“Andolsun,
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için
Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).
Târihselcilik: “Olayların
açıklanmasında târihe öncelik veren düşünce akımı”.
Evrenselcilik: “Doğal
ve törel yasaların evrensel olduğunu öne süren öğretilerin ortak adı”.
Târihselcilik ve evrenselcilik tartışmalarının
yapılması aslında gereksiz, boş ve hattâ zararlıdır. Çünkü teoride farklı gibi
dursalar da, uygulamada ikisi de aynı şeyi yaparak yada yapmayarak benzer
yanlışa düşerler. Nedir o?. İkisi de konuyu (Kur’ân’ı) sâdece “ilmî alanda” tartışırlar.
Kur’ân’ın pratik hayatta nasıl yaşanacağının örneğini ver(e)mezler. Zîrâ
ikisinin de “sistem”e bir eleştiri, îtirâz ve isyânları yoktur. (Genellemeden
söylersek) iki taraf da lâik, seküler, liberâl, yarı-kapitâlist, demokratik ve bireycidirler
yada bu düşüncelerle-ideolojilerle bir problemleri yoktur. İki tarafın da
ıskaladığı yer, “sünnet”tir. Sünnetsizlik -aynen hristiyanlarda olduğu gibi- “pratik
bir sürece” sokmuyor müslümanları.
Hristiyanlıkta “sünnet” olmadığından, dînin pratik
hayatta yaşanıp-yaşanmaması önemli değildir. Bu nedenle lâiklik-demokrasi de
sorun değildir. Müslümanlar da onlar gibi işi sâdece ilim tarafına yönelterek
bir bakıma dîni, beyinlere-zihinlere (kâlbe değil) hapsetmiş oluyorlar ki, bunu
evrenselciler çok abartmaktadırlar. İki taraf da dîni “sâdece bireysel olarak”
yaşıyorlar ve bu nedenle zinhar “dînin hayâta hâkim olması” gibi bir
düşünceleri yok. İster târihselcilik olsun, isterse evrenselcilik, ikisi de mevcut
konjonktürün yolunda gidiyorlar ve sünneti uygulamadıkları için mecbûren “konjonktürün
sünnetini” uyguluyorlar. Sorun aslında şu: “Yaşanmayan şey konusunda sonsuza
kadar tartışsanız da bir sonuca ulaşamazsınız”. Bu şunun gibidir: Bir insan 1
milyon yıl boyunca “limon” ile ilgili milyonlarca kitap-dergi-yazı okusa,
onunla ilgili anlatımları dinlese ve limon hakkında bilgi anlamında Dünyâ’nın
en bilgili insanı olsa fakat hayâtında hiç limon görmese ve tatmasa, limonu şöyle
bir eline alıp da onu yalayarak tadan bir insan kadar onu anlayıp idrâk edemez.
İşte bunun gibi; Kur’ân hayâta hâkim olsa ve hayat vahiy merkezinde aksa, târihselcilik
ve evrenselcilik tartışmalarının bir zırvalıktan başka bir şey olmadığı çok net
olarak görülecektir. Daha bunun gibi gereksiz bir-çok tartışma da ortadan kalkacaktır.
Şimdi mesele şu; Biz Kur’ân’ı hangi kanaldan idrâk
edeceğiz?. Kur’ân’ı târihe bakarak mı yoksa moderne bakarak mı idrâk edeceğiz?.
Peki ya “sünnet” ne olacak?. Iskalanan taraf bu. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân
iken, amel ve eylemin kaynağı sünnettir. Eğer sünneti hesâba katmazsanız, Kur’ân
ancak bir felsefenin konusu olabilir ve Peygamber de filozofa döner. Limona bir
kere bir “dil atılsa” limon hakkında o kadar araştırmaya gerek olmayacak ve
“şöyledir-böyledir” tartışması yapılmayacaktır. Bir “yaşanmışlık” olmadığında
tabî ki bu tarz gereksiz ve boş sorunlar ortaya çıkar ve gündem olur. Zâten Kur’ân’ın
hayattan uzak tutulması böyle oluyor.
Kur’ân’ın, indiği dönemden bağımsız anlaşılamayacağı
düşüncesi, “sünnet” anlamında doğrudur. Zîrâ Kur’ân iki kapak arasında bir yere
bırakılmamış ve “insanlardan biri” Peygamber seçilerek safha-safha indirilmiştir
ki Peygamber onu “Allah kontrôlünde” hayatta yaşayarak göstersin. Yâni onun tefsirini
“hayat” ile “yaşanmışlık” ile yapsın. İşte sünnet budur. Peygamberin Kur’ân’ı
hayatta uygulama metodu-tarzı-yöntemi. Bu, “tıpa-tıp Peygamber gibi yapmak”
demek değildir. Peygamber, inen vahiyle birlikte nasıl davranmış, ona bakılacak
ve biz de bugün hayatta benzer bir yaşanmışlık sergileyeceğiz. Bir “tarz”dan bahsediyoruz.
Peygamber gibi giyinmek-yemek-içmek vs. değil, onun gibi tavır almak ve
uygulamada bulunmak. Tarz-metod olarak.
Kur’ân’ın her âyeti -târihselciler kabûl etmese de- bugün
ve her dönemde dersler veren bir kitaptır. Aksi-hâlde o âyetleri Kur’ân’dan çıkartmak
bir sorun oluşturmazdı. Bir de şu var ki; O dönemdeki olan şeylerden günümüze -güyâ-
uymayan şeyleri biz neye bakarak beğenmiyoruz ve aşırı yorumlamaya tabî
tutuyoruz?. Tabî ki modern hayâta. İyi de o zaman Kur’ân “nesne”, modernizm “özne”
olmuş olmuyor mu?. Kur’ân her dönemde yol göstericidir. O her dönemde ve
koşulda, “aynen Peygamber döneminde ve daha önceki peygamberlerin dönemlerinde
olduğu gibi” Dünyâ’yı-hayâtı aydınlatır ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak ister:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâd etmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
Bizim âhirette sorgulanacağımız kitap, Kur’ân’ın tamâmıdır,
sâdece bir kısmı değildir. Fakat sorgu; “Kur’ân’ı, modernizme uydurup-uyduramadığımız
şeklinde de değildir. Sorgu, “Kur’ân’ı hayatta hâkim kılıp-kılamadığımız ve onu
hakkıyla yaşayıp-yaşamadığımız” şeklinde olacaktır. Târihselcilerin bu anlamda
çok derin yanılgıları vardır ve hattâ şirke düşen sözler de söylerler. İlhâmi Güler,
şöyle diyerek şirke düşer meselâ:
“Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın
karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun
çözer, kitap yazar, hüküm koyar”.
Hâlbuki Kur’ân şu âyetlerle bu düşünceyi yerin dibine
geçirir:
“Hüküm
vermek yalnızca Allah’a âittir”
(Yûsuf 40).
“Yalnız
Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru
olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız
her-şeye gücü yeten Allah’ındır”
(Mü’min 12).
“Allah ve
Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o
işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân
ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
Kur’ân’ın pratik yönü olan sünnet göz-ardı
edildiğinde ve hattâ yok sayıldığında, Kur’ân’ın âyetleri yâni teorik yanı niye
göz-ardı edilip de yok sayılmasın ki?. Kur’ân ve sünnet yok sayıldığında yerine
ne konacak?. Tabî ki şeytan ve tâğutun ürettiği lâiklik, demokrasi, seküler din
ve modernizmin tüm pislikleri.
Fakat evrenselciler de; “inceliyorum” diyerek
Kur’ân’ı aşırı didikliyorlar ve onun âyetlerine, kelimelerine, köklerine,
harflerine hattâ bir zamanlar yapıldığı gibi noktasına-virgülüne kadar
parçalayarak (okuma-inceleme değildir bu) târihselcilere rahmet okutuyorlar. Bu
bağlamda târihselcilerin haklı olduğu yerler de vardır. Mustafa Öztürk şöyle
der:
“Sahih ve sağlıklı Kur’ân okumalarıyla daha güzel bir müslümanlık
yaşanmaz, yaşanamaz. Çünkü müslümanlık denen pratik tecrübe, vahyin nüzûl
süreci tamamlandıktan sonra târihin hiç-bir uğrağında salt kitaptan/metinden
üretilmedi, bilakis, “yaşayan sünnet” ve gelenek sâyesinde spontane biçimde
öğrenildi”.
Fakat farklı kültürler ve dinlerle karşılaşılınca o
kültür ve dinlerdeki zırvalıklar da “din” olarak kabûl edildi ve İslâm’ı, daha
doğrusu müslümanları yozlaştırdı. İslâm, sâdece vahiy ve sünnet merkezinde
yaşanmadığında, yâni Kur’ân ile bilgi ve bilince, sünnet ile de amel ve eyleme geçip
hayatta hâkim olmadığında bir yozlaşma başlaması kaçınılmazdır. Yâni
târihselciler, târihsel yozlaşmalarla gerçek İslâm’ı ortaya koyamazlarken,
evrenselciler de modernizme-gündeme bakarak gerçek İslâm’ı ortaya koyamayarak
yozlaştırmışlardır-yozlaştırmaktadırlar. Târihselcilik zımnen; vahye “târihi
olanlar”ın karıştığını söylemek anlamına da gelir. İhsan Şenocak:
“Allah’ın Resûlüne vahyettiği şekliyle bu-güne ulaşan ve bütün insanları
kurtarmaya tâlip olan Kur’ân’ın neresinde hurâfe yada beşerî bir katkı gördüler
ki, onun da târihsel olduğunu iddia ediyorlar” der.
Târihselcilik ve evrenselciliğin ikisi de tek-tek
yanlıştır. “İkisinin özel birlikteliği”dir doğru olan. Din ne sâdece kendi
târihine hapsedilebilir, ne de modern anlayış merkezinde okunmaya
kilitlenebilir. Din zamâna uymaz, tam tersine, zamânı kendine göre değiştirir.
Zamânı kendine uydurur yâni. O bakımdan hangi zamanda yaşanıyor olursa-olsun
zaman dîne göre olmalıdır. Din, her zaman, târihe-zamâna hâkim olmalıdır. Târihselciler
ve evrenselciler, farklı metodlarla aynı yanlışa düşüyorlar. Biri Kur’ân’ın
eski târihinde, o târihin ışığında okunması gerektiğini söylerken; diğeri, modern
zamanlara-mevcut zamâna göre okunmasını söyleyerek, dînin zamanlar-üstü
özelliğini baltalıyor. Bu anlamda ikisi de yanlış bir yol izliyor. Böylece
popüler olan modern-seküler ideolojilere alan açmış oluyorlar.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-demokratik sistemlere alan açma anlamında ve
mevcut zamânı kutsamada ikisi de birleşiyorlar. Zâten ikisi de dînin bireysel
yaşanması merkezinde “sistem”le barışık bir model öneriyorlar. Şeytan-işi bir
pislik olan demokrasiyi baş-tâcı yapıyorlar. Modern, zâlim-emperyalist-şerefsiz
“sistem”e yaptıkları hemen hiç-bir eleştiri, îtirâz ve isyân yok. O hâlde hem
târihselcilik, hem de evrenselcilik, modernizmin bir projesi ve şeytanın bir oyalama
taktiğidir. Târihselcilik de evrenselcilik de bâtıl batı-merkezlidir. Zâten
İslâm târihinde târihselcilik ve evrenselcilik diye bir kavram olmadığı gibi,
bu bağlamda tartışmalar da yapılmamıştır. Zîrâ hayâta İslâm hâkimdi ve İslâm
hayâta hâkim olduğunda, “târihsel” yada “evrensel” düşünce ile değil, Kur’ân ve
Sünnet merkezli bir din anlayışı ile hâkim olmuştur.
Târihselciler dînin pratiğini târihe hapsederek blôke
ederken, evrenselciler de dînin pratiğini vicdanlara hapsederek blôke ederler
ve dînin hayatta görünür olması başka bahara kalır. Fakat bu-arada
şeytanın-tâğutun dîni hayâta hâkim olur ve insanlar da bu dîne uymaya başlarlar
ve bu dîni İslâm zannederler.
Peygamber ve sahabenin yâni “güzel örnekliğin”,
Kur’ân’ı idrâk etme ve hayâta aktarma metodları vardır. İşte onların o
metodları bizim “güzel örnekliğimiz” olduğu için, bilgi ve bilinç olarak vahyi,
amel ve eylem olarak da sünneti hangi çağda yaşıyorsak orada diriltmeliyiz.
Nasıl ki, nüûl zamânı inmiş olan Kur’ân’ı günümüz için de okuyorsak, o güzel
örnekliği de yaşadığımız asırda yeniden dirilterek onu hayâta hâkim kılmalıyız.
Bu Allah’ın bir emri ve isteğidir:
“Fitne kalmayıncaya
ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
Güzel örneklik, “aşırı vahiy yorumları yapmak” demek
değil, “vahyi hayatta hâkim kılmak” demektir.
Târihselcilik ve evrenselcilik-akılcılık bizim
kavramlarımız değildir. Batı, aklı ilahlaştırmaya başlayınca, birileri de “aydınlanma”
kavramına bir tepki olarak târihselcilik kavramını koymuştur. Hem
târihselciliğin hem de evrenselciliğin yoruma dayalı bir anlayışı vardır ve işi
pratiğe dökmedikleri için, dîni iç-âlemde “bireysel yaşamak” zannederek hayâtta
görünür olmasını dile getirmezler.
Yorum her şekle girebilir ve bir-şeyi ustaca
yorumladığınızda o şeyi istediğiniz şekle sokabilirsiniz. Zâten, “yorumlama”
demek olan Hermenötik de, her şekle girebilen yunan tanrısı Hermes’ten gelir. Bu tanrı her şekle girebilen bir tanrıymış. Bu
bağlamda yorumlamaya Hermes’ten mülhemle Hermenötik
denmiş. Artık yorumlamayla, yorumladığınız her-şeye istediğiniz anlamı
verebilirsiniz. İşte “aşırı yorumlama” da demek olan evrenselcilik, aşırı
yorumlama ile istediği şeyi istediği gibi gösterebiliyor ve o yorumu yayarak
insanlar tarafından kabûl edilmesini sağlayabiliyor. Ne de olsa ortada bir
yaşanmışlık yok. Bir örneklik yok yâni. Bu nedenle halktan bir tepki gelmiyor.
Gündeme boğulmuş halk neye göre îtirâz edecek ki?. Artık evrenselciler, anlamı çok
açık olan bir kelimeyi bile aşırı yoruma sokarak istedikleri anlamı verebiliyor
ama bu yeni anlam modernizme aykırı olmuyor hiç-bir zaman. Yav kardeşim!,
yaptığınız yorum, vardığınız sonuç bir kere de modernizme aykırı olsun da bunu
dile getirin ve bir gündem oluşturun yaa!. Nerdee!, nato kafa nato mermer. İşte
kafa işte mermer.
Bir-şeyin bir “gerçek anlamı” vardır ve bir de “yan anlamı”
vardır. Gerçek anlam, bir şey daha okunduğunda yada duyulduğu anda anlaşılan
ilk anlamdır. Doğru anlam budur. Yan anlam ise “zamanla ortaya çıkan bir anlam”dır
ki büyük ölçüde gerçek anlamdan kopuktur. İşte vahyin de gerçek bir anlamı
vardır ve o, “ilk okunduğunda yada duyulduğunda” anlaşılan şeydir. O anlam,
“pratiğe dönük olan” anlamdır. Dolayısı ile dîni-vahyi, hayattan kovmuş olan
modern anlamın tam karşısındadır. O hâlde modernizm ile iş-birliği hâlindeki evrenselciler
ve dîni târihe gömen ve mahkûm eden târihselciler, onu gündeme, konjonktürel
akla uygun olarak yorumlamak zorundadırlar. Çünkü onu hayatta hâkim kılmak için
çalışmamaktadırlar. Zîrâ bunun için ödenmesi gereken bedeli ödemekten korkarlar
ve hattâ ödleri patlar. İşte aşırı yorum bu korku nedeniyle başlar ve yorumlama
bir kere başladığında, bir-süre sonra yorumlanan şey “o” olmaktan çıkar ve tanınmayacak
bir hâle gelir. Çünkü bir şeyi fazla kurcalamak, o şeyin rûhunu ondan koparıp
uzaklaştırır. Meselâ bozulan bir cihazı “tâmir etmek adına” fazla kurcalarsanız,
o şey daha da fazla bozulur. İsterseniz o şeyin ustası olun yine de fark-etmez.
Fazla kurcalamak o şeyin hem yapısını hem de büyüsünü bozar ve o şey artık o
şey olmaktan çıkar yada o şey gerçek anlamını ve etkisini gösteremez. Bu nedenle
onu fazla kurcalamadan ilk hamlede tâmir edebilmelisiniz.
İlâhi olanın dilini, “beşerî olan”ın diline tam
olarak aktaramazsınız ve bu konuda bir uzlaşma sağlayamazsınız, fakat amele-eyleme
aktarabilirsiniz. İlâhi olanın mutlak idrâki, insanın mukayyet sınırlı idrâkine
sığmaz çünkü, fakat ilâhi idrâk, yine “tam anlamıyla idrâk edilemeyecek olan
hayat”ın içinde “amel olarak” gözükebilir ki, insanın amacı ve hedefi de, vahyi
yorumlamaktan ziyâde hayatta görünür kılmaktır. Hermenötik
yâni aşırı yorumlamanın çıkış-noktası, batı’nın mitoloji ile tahrif edilmiş dîni,
uzlaştırmada kullandıkları bir yöntemdi. Bir-şey aşırı yorumlanıyorsa eğer,
uzlaşmaz olan uzlaştırılmaya çalışılıyor demektir. Târihselciler bunu, vahyi
târihsel zamanla uzlaştırmaya çalışırlarken; evrenselciler de modern zamanla
uzlaştırma gayreti içindedirler. Bu, vahyin özgünlüğünü bozmakta, onu tahrif
etmektedir ki tahrif böyle başlar zâten.
İki kesim de şu âyeti hiç-bir zaman uygulayamazlar:
“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Târihselciler bu âyetin indiği târihe has olduğunu
söyleyerek; evrenselciler de modernizme uymadığını söyleyerek zaman-dışı îlân
ederler ve âyeti aşırı yorumlamaya tâbi tutarak gereğini hiç-bir zaman yerine
getirmezler ve getirmeyi düşünmezler bile. O hâlde hem târihselciler hem de
evrenselciler, -eğer bir görevlendirme değilse-, mevcut zamânın telâkkisiyle
kafaları karışmış ve bulanmış kişilerdir. Ya “birileri” hem târihselcilere hem
de evrenselcilere böyle bir görev vermiş, yada iki kesim de modern paradigmadan
çok fazla etkilenerek ve ona meftûn olarak, dînin yaşadığımız hayatta hâkim
olamayacağını söyleyip durmaktadırlar. Böylece hayâta İslâm değil, tâğut hâkim
olmaktadır.
Târihselciler mecbûren bireysel dîne yönelir ve dîni,
“bâtıniliğe bir ucundan tutunarak kurtarma” yoluna girerken; evrenselciler de,
dînin akla uygun olduğunu aşırı yorumlamayla göstererek” ve rasyonâlizme
sığınarak kurtarmaya çalışmaktadırlar. Zîrâ modernizm ile çok fazla haşır-neşir
olunca, vahiy ile modernizmin uyuşmadığını görmekte fakat onu modernizmin lehine
yorumlamaya tâbi tutmaktadırlar. Bu uğurda o kadar çok yorumlama yapmaktadırlar
ki, apaçık olan vahyin sözleri, bâzen kelimesine-kavramına-köküne ve hattâ
harfine ve noktasına kadar indirgenmeye başlar. Bir-zamanlar “nokta ilmi” diye
bir zırvalığın çıktığı gibi. Yeter ki modernizm ile bir sorun yaşanmasın ve din
hayatta uygulamaya konulmak zorunda olmasın.
Burada “hiç yorum yapılmamalı” demek istediğimiz anlaşılmasın.
Yapılan yorumun, hangi telâkki ile yapıldığı önemlidir. Dînin yorumu, Kur’ân-Sünnet
merkezli “onu hayatta hâkim kılma düşüncesi ile” yapılmadığında, mecbûren
“hayatta değil de vicdanda hâkim kılmak düşüncesi” ile yapılır ki bu, modernizmin
tam da arzu ettiği, lâikliğin zirveleştirilmesi ameliyesidir. Böylece dînin
vicdanlarda sözde hâkimiyeti sürerken, dînin hâkimiyet kurması gereken yerde
şeytan ve tâğutlar hâkimiyet kurarak hüküm sürmeye başlarlar. Aynen günümüzde
olduğu gibi.
İki kesim de “Kur’ân’ı kurtarmak” düşüncesiyle bu
yolda gidiyorlar fakat zamanla vahiy daha kötü bir duruma düşüyor. Zîrâ iki
kesim de vahyi hayattan dışlıyor ve dışlayanlara alan açıyorlar. Vahyin
gerçekten kurtulması, onun hayatta hâkim kılınmasıyla olur ancak. Zâten din,
“kurtarılacak” bir şey değil, “kurtaracak” olan şeydir ki, din bunu, aşırı
yorumlama ile değil, hayatta hâkim olarak yâni hayatta yaşayarak yapar. Onu
epistemolojiye hapsederek kurtarıcı yapamazsınız. Belki bu yol, donuk zihinleri
açma anlamında bir egzersizin konusu olabilir sâdece. Zâten dîni-vahyi
kurtarmak için aşırı yoruma boğduğunuzda, Kur’ân’da bir ârızanın, bir
yanlışlığın olduğunu da zımnen söylemiş ve kabûl etmiş olursunuz. Artık ortalık
“dîni kurtarmak” isteyenlerle dolmuştur ama bunlar “dîni kurtarmak” mı
istiyorlar, yoksa “dînin pratiğinden kurtulmak” projesinin taşeronluğunu mu
yapıyorlar belli değildir.
Kur’ân, “yorumlanıp durulsun” diye değil, “uygulanıp
durulsun” diye gelmiştir. Zâten Peygamberimiz de ikincisini yapıp, onu hayatta
hâkim kılmıştır.
Târihselcilik, “anlamak, o özel târihten yola çıkarak
anlamak demektir” derken; evrenselcilik ise, “anlamak, mevcut modern çağdan
yola çıkarak anlamak demektir” der. Fakat ikisi de, vahyi eski-yeni tüm
zamanlara hitâp eden bir kitap olarak kabûl etmekte zorlandıkları için, onu
şimdiki zamanda diriltip hâkim kılmayı düşünmüyorlar ve birisi târihi
kutsarken, diğeri de modern zamânı kutsuyor. Oysa vahyin gerçek anlamı, güzel
örnekliğin “tarzı” baz alınarak, vahyi anlayıp idrâk etmek demektir ki bunun
doğruluğunun sağlaması, kişinin inandığı şeyi uygulaması ve dîni hayatta hâkim
kılmak isteyip-istememesiyle anlaşılabilir. Bir kişinin samîmi ve ciddî olup-olmadığı
ve vahyi dosdoğru idrâk edip-etmediğinin delîli ve belirleyicisi, kişinin vahyi
hayâta hâkim kılmak isteyip-istememesiyle belli olur.
Modernistler, “kaynak” ile “şebeke suyunu”
aynılaştırmak isterlerken; târihselciler ise, kaynağın kuruduğunu yada kurumaya
yüz tuttuğunu söyleyerek şebeke suyunu “en iyi su” diye sunarlar. Yâni ikisi de
şebeke suyunu “kaynak suyu” zannetmektedirler.
Evrenselcilik “düzünden” modernist iken, târihselcilik
“tersinden” modernisttir. Dolayısı ile târihselcilik de evrenselcilik de
modernisttir ve zâten târihselcilik de evrenselcilik de modern batı
kavramlarıdır. Aslında iki yolun da hem yararları hem de zararları vardır fakat
zararları daha çoktur. Zîrâ iki yol da vahyin hayâta hâkim olmasını konuşmaz ve
hattâ birisi târihe aşırı atıf yaparak, diğeri de moderne aşırı atıf yaparak vahyi
hayattan koparır. Klâsiğe ve modernizme gereken eleştiriyi yap(a)mazlar. Bu
nedenle “mevcud”u meşrûlaştırırlar. Oysa Kur’ân’ın kendine-has özel bir metodu
vardır ki o da; “vahiy-sünnet merkezinde, Kur’ân’ı tüm zamanlarda ve tüm
koşullarda hayâta hâkim kılmak” hedefidir. Kur’ân’ı okumak ve hayâta aktarmak,
amele-eyleme dökmektir. Vahyin dediğini “hemen” yapmaktır. Târihselcilik de
evrenselcilik de, zamânın paradigması ve telâkkisi ile barışıktırlar. Kur’ân’ı
biri bir tarafa, diğeri öbür tarafa çekse de, aslında ikisi de modernizm
tarafına, tâğutların tarafına çekmektedir.
Târihselciler ve evrenselcilerin dili, “savunmacı ve
özür dileyici” bir dildir. Tabi bu özür, “hayran oldukları batı’ya karşı” yaptıkları
özürdür. Böyle bir tutum içinde olduklarından dolayı, asıl, Allah’tan özür
dilemelidirler. İki kesimin de “sadra şifâ olacak” önerileri olmadığı gibi, böyle
bir düşünceleri de yoktur. Zîrâ “modern hedef” ortadadır ve ona ulaşmak
gerekir. Yine ikisi de dînin sâdece ahlâk alanına yönelirler. Zîrâ siyâseti
lâik-demokratik lîderlere bırakmışlardır ve zâten vahyin hayâta hâkim olması
düşünceleri olmadığı gibi, böyle bir düşünceye de karşıdırlar. Çünkü rûhi
güçlerini ve irâdelerini kaybetmişlerdir. Tüm dünyâyı vahyin ışığıyla
aydınlatmak yerine, modern sûni ışıklarla vahyi aydınlatmanın derdine
düşmüşlerdir. “Nûr”u, sûni ışıklarla aydınlatmak gibi absürd bir yola
koyulmuşlardır. Bizim “güzel örnekliğimiz” olan Peygamberimiz’i ve asr-ı saadet
sürecini değil de, modernizmi ve modern ideolojileri örnek alırlar. Bu nedenle
her zaman “pasif müslüman” görüntüsü verirler. Peygamberimiz “yürüyen Kur’ân”dır
ve bu, “vahyin yaşaması” demektir. Ancak böyle olursa Kur’ân gerçek anlamda bir
hayat-kitabı olur, “yaşayan Kur’ân olur. Kenan Levent:
“En temelde hangi tanım çerçevesini ele alırsak-alalım, karşımıza
zaman ve mekân bağımlı bir okuma çıkacaktır. Olgu ve olayları zaman ve
mekânın baskın şartları içinde anlamak ve değerlendirmek gerektiğini öne süren
yaklaşımla karşılaşılacaktır. Şunu rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, hiç-bir
yöntem âit olduğu paradigmadan bağımsız değildir. Bagajında taşıdığı değerleri
terk etmesi mümkün değildir. Bu bile tek-başına, Kur’ân’ı okuma ve anlama
çabalarında kullandığımız usûllerin niteliğine ve içeriklerine dikkat etmemiz gerektiğini
gösterir. Aksi-takdirde farkında olunsun yada olunmasın, bize âit olmayan bir
idrâk-biçiminin içinde kalarak meselelerimizi tartışmaktan kurtulamayız” der.
Evrensel Kur’ân okuması, “Peygamber ve sahabenin
anlayamadığı âyetlerin olduğunu” öngörmek zorundadır mecbûren. Yâni
Peygamberimiz ve sahabe, bâzı âyetlere “şâhit” olamamıştır. Târihselciler de âyetlerin
gününüzdeki iz-düşümlerini görmezden gelirler. Târihselciler, târihi “özne”
kılarken, vahyi “nesne” kılarlar; evrenselciler de moderni-mevcudu “özne”
kılarken vahyi “nesne” kılarlar ve ikisi de aslında insanı “özne” kılarlarken
vahyi nesneleştirirler. Kur’ân’ı “mehcûr” bırakmanın bir çeşidi de bu olsa
gerek. Kur’ân’ın mehcûr bırakılması, sünneti örnek almayarak onu hayatta hâkim
kılmamaktır. Böyle yapmakla emperyâlizme alan açar ikisi de.
Vahiy ne tarihselciliğin ne de evrenselciliğin yorumlarıyla
“özne” olabilir. O ancak, hayâta hâkim kılındığında özne kılınabilir. Hayâta
hâkim kılınmadığında yâni mushafa indirgendiğinde ise, târihselcilerin ve
evrenselcilerin bir nesnesi olur ancak. Onun üzerinden kendilerini
rahatlatırlar ve tam da şeytan, tâğut ve modernizmin istediği gibi
bireyselleşirler. Böylece “kelle sayısı” kadar Kur’ân anlamı çıkar ortaya.
Sünnete dönmüş olan Kur’ân ise, birbirine sıkıca kenetlenmiş ve emr-i bil mâruf
ve nehyi anil münker yapan bir topluluk oluşturur. Bu toplulukta bir anlam/idrâk-birliği
de olur. Zîrâ bir eylem-birliği vardır. Cemaatle yapılan şeyde pek bir sorun
yaşanmaz çünkü. Aynen cemaatle kılınan namaz gibi, birlik hâlinde hareket edilir.
Kur’ân’ın evrensellik-târihselcilik tartışması, Kur’ânı
“nesne”, insanı “özne” yapar-yapıyor. Târihselcilik-evrenselcilik tartışması,
Kur’ân’ın “yaşamaması”ndan kaynaklanır. Yaşanmayan Kur’ân ne târihsel, ne de
evrenseldir. Mehcûr bırakılmıştır.
Velhâsıl-kelam; Kur’ân lafız olarak da, mânâ-anlam-idrâk
olarak da, ne sâdece târihseldir ne de sâdece evrenseldir. Kur’ân, hem târihsel
hem de evrenseldir. Tüm zamanların kitabıdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder