“Ey îman
edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a
ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve
kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım
ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).
Müslümanlar 13. yüzyılda Haçlı Seferleri ile
yıprandılar ve ardından da Moğolların saldırıları ile kültür, sanat ve
medeniyetlerini kaybettiler yada kültür ve medeniyetleri yıkılmaya yüz tutu. En
son Osmanlı Devleti, bir-çok alanda iyi şeyler yapmış olmasına rağmen medeniyetin
olmazsa-olmazı olan ilmî sahada bir varlık göster(e)meyince, 18 yüzyılın
başlarında ortaya çıkan “modern akım” karşısında dayanamadı ve duraklayıp gerilemeye
başladı ve nihayetinde de yıkıldı. 1800’lü yılların sonunda başlayan İslâm’i
hareketler bir “öze dönüş projesi” ile “düşülen yerden kalkmayı” denedi ama bir
sinerji yakalamış olan bâtıl batı karşısında başarılı olamadı. Fakat en azından
iyi örneklikleri oldu ve hâlen de devam ediyor bu örneklik. Zîrâ “İslâm’ı
hayâta hâkim kılmak düşüncesi” insanlarda az da olsa canlı kaldı.
2. dünyâ-savaşından sonra 80’li yıllarda İslâm’i hareketler
canlılığını hâlâ sürdürüyordu. Îran Devrimi diğer müslüman devletlere
yayılamayınca etkisi azaldı ve kendi sınırları içinde kaldı. Devrim, İslâm’i
hareketlerde yeniden bir canlanma yaptıysa da, modern etki de güçlüydü. 90’lı
yıllarda Sovyet Blôk çöküp de Dünyâ tek-kutuplu kalınca, ABD Dünyâ’yı kendi
merkezinde değiştirmeye başladı ve dîne karşı çeşitli projelerle ve
liberâl-kapitâlist politikalarla iktidârını sağlama aldı ve seküler anlayışı
tüm Dünyâ’ya “dayatarak” yaydı. Bundan sonra müslümanlar da bu yönde
düşüncelere-eylemlere yöneldiler ve lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-demokratik
düzenlere karşı bir meyil oluştu. Müslümanların bu ideolojilere karşı düşüncesi
180 derece değişti. Meselâ demokrasi; 1960’larda küfür, 1980’lerde haram, 1990’larda
araç, 2000’lerde ise İslâm’ın ön-görüsü ve ideâli olarak ifâdelendirilmiştir.
Yâni artık Müslümanlar, gelinen noktayı bir “kazanım” olarak görmeye
başlamışlardır. Böylece “târihin sonu” tezleri haklılık kazanır gibi
görünmektedir. Şinâsi Gündüz:
“Francis Fukuyama 1989’da yazdığı “Târihin Sonu” başlıklı çalışmasında batı
medeniyetinin insanlığa sunduğu liberâl demokrasinin, insanlığın ulaşabileceği
sosyo-kültürel gelişim seviyesinin son noktası olduğunu iddia etmişti. Buna
göre günümüz egemen güçlerinin temsil ve öncülük ettiği batı medeniyeti ve
bunun bir ürünü olan liberâlizm, demokrasi vb. değerler insanlığın ulaştığı/ulaşabileceği
en ileri noktadır ve bundan daha ötesi düşünülemez.
Bu doğrultuda dünyâ-genelinde toplumlara ilerleme, refah, insan hakları
vb. konularda batı medeniyet algısı çerçevesinde bir yapılanmanın tek çıkar-yol
olduğu konusunda bir propaganda yürütülmekte ve hegemonyâl güçlerce temsil
olunan bu yapıya alternatif olabilecek yada buna meydan okuyabilecek bir
medeniyet algısının düşünülemeyeceği kanaati açıktan yada zımnen dile
getirilmektedir” der.
Fakat sözde; haklar, refah, iyilik-güzellik, adâlet,
eşitlik ve ileri bir medeniyet kuracağını söyleyen modernizm, bunları
yap(a)madığı gibi, tam-aksine Dünyâ’yı perişân etmiş ve çok kötü bir hâle
koymuştur-koymaktadır. Dünyâ’nın yarısı silahların gölgesinde bir hayat sürmeye
mahkûm edilmiş, çoluk-çocuk, mazlum-mâsum dinlemeden başlarına atılan bombalar
ve çeşitli silahlarla heder olmuşlardır-olmaktadırlar. Bir de bunu, o bölgelere
“barış ve demokrasi götürmek” olarak söylemektedirler. Allah’ın belâsı şerefsiz
demokrasi, tüm zulümlerin perdesi olmuş ve tüm kapıları açan bir “maymuncuk”
durumuna gelmiştir. Buna rağmen medyayı elinde tutan küresel tâğutlar, aynı-zamanda
insanları çeşitli alışkanlıkların ve hevâ ve hevesin kölesi hâline getirdiğinden,
insanlar ya cehâletten dolayı, yada korkudan dolayı biri eleştiri, îtirâz ve
isyânda bulunamamaktadır. Hattâ modernizm artık Dünyâ’nın meftûn olduğu bir
ideoloji hâline gelmiştir. Artık insanlık en ideâl hâlini bulduğunu, müthiş bir gelişmişlik
yakaladığını, Dünyâ’nın bir barış-yurdu hâline geldiğini sanmaktadır ve buna
tüm kâlbiyle inanmaktadır. Aslında inandığı şey başta televizyon olmak üzere küresel
medyadır. Senaryosunu İngiltere’nin hazırladığı, yönetmenliğini ve
yapımcılığını Amerika’nın yaptığı bu film, “seyredenler” oldukça sürecektir.
Peki “başka bir çâre, başka bir çözüm” yok mu?. Var
tabi. Olmaması sünnetullaha ters olur zîrâ. Nedir bu çözüm?. Çözüm,
kendisinden kaçtığınız şeydir. Evet bir ihtimâl daha var, o da “her-şeyi
göze almak”tır. “Ebedî âlemde karşılığını almak üzere her-şeylerini fedâ edebilecek
bir toplum”dur çözüm. Bir ihtimâl daha varsa budur. “Kesin çözüm”dür bu. “Allah
garantili çözüm”. Çünkü “örneği” vardır. O “güzel örnekliğin” “hareket metodu”
buydu zîrâ. İlk önce, eleştirisi-îtirâzı-isyânı olanları bir-araya getirmek,
daha sonra çok sağlam bir kardeşlik oluşturmak; İslâm kardeşliği. Bilginin
peşine düşüp bir bilince ulaşmak, bu-arada nefisle cihad etmek ve eylemde
bulunmak, yâni tebliğ ve dâvetle İslâm’ı tüm herkesin kolayca idrâk edebileceği,
gizli-kapaklı olmayan bir şekilde çeşitli yollarla halka anlatmak. Apaçık bir
tebliğ ve dâvet yapmak yâni. Sonra îmanların ispâtını çeşitli imtihanlarla
vermek ve her-şeyden vazgeçerek îcâbında hicret etmek, (hiç olmazsa
günahtan-şirkten-adâletsizlikten hicret etmek), daha sonra bir-araya gelerek
bir toplum kurmak, o toplumu düzenlemek ve büyütmek ve her anlamda cihad etmek.
Mallarla ve canlarla cihad etmek ve hattâ bu uğurda şehit olmak. Bu yöntemi
bize Allah öğretiyor:
“Hiç
şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek
üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da
O’nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ
gösterecek olan kimdir?. Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı
sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Tevbe
111).
İşte, Hz. Âdem’den bêri, en azından Hz. Mûsâ’dan bêri
devâm ede-gelen ve son olarak da 1.400 yıl önce Mekke’de ortaya çıkan “ihtimâl”
budur. Bu ihtimâl bugün için de benzer bir ihtimâl olarak geçerlidir. Sosyoloji
kuralına göre “bir kere olan bir kere daha olabilir”. Bu Allah’ın kuralıdır
aslında. Fakat bu ihtimâlin gerçekleşmesi, ya bunu çokça talep edenlerin
olması, yada talep edilebilir hâle getirene kadar tebliğ-dâvet yapılmasına bağlıdır.
Şu-anda maalesef bir “talep” yoktur. Zâten hakkıyla yapılmış bir arz (tebliğ-dâvet)
da yoktur. Bu nedenle insanlar cennet karşılığında Dünyâ’dan vazgeçip mallarını
ve canlarını ortaya koymadıkları gibi, tam-aksine Dünyâ karşılığında dîni yâni
âyetleri -hem de az bir şey karşılığında- satıyorlar:
“Allah’ın âyetlerine
karşılık az bir değeri satın aldılar, böylece O’nun yolunu engellediler.
Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür” (Tevbe 9).
İşte bu durum Dünyâ’nın bir cehenneme dönmesine neden
olmaktadır. Zîrâ müslümanlar buna “izin” vermektedir. Böylece başta şeytan
olmak üzere tâğutlar güçlerini katlayarak arttırmakta ve insanları köleleri hâline
getirmektedirler. Bunu, insanlara Dünyâ’yı vererek yapmaktadırlar. Verdikleri
şey ne kadar çok olursa-olsun cennetin yanında sözü bile edilmeyecek orandadır.
Çünkü hiç-kimse cennetten daha iyi bir teklif sunamaz. Fakat an îtibârıyla bunu
pek düşünen yoktur. İnsanlar “peşin olan”a meyletmişlerdir. Bu durumdan en çok
da, bir bilince ermiş ve “her-şeye hazır” olan fakat belli bir toplumun
oluşmaması nedeniyle “harekete” geçemeyenler “muzdarip olmaktadır. Oysa İslâm
bizden İslâm’î bir Dünyâ kurmamızı çeşitli âyetlerinde emrederek beklemektedir.
Seyyid Kutub:
“İslâm, sırf bu yüce nizâmı yeryüzünde ikâme etmek, yerleştirip muhâfaza
etmek için cihad eder. Aynı-zamanda yeryüzünde beşerin beşere kulluğu esâsına
dayalı, insanlara ulûhiyet pozuna büründüğü zâlim ve putçu nizamları devirip
yıkmak da elbette ki müslümanların tabî hakları meyânındadır. Bu zâlim nizâma
bağlananların İslâmiyete karşı mukâvemet gösterip düşmanlık edecekleri tabîdir.
Ve buna karşılık tabî ki İslâm da kendi yüce nizâmını îlan etmek için o zâlim
nizamları kökünden silip atacaktır. Bundan sonra insanlar diledikleri inancı
seçmekte hürdürler. İslâm gölgesinde hür olarak yaşarlar. Yüce İslâm nizâmını
ikâme etmek için bugün de cihad, müslümanların üzerine farzdır. ‘Yeryüzünde
fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar’. ‘Yeryüzünde
kullardan ilahlaşanlar kalmayıncaya ve Allah’ın dîninden başka din
bulunmayıncaya kadar’ cihad” der.
Batı’nın ilmî kulvarında batı-merkezli ilmi tâkip ederek
yada batı’nın metodunu kullanarak, batı’nın vardığı şerefsizce bir sonuçtan
başka bir sonuca varamayız. İbn-i Hâldun bu nedenle olsa gerek, “bir
devleti-medeniyeti asâbiyet kurar ve başlatır” diyor. Bunu başlatanlar
filozoflar değildir. Filozofça bir yöntemle gelinecek nokta batı’nın geldiği
yerdir. Bilgi, kişilerin bağımsız olmalarıyla da alâkalıdır. Mesâi şartlarına
mahkûm olmuş, televizyona, internete, bilgisayara, cep-telefonuna, arabaya,
evlere, kadınlara şehvete-servete-siyâsete-şöhrete mahkûm olmuş toplumların
ilmî bir farklılık ortaya koymasını bekleyemeyiz.
“Kadınlara,
oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici
kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah
katındadır” (Âl-i İmran 14).
Atasoy Müftüoğlu:
“Her tür bağımlılık, taşlaştırıcı bir gelenek oluşturarak, düşünen
özneleri yok eder. Bu durum, toplumlarımızın zihinsel bir mahrûmiyete dûçar
olduklarını gösterir. Zihinsel bağımlılık ve mahrûmiyet sebebiyle, bugün,
müslümanlar olarak her-hangi bir olayı, konuyu, gelişmeyi, olguyu, İslâm’i
referanslar temelinde değil, seküler/liberâl referanslara dayalı olarak
yorumlamak, değerlendirmek zorunda kalıyoruz” der.
İslâm bir “şiddet dîni” değildir ama bir “şiddetsizlik
dîni” de değildir. Hayâtın gerçekliğinden kopuk bir din değildir İslâm.
“Hoşunuza gitmese de savaş üzerinize farz kılındı” der Kur’ân. Savaş demek
şiddet demektir, o halde bir müslüman, “gerektiğinde şiddete baş-vurabileceğini
bilen” bir kişi olmakla birlikte, İslâm’ı ne “şiddet dîni” ne de “şiddetsizlik
dîni” olarak görür. Şiddet-karşıtlığı İslâm dîninin ana-felsefesi değildir.
Mazlumlar Kur’ân’ın ifâdesiyle şöyle yalvarmaktadırlar çünkü:
“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Bu zâlim modern sistemin bir alternatifi vardır. Yâni
bir ihtimâl daha vardır ki o da, “risâlet süreci”ni yâni “güzel örnekliği” tâkip
ederek yeniden İslâm’ı yeryüzüne hâkim kılmaktır. Bu ihtimâl müslümanların
ezelî ve ebedî ihtimâlidir. Bu ihtimâl kısaca, “îman, hicret ve cihad”tır .
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder