-kalkma zamânı, düşünce, fikir, okuma-yazma, konuşma, siyâset, târih, tıp,
vs. vs. maddî-mânevi her alanda sistem doğrultusunda gidiliyor ve bu yolun en
doğru yol olduğunu zannedenler yada kabûl edenler, kendilerinin de bu sisteme
uyarak en doğru yolda gittiğini zannediyorlar. Artık uygarlığın (medeniyet değil)
zirve yaptığını ve bundan daha ilerisi olmadığını düşünüyorlar-söylüyorlar ve
âdetâ bir “altın çağ” yaşandığı zehabına kapılanlar ve buna inananlar var. Zamânında
birileri “târihin sonu”nu yazmıştı. Bu, bir gerçeği ifâde etmekten çok bir temenniyi
gösterir. Îran Devrimi’nde ödleri patlayan bâzı batı’lıların paranoyalarıdır
bu.
Târih-boyunca insanlar kendi çağlarını iki şekilde
düşünmüşlerdir. Bir-kısmı Dünyâ’nın sonunun geldiğini düşünürlerken, diğer
kısım, insanlığın medeniyetin zirvesine ulaştığını düşünmüştür hep. Bu iki farklı
zannın nedeni, insanların her zaman iki ana-kısma ayrılmış olmasındandır. Bu
iki kesimim bâzen bir tarafı, bâzen de diğer tarafı çoğunluğu elinde tutmuştur.
İmtihan ve sünnetullah gereği genelde “tek-dünyâlı” olan kesim, -insan Dünyâ’ya
göbeğinden-nefsinden bağlı olduğundan-, ipleri daha fazla süre ellerinde
tutmuşlardır. Bu bakımdan onların dedikleri doğru ve iyi görülmüştür daha çok.
Zâten insan zora gelemediği, sevmediği, hattâ modern dönemde olduğu gibi zordan
nefret ettiğinden, en kolay yol olan nefis-merkezli sistemlere bağlanmıştır.
Nefse göre yaşamak en kolay olanıdır çünkü. Yersiniz, içersiniz ve.. diğer
ikisi. Yâni hayvanca bir yaşam. Fakat insanın bir “farkı” vardır ve insan
nefis-merkezli değil, akıl/rûh-merkezli yaşamak üzere programlanmış ve bu
doğrultuda yaşamak için yaratılmıştır. O hâlde ortada bir karşıtlık vardır.
Zîrâ nefis ve kâlp yada madde ve mânâ aynı şey değildir ve nefis-merkezlilik,
nefis/madde-merkezli olarak tek-boyutlu ve dünyâlı iken; kâlp-merkezlilik,
madde ve mânâ olarak iki boyutlu ve Dünyâ-âhiret olarak da “iki dünyâlı”dır.
Böyle bir fark varsa, o hâlde farklı bir dünyâ, farklı bir düşünce, tavır,
yaşayış bir yol, bir sistem de olması gerekir. Tabî ki de vardır ve bu
sistem “İslâm sistemi”dir. Dünyâ ancak İslâm-merkezli olarak cennetin bir
şûbesi (kendisi değil) yapılabilir ve gerçek medeniyete ve sonuçta adâlete ve
huzûra ulaşılabilir. İnsan Dünyâ’da, ancak İslâm-sistemi ile yaratılış amacına
uygun olarak bulunabilir ve yaşayabilir. Ancak İslâm-merkezli olunca dosdoğru
bir yolda yürüyebilir ve bu yolun doğruluğundan aklı ve kâlbiyle emin olabilir.
İşin en güzel tarafı, ancak İslâm-sistemi ile yaşadıktan sonra, ölüm sonrası
ebedî cennet yaşamına kavuşabilir.
Allah’ın vaadi haktır. Şeytan ise bir aldanıştan
başkasını vaâd etmez:
“Haberin
olsun, göktekilerin ve yerdekilerin tümü gerçekten Allah’ındır. Haberin olsun;
şüphesiz Allah’ın vaâdi haktır; ancak onların çoğu bilmezler” (Yûnus 55).
“(Şeytan)
Onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan,
onlara bir aldanıştan başka bir şey vaâd etmez” (Nîsâ 120).
“Kim Rahmânın
zikrini (sistemini) görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla
bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar),
onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidâyette
olduklarını sanırlar” (Zuhrûf
36-37).
İslâm yâni vahiy/sünnet-merkezli olmayan tüm
sistemler-yollar, isterse “İslâm görünümlü” olsun, yanlış ve hattâ sapık bir
yoldadırlar. Bu bağlamda; vahiy/sünnet-merkezli hareket etmeyen ve -İslâmî
olduğu zannedilen- bâtıl yolda gidenler de “doğru yolda gittiğini zanneden
ahmaklar”dır. İslâm’a yâni vahiy/sünnet-merkezli yola uymayıp da, güyâ İslâm’ı
tâkip ettiğini zanneden tüm mezhep-târikat-tasavvuf, cemaat, grup-hizip, parti,
dernek-vakıf ve ideolojiler de, doğru yolda gittiğini zannedenlerdir ve aslında
bunlar, pasifliklerinden dolayı ya bu şeytâni sisteme alan açmakta, yada
şeytâni sistemlerin temsilciliğini yapmaktadırlar. Şu âyetler, kendilerinin
doğru yolda olduğunu zannedenlere ama özellikle de müslümanlara çok net ve
apaçık bir uyarıdır:
“De ki:
‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber
vereyim mi?. ’’Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken,
kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).
“Onların
tümünü Allah’ın dirilteceği gün, sizlere yemin ettikleri gibi O’na da yemin edeceklerdir
ve kendilerinin bir-şey üzerine olduklarını sanacaklardır. Dikkat edin;
gerçekten onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir. Şeytan onları
sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte
onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrâna
uğrayanların ta kendileridir” (Mücâdele
18-19).
Modern seküler sistemin hemen-hemen hiç-bir şeyi iyi,
doğru ve uygun değildir. İnsanları yakın-uzak vâdede mutlu etmesi mümkün
olmadığı gibi sâdece küçük bir azınlığı mutlu eder ki, onlar zâten önceden de
görece mutluydular. Zâten bu sistemi kuranlar da onlar ve atalarıdır. Günümüzde
görüldüğü üzere insanların çok büyük çoğunluğu mutlu değildir ve hattâ zulüm
altındadır. Zîrâ açlıktan-susuzluktan ölenlerin olduğu bir dünyâda yaşıyoruz ki
bu ölümler “doğal olmayan nedenlerden dolayı” yaşanmaktadır. Çünkü biri yerken
diğeri bakmaktadır. Bu durum kıyâmeti celb-eder. Modern sistemin insanlara
taktığı at-gözlüğünü bir isyânla çıkarıp at(a)mayanlar, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlini
göremedikleri için doğru yolda gittiklerini zannediyorlar. Hâlbuki bu sistemin
derin acısını her yönden yaşayan mazlumlar feryât edip durmaktadır:
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve
öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın
yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek
yakındır” (Bakara 214).
Evet; müslümanlar ve de tüm insanlar, gidilen yolun
meğerse ne kadar da yamuk bir yol olduğunu anladıkları zaman Allah insanlara
yardımını ulaştıracaktır. O hâlde gidilen yolun doğru olduğunu zannedenlerin
başlarından at-gözlüklerini çıkarmaları şarttır. Unutulmasın ki Peygamberimiz
Hz. Muhammed’i sık-sık Hira Mağarası’na çıkarıp düşündürten şey, şeytâni
sistemin yürürlükte olması ve insanların büyük çoğunluğunun, uydukları bu yolun
doğru bir yol olduğunu zannetmesiydi. Bu yolun sapık bir yol olduğunu sâdece
bir-kaç kişi görebiliyordu ama bundan canı yanan tek kişi, “el emin” diye
anılan, âlemlere rahmet Peygamberimizdi.
Bu yamuk yol, kişiyi “mutlu son”a ulaştırmaz ve
tam-aksine bu yamuk yolun sonu cehenneme çıkar. Bu nedenle hiç kimse Firavun
gibi yaşayıp da Mûsâ gibi bir âkıbet beklemesin.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder