“(Mûsâ:) ‘Siz atın’ dedi. (Asâlarını) atıverince, insanların
gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir
sihir getirmiş oldular” (A’raf 116).
“İnkâr edenler, zikri (Kur’ân’ı) işittikleri zaman,
seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. ‘O, gerçekten bir delidir’ diyorlar” (Kalem 51).
Büyü
Büyü: “Tabiat kânunlarına aykırı
sonuçlar elde etmek iddiâsında olanların başvurdukları gizli işlem ve davranışlara
verilen genel ad. Efsun, sihir, füsun, (Mecâzi), karşı durulmaz güçlü etki” (TDK).
Türklerin büyüye olan
bağlılığının arkasında, hâlen izlerini gördüğümüz, eski dinleri-inanışları ve
büyük-ölçüde bir büyü-sihir dîni olan Şamanizm vardır.
Târih boyunca insanların
çekindikleri ve korktukları şeylerden biri de “büyü”dür. Peki ama büyü nedir?. Aslında
büyü, “büyülenmek” demektir. İnsanları büyüleyen her-şey “büyü”dür. Bu
bağlamda varlığın tamâmı büyü için araç olarak kullanılabilir. Fakat “sözde
etkiyi” gösteren şey aslında o şeyin bizzat kendisi değildir. Çünkü büyü için
kullanılan o şey sâdece bir nesnedir. Bir gücü de yoktur. Sâdece yaratılıştan
gelen bir enerjisi, şekli, kokusu vs. vardır. Nesnelerin kimyâsal anlamda bir
zehir yada radyasyon gibi etkilerinden başka olumsuz hiç-bir güçleri ve etkileri
yoktur.
Büyü pagan bir eylemdir.
Zîrâ büyüde kullanılan nesnelerin bir etkisinin, gücünün ve rûhunun olduğu
inanışı vardır büyücülükte. Büyü yapmada kullanılan “şunun kökü, bunun sapı, diğerinin
kuyruğu, tozu, suyu, tüyü” vs. tüm malzemeler aslında basit birer eşyâ olmasına
rağmen bu malzemelerin bilinmedik gizli bri gücü olduğu vehmedilir ve bir büyü
aracılığı ile bir etki oluşturabileceğine inanılır. Bildiğimiz-gördüğümüz
şeyler büyü malzemesi olarak kullanıldığı için sanki tılsımlı gibi düşünülür.
Aslında hiç-bir gizli ve etkileri ve tılsımları falan yoktur. Allah onları
nasıl yarattıysa öyledirler. Bu malzemeler bırakın başkasına etki etmeyi yada
zarar-yarar vermeyi, kendilerine bile yararları-zararları olmaz.Tabi bâzı
şeylerin gizli değil ama açık etkileri vardır. Uranyum, radyum gibi
elementlerde olduğu gibi. Fakat bunların etkileri zâten açıktır ve kişiye özel
olmaz.
Meselâ büyüde en çok
kullanılan “domuz-yağı”, haram kılınmaktan başka bir özelliği olmayan sâdece
bir yağ çeşididir aslında. Birisi kapısına domuz-yağı sürüldüğünü gördüğünde,
“eyvah bana büyü yapılmış” düşüncesiyle büyüleniyor. Zâten böyle düşünmesi ve
endişelenmesi onu etkiliyor. Yoksa domuz-yağı sâdece bir yağdır ve haram
olmasından başka “kuyruk-yağı” yada “tere-yağı” gibi yağlardan bir farkı
yoktur. O yağın “domuz-yağı” olması ve kapıya-bacaya vs. sürülmüş olması ve de böyle
bir şeyin “büyü” olduğunu bilmesi kişiyi etkiler ve sinirlendirir,
psikolojisini bozar ve derin düşüncelere sevk-eder. İşte kişi o zaman
büyülenmiş olur. Hele ki bir de sevmediği yada düşmanı olan biri varsa.. tamam,
“o kesin olarak büyüdür” düşüncesi kişiye hâkim olur ve onu hasta edip yatağa
bile düşürür ve belki de kafayı yemesine neden olur. Hâlbuki o etki,
“kapıya-bacaya” sürülmüş olan domuz-yağının etkisi değildir. O etki, kişinin,
ön-bilgi olarak büyünün ne olduğunu bilmesi ve büyünün etki edeceğine olan inancıdır.
Bu şekilde inşâ olan bilinç-altı ve nefsi, ona hemen fısıldamaya başlar:
Eyvah!.. Aslında ortada gerçekten etkileyici olan bir şey olmadığından,
korkulacak bir şey de yoktur. Büyünün en büyük panzehiri, yapılan büyüyü “takmamak”tır.
Dolayısı ile büyü psikolojik bir şeydir ve büyü için kullanılan araçların
hiç-birinde kişiyi etkileyecek bir güç yoktur. O şeye istenildiği kadar
okunsun-üflensin. Etkilenme, kişinin o şeylerin mutlakâ etkisi olacağına olan
inancından kaynaklanan psikolojik etkidir. Büyü için araç olarak kullanılan o
şeyin ne olduğunu bilmese yapılan büyüden bir etkilenme olmayacaktır. Zâten
büyü, delilere ve çocuklara işlemez. Onlara büyü tutmaz. Zîrâ deliler ve
çocuklar büyü için kullanılan araçların ne olduklarını bilmediklerinden
büyülenmezler. İşin günah olan tarafı ise, insanları boş şeylere meylettirmek
ve zihinlerini bunlarla meşgûl etmektir. Kişi, “büyü”yü kabûl ettiği anda
büyü ve büyülenme gerçekleşir.
“Ve onlar tutup Süleyman’ın yöntemi sırasında (o
dönemin) şeytanlarının uydurduğu yalan ve desîselerin peşine takıldılar. Oysa
ki Süleyman küfre sapıp nankörlük yapmadı, aksine o(na düzen kuran) şeytanlar
küfre sapıp nankörlük yaptılar: insanlara sihri öğrettiler. Yine (Medîne
Yahudileri) Bâbil’li iki güç-sâhibine; Hârut ve Mârut’a verileni izlediklerini
(iddiâ ettiler). Oysa o ikisi: ‘Baksanıza!, biz (Bâbil esâretiyle) sınanmaktayız,
sakın küfre sapma(yın)!”, demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat
(Bâbil’deki düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasını açacak şeyler
öğreniyorlardı. Ne var ki o (Bâbil’li düzenbazlar), Allah’ın izni olmadan hiç
kimseye zarar veremezlerdi; ama yine de zarar verip yarar sağlamayan şeyler
öğreniyorlardı. Doğrusu onlar, bu türden bir alış-verişe giren kimsenin âhirette
eli boş kalacağını çok iyi biliyorlardı. Kişiliklerini sattıkları şey ne fenâdır;
keşke bunu olsun bilebilselerdi” (Bakara
102).
Büyü yâni sihir, âyetin
söylediği gibi şeytandandır. Şeytanın bir vesvesesidir. İnsanların şeytandan
yada şeytanın uşaklarından öğrendikleri şey, “insanlara nasıl vesvese verildiği”dir.
Büyü; vesvesedir, vehimdir, kuruntudur yâni. Büyü, bir şeyi araç olarak
kullanarak, onunla karşıdaki kişide sûni bir etki meydana getirmektir.
Tanıdığım biri şöyle bir şey
anlatmıştı: “Kapımıza domuz-yağı sürdüler. O günden sonra eşimle anlaşamamaya
başladık ve bir zaman sonra büyük tartışmalar bile çıktı. Neredeyse boşanma
aşamasına geldik”. Bu durumu domuz-yağı ile yapılan büyüye bağlamışlardı.
Hâlbuki işin gerçeği şu idi: Babası onu, sevdiği kişiye vermediği için, o da
sevdiği kişiye kaçmıştı. Tabi artık babası ile küsmek zorunda kalmışlardı.
Fakat babası bu durumu içine sindiremeyince, bir akrabâsına, kızının yaşadığı
evin kapısına domuz-yağı sürdürerek büyü yapmıştı. Onlar da o yağı görünce
kendilerine büyü yapıldığını hemen anlamışlar ve tabi büyüyü kimin yaptığını
hemen çözmüşlerdi. Bu durum evde huzursuzluk çıkararak tartışmaya sebep oldu ve
mesele büyüdü gitti. Fakat aslında etki eden şey domuz-yağı değildi. Zâten
gergin olan kayınpeder tarafı ile olan gerginliğin artması ve bu durumun,
onları sinirlendirmesi ve aşırı bir şekilde kızdırmasıydı. Kızdıkları şey,
karşı tarafın kendileriyle uğraşmasıydı. Çünkü karşı taraf onları rahat
bırakmıyordu. Yâni büyü zannedilen şey, iki taraf arasındaki düşmanlık ve
küslük idi. Domuz-yağı o düşmanlığı körükleyen bir etkendi sâdece. Fakat o
etkiyi yapan “domuz-yağı”nın bizzat kendisi değildi. Herhangi bir margarin de
sürülse yine aynı etki olacak ve tartışma çıkacaktı zâten. Hattâ birinden bir
söz duymaları bile aynı etkiyi yapardı. Demek ki büyü denilen şey aslında bir
fitnedir.
Büyü denilen şey,
büyülenmedir. İnsanı büyüleyen her-şey büyüdür. İnsanların o şeyden rahatsız
olup-olmayacakları, büyü nesnesi olan o şeyin kendilerini olumsuz
etkileyip-etkilemeyeceğine bağlıdır. İnsan kendisini rahatsız etmeyen
büyülenmelerden olumsuz etkilenmez. O hâlde büyü, “bir şeyden olumsuz etkilenme”
demektir:
“Mutlakâ: ‘Gözlerimiz döndürüldü, belki büyülenmiş
bir topluluğuz’ diyeceklerdir” (Hicr
15).
Uykunun da bir büyüsü
vardır. Suhr=seher=sihir; hepsi birbirleri ile alâkalıdır.
İftirâ atmak da büyü yapmak
yada büyülemektir. Kişiye yada bir topluma karşı bir düzen, bir komplo kurmak,
o kişiyi yada toplumu büyülemektir. Kitle-iletişim araçları ile topluma çok
kolay büyü yapılabilmekte ve toplum büyülenebilmektedir. Modern büyü, özellikle
televizyon ve diğer iletişim araçları ile toplumu büyüleyip yanlış
yönlendirebilir. Meselâ; birilerini F-16’larla bombalayıp öldürünce onu; “demokrasi
getirmek/silah gücü/savunma hakkı” vs. olarak kabûl ettirirlerken; zulme
uğramış bir kişinin kendisini (mecbûren) canlı bomba yapıp patlattığında ve
karşı taraftan birilerini öldürdüğünde “terör”-“terörist” olarak kabûl
ettirebilirler. Ve kendisine “müslüman” diyenlerin büyük çoğunluğu bile buna
inanır ve kabûl eder. İşte medya-teknoloji büyüsü budur. Bu oyuna ancak
câhiller inanır ve katılır.
Modernizm, insanın ve
kâinâtın pozitif büyüsünü bozdu ve onu negatif büyü ile
büyüledi-büyülemektedir.
Târih boyunca insanlar
çeşitli ifâdelerle söylenegelen sözlerle büyülenmiş, kandırılmış ve
sömürülmüştür. Günümüzde de bu büyü, “demokrasi” sözü ile yapılmakta ve insanlar
yine demokrasi büyüsü ile büyülenmekte, kandırılmakta ve sömürülmektedir. Bu
büyüyü yapanlar, kendi büyülerini saklamak için, apaçık belgeler ve âyetler
olan ve “bir sihir=büyü olmayan” vahyi, sihir=büyü olarak göstermişlerdir,
göstermektedirler:
“Onlara açık belgeler olarak âyetlerimiz okunduğu
zaman, o inkâr edenler, kendilerine gelmiş olan hak için dediler ki: ‘Bu,
apaçık bir büyüdür” (Ahkâf 7).
Bunu yapmalarının nedeni,
kendi sistemlerinin-dinlerinin devâm etmesini sağlamak ve hak dîni blôke etmektir.
Bunu, elçilere iftirâ atarak onları sihirbaz=büyücü gibi göstererek yaparlar:
“Dediler ki: ‘Bunlar her hâlde iki sihirbazdır, sizi
sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu
(dîninizi) yok etmek istiyorlar” (Tâ-hâ
63).
Mûcize büyü değildir.
Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile ortaya koyduğu olağan-üstü şeylerdir. Biz
mûcizenin mâhiyetini mutlak anlamda idrâk edemeyiz. Fakat mûcizelerin
sihir=büyü olmadığını anlayabilecek kapasitede olanlar hemen îman ederler.
Çünkü onlar illüzyon ile mûcize arasındaki farkı ânında anlarlar:
“Sağ
elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları
yalnızca bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun
üzerine büyücüler secdeye kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik’
dediler” (Tâ-hâ 69-70 ).
Kitleleri büyüleyenler,
onları aşağılayarak ve kendilerini büyük, halkı ise küçük görerek ve göstererek
büyülüyorlar. Halk bir-zaman sonra bu durumu kabûl edip inanmaya başlıyor.
Çünkü kendisi ile tâbi oldukları kişileri kıyaslayınca aradaki aşırı farkı
görüyorlar ve büyüleniyorlar:
“Böylelikle Firavun kendi kavmini küçümsedi, onlar da
ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).
Kur’ân bir büyü=sihir
değildir. Peygamberimiz de bir büyücü ve sihirbaz değildir. Büyünün ve sihrin
gücü, Peygamberimiz gösterdiği “örnekliği” göstermeye yetmeyeceği gibi; vahiy
de sihrin=büyünün çok ötesinde bir olaydır.
Büyüyü, daha doğrusu
büyülenmeyi bozmanın en etkili yolu, “felak” ve “nas” sûreleridir. Hattâ bu
sûreler büyüye karşı koruyucudurlar.
Velhâsıl kelam; büyü diye
bir şey yoktur. Büyü, insanın, kendisine yapılan bir fitneyi-vesveseyi kabûl
edip onun etkisi altına girmesidir. Bu etki sebebiyle de sorunlar
yaşamasıdır.
Nazar
Nazar: “Bakış, bakma, göz
atma. Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara, özellikle çocuklara,
evcil hayvanlara, eve, mala-mülke, hattâ cansız nesnelere de zarar veren,
bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç” (TDK).
“İnkâr edenler, zikri (Kur’ân’ı) işittikleri zaman,
seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. ‘O, gerçekten bir delidir’ diyorlar” (Kalem 51).
Nazarın yâni bakmanın da
aslında direkt olarak bir etkisi yoktur,
olamaz. Çünkü göz, görmeye yarayan bir organcıktır sâdece ve onun gerçek bir
etkisi yoktur. Tabî ki çok güzel gözler vardır ve güzellik anlamında
etkileyicidir. Nazarın etki etmesi, iki kişi arasında gerçekleşen
olumsuz-çirkin bakışmadan kaynaklanan negatif elektriklenmeden kaynaklanır.
Kişinin irrite olmasıdır. Ortam bir-anda negatif elektrikle dolar ve hassas
insanlar bu negatif elektrikten hemen etkilenebilirler. Bu negatif elektrik, insanın
vücut elektriğine etki ederek akışını bozar ve kişi bu nedenle rahatsız olur. Uyku
hâli, odaklanamama gibi sorunlar baş gösterir. Bunlar aslında biraz da, karşıdaki
kişinin pis-pis bakışından kaynaklanan sinirden ve gıcık olmaktan dolayıdır.
Aynı kişi aynı gözlerle ona gözlerinin içi gülerek baksaydı böyle bir sorun
olmayacaktı. Demek ki nazar, göz ile değil, bakışın vermiş ve söylemiş olduğu sözlerin
psikolojik-mânevi etkisi ile ilgili bir durumdur.
Bir-keresinde bir ortamda
vahye tam aykırı bir konu (tasavvuf) hakkında konuşma yapan birine pis-pis
bakınca, adam çok rahatsız olmuş ve ben oradan gidince, birlikte oraya gittiğim
arkadaşıma; “kimdi o ya!, ne biçim bakıyor öyle; söyle ona da bir daha gelmesin
buraya” demiş. Çünkü ben gözlerimle konuşmuş ve ona “yalancı şerefsiz”
demiştim. Gözlerin birbiriyle konuşmasıdır nazar. Her zaman da kötü bir diyalog
olmaz tabi. Bâzen de bir sevgi oluşturur ve bir âilenin doğmasına neden olur. “Gözler
kâlbin aynası” olduğundan, aslında nazar, kâlpten geçenlerin göz yoluyla karşı
tarafa iletilmesidir.
Nazara karşı takılan nazar-boncuğunun
gerçek bir gücü yoktur. Onun etkisi sâdece, karşıdaki kişinin size değil de,
nazar boncuğunun dikkat çekici renklerinden dolayı gözün ona kaymasıyla, olumsuz
olacak bir bakışın sizin üstünüzden sekmesine neden olmasıyla olur. Tabi bu
ille de nazar-boncuğu ile olacak diye bir şey yoktur. Kralların-pâdişahların
başlarındaki tâc ve kavuklardaki göz-alıcı mücevherler de böyledir. Karşıdaki kişi
kralın-pâdişahın direkt olarak gözlerine değil de o mücevhere odaklanır ve
böylece kral-pâdişah o nazardan (kötü bakıştan) kurtulmuş olur. Nazar-boncuğunun
çarpıcı renginden dolayı değil de direkt kendisinde bir etki olduğunu düşünüp
onu kendi üstüne yada eve, arabaya, işyerine asarak ondan bir koruyuculuk
beklemek günah ve hattâ şirktir.
Bâzı kişilerin nazarı çok
değiyorsa, o zaman nazarı değen kişi, istediği kişiyi istediği zaman olumsuz
olarak etkileyip, yıkıp-devirebilir mi?. Böyle bir şey olacak olsaydı,
ortalıkta nazardan dolayı perişân olmuş sayısız insan görürdük.
Peki birbirlerine baka-baka
âşık olanlara niye nazar değmiyor?. Çünkü sürekli olarak birbirlerine
bakıyorlar. Yoksa tüm âşıklara nazar mı değmektedir ve aşk denilen şey bir
nazar mıdır?.
Bu nazar denilen şey en çok
da kadınlara ve çocuklara değiyor. Peki neden?. Kanımca, kadınlar gittikleri
gün ve dâvetlerde bol miktarda pasta-börekleri, çayları-kahveleri
yiyip-içiyorlar ve daha akşamında ağırlaşmaya başlıyorlar. Çünkü mîdeler
şişiyor ve tansiyonlar yükseliyor. Bu da onlarda bir sıkıntı doğuruyor. Bu
sıkıntıyı kendilerine değil de başkalarına yüklemek istedikleri için “o kişinin
nazarı değdi” diyor. Günlere ve dâvetlere gidip orada hamur işlerini ve
tatlıları bol-bol yiyorlar, akşam olunca da ağırlaşıyorlar. “Bana nazar değdi,
oradaki kadın dik-dik bana bakmıştı, herhâlde onun nazarı değdi” diyorlar.
Hâlbuki aşırı karbonhidrattan kaynaklanan bir ağırlıktır o.
Yine çocuklara çok nazar
deyiyor. Çünkü çocuklar gittikleri parklarda terliyor, ter üstlerinde kuruyor.
Parklarda bulunan oyuncaklarda, herkesin ayakkabılarıyla bastıkları yerlere
ellerini değiriyorlar ve sonra ellerini ağızlarına sokuyorlar. Sonuçta da
mikrop, virüs ve bakteriler vücutlarına giriyor ve onları hasta ve huzursuz
ediyor, en azından bir rahatsızlık oluşturarak olumsuz etkiliyor. Anneler de
çocuklarının bu hâllerinin nedeninin, “parkta nazar değmiştir” olarak
yorumluyorlar.
Erkeklere pek nazar değmez.
Çünkü işlerinde-güçlerindedirler ve nazar değecek bir zaman ve fırsat yoktur.
Erkekler sâdece, kedilerine pis-pis bakan kişilerden rahatsız olurlar. Fakat bu
“nazar” değil, gıcık bakışın vermiş olduğu rahatsızlıktır.
Körler nazardan
etkilenmezler, çünkü o “pis bakışı” görmezler. Dolayısıyla görmeyince gıcık da
olmazlar ve böylece etkilenmemiş olurlar.
Allah da nazar eder ve Allah’ın
rahmet nazarı “cemaat” üzerinedir. Mustafa İslamoğlu: “Kâlbiniz sizin en
değerli yerinizdir. Çünkü Allah sürekli oraya nazar eder” der.
Peygamberimiz: “Hoşa giden
bir şeyi görünce, “mâşâallah, la kuvvete illâ billah” denirse o şeye nazar
değemez” buyurmuştur (Beyheki, İbni Sünni).
Büyü ve nazar muhabbetlerini
düşünenler, konuşanlar ve yayanlar genelde kadınlardır.
Büyü ve nazarın direkt bir
etkisi yoktur, olamaz da. Psikolojik bir etki vardır ki bu etki, büyüye ve
nazara mâruz kalan kişinin, büyü yapanlara ve nazar edenlere sinir olması ve bu
nedenle morâlinin bozulmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle büyü
yapılanlar ve nazara mâruz kalanların büyü ve nazardan etkilenmesi için akıllı
bir varlık olması gerekir. Akıllı olmayan varlıklara ve henüz aklî olgunluğa
gelmemiş olanlara yada akıldan yoksun olanlara ne büyü etki eder ne de nazar
değer.
İnsanlar başlarına gelen olumsuzlukları, kendi fiziksel
yâhut zihinsel bozukluklarına değil de, büyüye, nazara ve bu bağlamda cinlere
bağlarlar. Oysa Kur’ân, cehâletin hâkim olduğu tüm zamanlarda ve mekânlarda,
insanların varlığına inandıkları ve yerine göre kendilerinden yardım
dilendikleri, yerine göre korktukları cinlerin, büyünün ve nazarın düzmece ve
asılsız olduğunu îlân etmektedir: “Bu durumda, Allah’ı bırakıp yakınlık
(sağlamak) için edindikleri ilahlar, onlara yardım etselerdi ya!. Hayır, onlar,
kendilerinden kaybolup gittiler. Bu (yalancı ilahlar ve onlara yükledikleri),
onların yalanları ve uydurduklarıdır” (Ahkâf 28).
Sonsöz: Büyü ve nazar bâtıl
inançlardır. Felâk ve Nas sûreleri, büyü ve nazar denilen olumsuz ve sinir
bozucu durumlara karşı mükemmel rahatlatıcı sûrelerdir. Bu gibi durumlarda
Allah’a sığınıldığı için daha baştan büyüye ve nazara karşı “kalkan” vazîfesi
görürler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder