Uzman: “Belli bir işte,
belli bir konuda; bilgi, görüş ve becerisi çok olan kimse, mütehassıs, kompetan”
demektir (TDK).
İlgili olduğu alan ile
ilgili literatürü tâkip edip Türkçe’ye çeviren ve türkçe olarak anlatanlara
“uzman” denir.
Çağımızda her alanda bir
uzmanlaşma oluşmuştur-oluşmaktadır. Uzmanlaşmanın avantajları olduğu gibi
dezavantajları da vardır. Avantajları, o uzmanlık alanına odaklanarak ve
yoğunlaşarak çok geniş-çaplı bir inceleme-araştırma yapılması, önemli şeylerin
fark edilebilmesidir. Tabi bu-arada önemsiz şeyleri de fark edebiliyorlar ve
bu önemsiz şeyleri de alanlarına dâhil
ediyorlar. Böylece o alan daha karmaşık bir hâle geliyor ve bir-süre sonra o
kadar karmaşıklaşmaya başlıyor ki, kendi alanı, biraz daha farklı bir dala
ayrılıp farklı bir uzmanlık alanı daha oluşuyor.
Çağımız bir uzmanlaşma
çağıdır ve artık bunda çok ileri gedilmiş ve bu nedenle de her-şey çok
karmaşıklaşmıştır. Artık ortada neredeyse “net” bir şey yoktur. Zâten bir çok
kola ayrılan uzmanlar, bir konu hakkında birbirlerinin tam-aksi görüşler ortaya
atabilmektedirler. Bunun nedeni, çok aşırı uzmanlaşmaların oluşması ve uzmanların
sâdece kendi alanlarında aşırı bir şekilde uzmanlaşarak diğer alanlarda
üstün-körü bir bilgiye sâhip olmalarıdır. Zâten uzmanlar-arası iletişim de
kopuktur genelde. Aşırı uzmanlaşma, uzlaşmaya zarar verir-veriyor. Hiç-bir
uzman başkasının görüşünü tam olarak kabûl edemiyor ve mutlakâ ona karşı
söyleyecek “mantıklı” bir şeyleri oluyor. Bu da karmaşayı ve çıkmazı daha çok artırıyor.
Önemli olanın “çok fazla
bilgi” değil de “işe yarar bilgi” olduğu bir-kez daha açığa çıkmıştır aşırı
uzmanlaşmayla berâber. Uzmanlaşma her alanda böyledir. Din-bilim-iş vs. Meselâ
din konusunda tefsir-hadis-kelam-fıkıh-târih vs. konularında uzmanlaşmalar
olmuş, fakat uzmanlar kendi alanını iyi bilmelerine rağmen diğer alanları çok
iyi bilmemektedirler. Böyle olunca da vardıkları sonuçlar eksiklikten
kaynaklanan yanlışlara sebep oluyor. Zâten artık tüm konulara vâkıf “müçtehid”
anlamında âlimler de çıkmıyor. Çünkü o dala âit bilgiler -ki gereksiz bilgiler
de vardır içinde- aşırı şekilde fazlalaşmış olduğundan dolayı o dalın uzmanları
o bilgiler arasında boğulmaktadırlar. Hâlbuki o kadar karmaşık bilgilere gerek
yoktur. Bir kişi genel anlamda her konudan anlayacak ve uzmanlık alanında ise
daha iyi gelişeceği için daha isâbetli kararlar verebilecektir. Fakat böyle
olmadığından dolayı uzmanlar birbirleri ile anlaşamamakta ve hattâ
atışmaktadırlar:
“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de
parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç
duymaktadır” (Rûm 32).
Peygamber’le birlikte olanlar,
fırkalara ayrılmış din uzmanlarından oluşmuyordu. Zâten bu yüzden “güzel
örnekliği” gösterebildiler ve muazzam bir gayrette bulunabildiler. Zîrâ
kafaları uzmanlaşmadan kaynaklanan gereksiz konularla karışmamış, vahyi ve
Peygamber’i tam anlamıyla anlayıp idrâk ederek örnek almışlar ve bu doğrultuda
da amelde-eylemde bulunmakta zorlanmamışlardır. Saf ve net bilgi, sonunda da
amel-eylem, onların bir devlet ve medeniyeti başlatabilmelerini sağlamıştır.
Üretilen şeyler arttıkça ve
insanların sayısı fazlalaştıkça bilgi de fazlalaşır. Fakat bu, “doğal bir
fazlalaşma” olmalıdır. Dünyâ’da üretilen ürünlerin % 90’ı aslında gerçek
ürünler ve ihtiyaçlar olmadığı gibi, ortaya konan bilgilerin bir-çoğu da
“gerçekten önemli ve ihtiyaç duyulan bilgiler” değildir. Olmasa da olur. İş ve üretim
konusunda da aynı; bir-çok şey üretilmiştir ve yeni-yeni gereksiz işler-meslekler
türemiştir. Çivi çakmasını bile bilmeyen mühendisler çıkmıştır meselâ ortaya. Genel
bilgiden yoksunluk, uzmanlaşmayı daha da arttırmaktadır.
Bu durum özellikle tıp
alanında kendini ziyâdesiyle göstermektedir. O kadar fazla ve gereksiz alanlar
ve uzmanlaşmalar çıkmıştır ki ortaya, biri diğerinin alanıyla ilgili neredeyse
hiç-bir şey bilmiyor. Dolayısı ile hastayı, sâdece kendisi ile ilgili olan
alanından bakarak tedâvi etmeye çalışıyorlar ve genel bilgiden yoksun
olduklarından dolayı da teşhisi eksik yada yanlış koyuyor, yada verdiği ilaçlar
vücûdun başka bölgelerinde yan-etkilere sebep olarak ârıza çıkarıyor. Bir-yeri
iyileştirirken (daha doğrusu iyileştirmeye çalışırlarken) başka yerleri
bozuyorlar. Tabî ki herkes kendi alanını daha iyi bilecek ama meselâ kadın
doğum doktorunun diğer alanlarda da genel bir bilgisi olmalıdır. Neredeyse iğne
bile yapamayacak doktorlar var. Hava atmaya gelince atıyorlar ama
sıkıştıklarında da; “ben o konunun uzmanı değilim” deyip işin içinden
sıyrılıyorlar. Uzmanı değilsen hiç mi anlamıyorsun?.
Meselâ
eskiden tıpta “bevliye” diye bir alan vardı ve böbreğe, idrar yollarına vs. o
bölgedeki her yere bakardı. Zamanla bevliye, üroloji ve nefroloji diye ikiye
ayrıldı ve kendi alanlarından uzmanlaştılar. Fakat burada da durmadı ki..
Üroloji daha sonra alt birimlere de ayrıldı: Kadın üroloji, Çocuk üroloji Androloji,
Üroonkoloji, Nöroüroloji, Endoüroloji ve taş hastalıkları. İşin
kötüsü bunlar birbirlerinin alanlarından aynı ölçüde anlamıyorlar. O ona
gönderiyor, diğeri öbürüne. Hastalar hasta-hânelerde perişân oluyorlar ve daha
da beter hastalanıyorlar. Hastaların hasta-hânelerde hastalıklarının artmasını
nedeni budur: Prosedür ve uzmanlaşma. Uzmanlaşmadan kaynaklanan aşırı bilgi,
doktorun hastaya aşırı teşhis koymasına ve hastaya daha fazla ilaç vermesine
neden oluyor. İlaç tüketimin ve ilaca bağlı yan-etkilerin ve yeni
hastalıkların artmasının bir nedeni de, işte bu aşırı uzmanlaşmadır.
Eski zamanlarda
ne doktorlar vardı.. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir
bakışta hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter
tavırlarıyla verdikleri güven ile birlikte, ilaçlar ve tavsiyeleriyle
uyguladığı tedâvi yöntemleri vardı. Tıp alanında her konudan anlarlardı. Bu
nedenle de daha iyi tedâvi oluyordu hastalar. Doğru teşhis ve yerinde tedâvi
ile çok az ilaç kullanılıyordu ve böylece çok az yan-etkilere mâruz kalınıyordu.
Şimdi artık muâyene de yok. Doktorların %95’i steteskop kullanmıyor. Steteskop
üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal
bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda doktorluk, reklâmı iyi yapılan,
maaşı yüksek olan bir meslek ve “üst düzey mêmurluk” olarak gösteriliyor ve tıp
öğrencileri de ilk-başta “para için” bu alana kilitleniyor. Çok az sayıdaki bir
kısım ilkeli insanları tenzih ediyoruz tabi. Doktorların bilgileri çok zayıf,
tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından yâni aşırı uzmanlaşma olduğundan dolayı doktorlar
da sâdece kendi alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya
çıkan yada çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve
hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara
yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan
doktorlar ise devlet hasta-hâneleri ve sağlık ocaklarında işin bürokratik
işlemlerini yapıyorlar, kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî “üst-düzey
mêmurluk” yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun
yanına takılmak yada eczâcı kalfası olmak yeterli. Cengiz Yakıncı:
“Aşırı uzmanlaşmanın yararları yanında bâzı ciddî
zararları da ortaya çıkmıştır. Aşırı uzmanlaşma sonucu hekimler insanları
iyileştirmekten çok hastalıkları iyileştirmeye odaklanmıştır. Sistem veya
hastalık-uzmanı olarak yetişmiş hekimlerin, hastaları bütün olarak
değerlendirilmesi zorlaşmıştır.
Tıp-fakültesi hasta-hânesi kliniklerine ayaktan tedâvi
olmak üzere gelen erişkin bir hastayı düşünelim. Hastalığının adı konulmadığı
için hangi kliniğe başvuracağını bilemiyor. Kâlp doktoru, ‘hastalığımı bilir’
diye düşünüyor. Kardiyolog sâdece kâlp-eksenli düşündüğü için ‘senin
hastalığının kardiyolojiyle ilgisi yok’ diye başka bir kliniğe gönderiyor. Bu
durumda hasta değişik klinikleri dolaşıyor. Sonuçta, gereksiz maddî ve mânevi
kayıp söz-konusu oluyor. Bu hastalar için önerilen çözümlerden biri
tıp-fakültesi hasta-hâneleri içindeki âile-hekimliği kliniğidir. Âile-hekimliği
belli bir sistem üzerinde değil, genel tıp konusunda uzmanlaştıkları için
hastaya bütüncül yaklaşıp teşhis koymada daha başarılı olmaktadır.
Tıp-fakültesi hasta-hânesine yatıp teşhisi belli olmayan erişkin bir hasta
düşünelim. Genelde bu hastaya sâhip bölüm bulunmakta zorlanılmaktadır. Sık
karşılaşılan bu sorun için aşırı uzmanlaşma nedeniyle zayıflamış genel
dâhiliye bölümlerinin güçlendirilmesi önerilen çözümdür” der.
Modern zihniyete sâhip
doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha
ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli
hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar. Uzmanlaşmada böyle
problemler ve çirkeflikler de çıkıyor. Zâten artık hastayı değil de, tahlil
kâğıdını tedâvi etmeye odaklanılmıştır.
Yâni uzmanlaşmanın bölücü
bir yanı da vardır. Uzmanlaşmada bir iş-bölümü vardır ve herkes “sâdece kendi
işine” bakar. Böylece bir robotlaşma meydana gelir. Bu uzmanlaşma batı
uygarlığından yâni modernizmden gelmiştir. Yoksa bizim medeniyetimizde bir İbn-i
Sinâ, bir Farâbi; hem filozof, hem ressam, hem şâir, hem müzisyen, hem
siyâsetçi vs’dirler. Atasoy Müftüoğlu:
“Teknolojik akılcılık, bilimsel-teknik uzmanlaşmayı
mutlaklaştıran teknokrasi, teknolojik ön-yargılar, insanlığa mekanik
kitle-katliamları çağını yaşattığı gibi, insâni vâroluşun ve değerler dünyâsının
parçalanmasını/yıkılışını da yaşattı. Osmanlı, Mısır, Îran hükûmetleri, 19’ncu
yüzyıl başlarında tıp, mühendislik ve askerlik konularında uzmanlaşmak,
Avrupa’da bu alanlarda gerçekleştirilen gelişmeleri tâkip etmek üzere;
Fransa’ya, İngiltere’ye, Viyana’ya yüzlerce öğrenci gönderdiler. Bu öğrenciler
ülkelerine döndüklerinde batı’lılaşmanın öncüleri oldular. Hangi alanda
olursa-olsun, uzmanlık, çok daha az şey hakkında daha çok şey bilmek anlamı
taşıyor” der.
Bir yazıda bu uzmanlaşma
konusunda şunlar söylenir:
“Durkheim, katı uzmanlaşmanın faydasından çok zararı
olduğunu dile getirmektedir, çünkü bir organın iş-bölümünde donup kalmasına neden
olabilmektedir. Durkheim’a göre yukarı toplumlarda bireylerin ödevi,
etkinliklerinin alanını genişletmek değil, onları yoğunlaştırıp
uzmanlaştırmaktır. Marx, iş-bölümüne “yabancılaşma” bağlamında bakar. Daha açık
ifâde edilecek olursa, yabancılaşmayı iş-bölümünün sonucu olarak değerlendirir.
Marx, iş-bölümü ile bozulmamış insanı “bütünsel insan” olarak tanımlamaktadır,
bu çizgide bütünsel insan, uzmanlaşmamış insandır. “Bütünsel insan, her-şeyi
yapabilecek insan değil, insanlığın aslına uygun olarak gerçekleştiren, insanı
tanımlayan etkinlikleri yerine getiren insandır” der. Marx’a göre, iş-bölümü
insanların bir-çoğunun yetenekleri doğrultusunda iş yapmalarına engel
olmaktadır. İş-bölümünün sonu yabancılaşmadır; çünkü kişi kendi çıkarını
toplumun çıkarı gibi ele alır. Aynı-zamanda birey, iş-bölümüyle kendi potansiyeline
de yabancılaşır”.
Aşırı uzmanlaşmada uzmanlar
birbirlerinin uzmanlık alanlarından anlamadıkları için genel bilgiye dayanan
şeyleri anlayamıyorlar ve bu yüzden yanlış teşhis-yargı ve uygulamalar
yapıyorlar.
Uzmanlıkta alt disiplinlere
inildikçe ihtisas sahaları iyice daralıp derinleşmekte ve böylece sâdece belli
bir mevzuda uzmanlaşan araştırmacılar, diğer alanlardan giderek
uzaklaşmaktadır. Bilginin aşırı yığılması, ihtisaslaşmayı bir yerde mecbûri
hâle getirince, bu-arada bütün gözden kaçmakta ve ıskalanmaktadır. Kendi
alanında uzman oldukları için ve icabında çarpıcı bilgilerle konuştuklarından
dolayı etkileyici oluyorlar ve insanlar onları dinlediklerinde iknâ oluyorlar,
beğeniyorlar ve keyif alıyorlar. Artık onları kafalarında bir kenara yazıyorlar
ve o kişi hangi alanda konuşursa-konuşsun, söylediklerini hemen baş-tâcı
ediyorlar. Artık uzman kişi uzmanı olmadığı alanlarda bile uzman kabul ediliyor.
Bir yazıda uzmanlık hakkında şunlar söylenir:
“Batı’lı teknik toplum için uzmanlık
can-alıcı önemdeydi. Ekonomik, zihinsel ve toplumsal alanlardaki bütün
yenilikler bir-çok farklı alanlarda belirli bir uzmanlığı zorunlu kılıyordu.
Farklı uzmanlıklar birbirine geçmişlerdi
ve giderek birbirlerine bağlanır hâle gelmişlerdi. Bir uzmanlık, farklı ve belki
de şimdiye dek bağı olmamış bir alanda bir diğerinin doğuşuna neden oluyordu.
Bu biriktirici bir süreçti. Bir uzmanlığın başarıları kullananlarınca bir başka
alanda artırılıyordu ve bu da gene onun kendi etkinliğini etkiliyordu. Araçlar
ve buluşların bir araya getirilişi insanları bir araya getirirken, yeni
uzmanlık da onları kaçınılmaz biçimde aynı yollara sürükledi. On yedinci
yüzyılla birlikte, batı toplumunun yüzüne damgasını vuracak olan uzmanlaşma
süreci kendini hissettirir oldu. Astronomi, kimyâ ve geometrinin farklı dalları
bağımsız olmaya başladı. Sonuç olarak günümüzde, bir alandaki uzmanın bir başka
alanda yeterliliğini hissetmesi olanaksız hale geldi, uzmanlaşma deneyimi,
uzmanlaşma sureciyle kuşatılmış insanların giderek artan biçimde görüntünün
tümünü göremez hâle gelmesi demekti”.
Aşırı uzmanlaşma, aslında
bütüncül bir alan olan İslâm ve ilâhiyat alanında da yaşanmaktadır. Böylece
Kur’ân, ilâhiyatçıların üzerinde çalıştığı ve inceden-inceye araştırılma
yapılan bir kitaba indirgenmektedir. Mehmet Akif Çeç bu konuda şunları söyler:
“İlâhiyat
akademyasının, modern akademik düzene entegre biçimde bir-çok disipline ve
alt-disiplinlere ayrılması, uzmanlaşmanın bu disiplinlerin kendi içinde de
oldukça atomize edilmiş spesifik alanlara bölünmüş olması ve bu
disiplinler-arası sınırların hayli keskin olması sebebiyle, bir-an için burada
tedris edilen tüm bilgilerin/bilimlerin sahih olduğunu varsaysak bile, bu
şartlar altında akademyadan ilim adamı/âlim yetişmeyeceği açıktır, ancak
‘profesyonel meslek uzmanı’ yetişebilmektedir. Hem branşı dışındaki diğer
ilâhiyat bilimlerinden hem de diğer bilimlerden kopuk, sâdece bir tek
disiplinin içinde, seçtiği bir yada bir-kaç spesifik konuda uzmanlaşmış olan
ilâhiyatçının; bu bölünmüş, parçalı, dar ve kopuk zihin ve bilgi anlayışı ile
hayâta, varlığa, âleme dâir bütüncül yeni tasavvurlar, içtihatlar ortaya
koyabilmesi; daracık bir uzmanlık alanı çerçevesinden her biri çok boyutlu,
birbiriyle bağlantılı ve derinlikli meselelere totâl, sistemsel çözümler üretebilmesi
imkânı olamayacaktır. Merkezî/üst bir paradigmadan yoksun bu bilgi anlayışı ile
bir ilâhiyat uzmanının, parçalar arasındaki koordinasyon ve korelasyonu
sağlayarak bütünü okuyabilmesi, mikrokozmozdan makrokozmoza kadar varlığa ve
âleme bir bütünlük içinde bakabilmesi, dolayısıyla bilgide tevhide ulaşabilmesi
söz-konusu olamayacaktır. Sonuç îtibârıyla, verili zihin ve epistemolojiyle
sahih yaklaşımlar ve çözümler ortaya konulma olasılığı da yoktur. İlâhiyatçının
(yada herhangi bir bilim-adamının) bağlı olduğu uzmanlık-alanı dışında başka
bir ilâhiyat alanına dâir ortaya koyduğu görüşlerin bile diğer alanlardaki
uzmanlar tarafından sınır ihlâli yada illegâl bilgi-yorum olarak
değerlendirildiği bir bilimsel zeminde, iddiâ edildiği ve zannedildiği gibi, yeni
moda ‘disiplinler arası koordinasyon’ yada ‘multi-disipliner yaklaşım’
söylemlerinin de bütüncül bir bakış ortaya koyabilmesi olası gözükmemektedir”.
Müslüman ilim-adamları,
belli bir alanda uzmanlaşmak yerine, pek-çok alanda bilgi-sâhibi olmak için
çaba göstermişlerdir. Eski Yunan düşünürleri de böyleydi. Kanımca doğru olan da
budur. İslâm’da “her alanda âlim” denilebilecek kişiler meselâ Mesûdî ve Birûnî’dir.
Hazerfen, “bin fenli”
demektir. Artık eskiden olduğu gibi “hazerfen”ler yoktur. Bunun nedeni aşırı
uzmanlaşmadır. Uzmanlaşanlar sâdece kendi alanlarında belli bir bilgiye ve
yeteneğe sâhiptirler. Bu durum bilgiyi çoğaltmakla birlikte, aynı-zamanda bir
“bilgi çöplüğü” de ortaya çıkarmaktadır. Çöplük hâline gelmiş bilgiyle kaliteli
düşünceler ve işler yapılamamakta ve sorunlar çözülememektedir. Aşırı
uzmanlaşma, sorunların çözülmeyip devâm etmesi ve bu-arada kapitâlizme kan
pompalanması içindir.
Uzmanlaşmaya izin vermeyen
alanlar da vardır. Siyâsette uzmanlaşmaya gerek duyulmaz meselâ. Yine; “herbalist”
denen bitki ile tedâvi sunan aktarlar da her hastalık hakkında bilgi sâhibidir.
Sonuçta aşırı uzmanlaşmanın,
yararından çok zararı olmuştur-olmaktadır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder