10 Ekim 2016 Pazartesi

Amel Îmandan Bir Cüz Değil Midir?


“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).

Tartışıla-gelen bir konu da, “amel îmandan bir cüz müdür?” konusudur. Yâni “amel olmadan îman olur mu, olmaz mı?” konusu. Aslında bu konunun tartışılmasını nedeni, Kur’ân değil, fıkıh mülâhazalarıdır. Yâni bağlı olduğu mezhebin görüşünden -en azından o konuda- ayrılamadıkları ve bu konuda söylenen şeye sıkı-sıkıya tâbi oldukları için ondan vazgeçemiyorlar, mezhebin o kuralına kıyamıyorlar. Zâten sâdece Hanefi Mezhebi’ne göre “amel îmandan bir cüz değil”dir. Mâlikî, Hanbelî ve Şâfî mezheplerine göre “amel îmandan bir cüzdür” ve bu şu şekilde söylenir: “Dil ile ikrar, kâlp ile tasdik ve organlarla amel etmektir”. Hanefi Mezhebi’nde ise son şart yoktur.

Şöyle derler: “Amel îmandan bir cüz değildir, çünkü kişi îman ettiği hâlde bir ameli yerine getiremeyebilir. Hasta ise oruç tutmayabilir, parası yok ise hacca gitmeyebilir, zekat vermeyebilir. Yâni bir zorunluluktan bahsediyorlar. Be kardeşim; bir zorunluluk olduğu zaman, haram olan “domuz” bile yenebiliyor ve kişi îmandan çıkmıyor. “Olağan-üstü durumlarda olağan-üstü kurallar geçerlidir” zâten. Bu nedenle örnek, konuyla ilişkili değildir. Mesele şu: “Normâl sağlığı yerinde ve aklı başında olan bir insan, îman ettiğini söylediği hâlde amel etmiyorsa da bir yanlışlık yok mudur?. Îman etmek ne demektir ki?. Kur’ân’da îman etmek hep “amel” ile birlikte, “sâlih amel” ile birlikte gelir. Çünkü ikisi aynı şeydir. Yâni îman, amel demektir. Îman etmek, amel işlemek demektir. Yoksa kuru-kuruya îman olmaz. Yine; “îman; dil ile ikrar, kâlp ile tasdikten ibârettir” diyorlar. İyi de, o îman kâlbe ne zaman yerleşmiş ki?. Ne yapmış da yerleşmiş?. Eğer bir şey yapmaya gerek yoksa, o îman herkese neden yerleşmiyor da herkes îman etmiyor?. İnsanların îman etmemesinin nedeni nedir?. Sâdece dil ile söyleniverilecek ve böylece îmanlı olunacaksa adam bunu niye söylemesin?.  

İman etmek için amele gerek yokmuş. Amel kişinin keyfine kalmış bir şey mi o zaman?. Ameli îman zorlar. Yoksa kimse amelde bulunmaz. Îman ne kadarsa, o oranda samîmi ve ciddî bir şekilde amel eder kişi ve hattâ bu uğurda malını ve canını bile fedâ edebilir. Yâni kişiyi amele-eyleme sevk-eden şey îmandır. Yoksa îman etmekle etmemek arasında nasıl bir fark olacak ki?. Gerçekten îman edip etmeyenler nasıl ayrılacak?. Mü’minin alâmeti fârikası ameldir. Meselâ namaz bir ameldir ve îmânın bir uzantısıdır. “Bu alanda münâfıklık yapılabilir” denilirse, infâk ve cihadı (kıtal) örnek verebiliriz. İşte infâk ve cihad gerçek bir îmânın olduğunu gösterir. Yoksa insan canını niye fedâ eder ki?. Kişiye canını fedâ etmeyi kolaylaştıran şey, âhirete olan îmânıdır. “Ben îman ediyorum” deyip de Allah’ın hiç-bir dediğini yapmamak nasıl bir îman ki?.

Şimdi karşımızda biri olduğunu varsayarak iki tâne soru soralım. Daha doğrusu aynı soruyu arka-arkaya iki kere soralım:

-Îman ediyor musun?.
-Evet.
-Îman ediyor musun?.
-Hayır.

Aynı kişi arka-arkaya sorulan “îman ediyor musun?” sorusuna, arkaya-arkaya evet ve hayır cevâbını verse, hangisini “doğru” kabûl edeceksiniz?. Amele dönmeden bu soruya doğru bir cevap verilemez-alınamaz. Bu nedenle îmânın olup-olmadığının ispâtı, insan katında (Allah katında değil), amel üzerinden gözükür. Allah da böyle bir îmandan râzıdır zâten. Yav bir insan tatlı uykusunu niçin böler de namaz kılar, Kur’ân okur?. Niçin 1 ay boyunca gündüzleri aç kalmaya râzı olur?. O zor görev olan hacca, üstelik onca para harcayarak niçin gider?. Canın yongası olan malını niçin infâk eder? ve duruma göre canını niçin ortaya koyar?. İşte bunları yapmasını îmânı zorlar. O hâlde îman, “zorlayan” şeydir. Zâten dinde, îmandan önce zorlama yoktur fakat kişi îman ettikten sonra ona sorumluluk yüklenir, yâni zora sokulur: “Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır” (Beled 11-14). Bunlar hep amel ile alâkalıdır. O hâlde oturulup durulan yerde îman etmek olmaz. Din-dışı olan konularda bile ferâgatte bulunanlar, îmanlarından dolayı değil, inançlarından dolayı ferâgat ederler. Tabi bu ferâgat şirk-merkezli olduğundan ameller boşa gider, o ayrı bir konu.

Allah sâdece dil ile yapılan kuru-kuruya îmânı kabûl etmiyor ve diyor ki:

“Ey îman edenler!, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin…” (Nîsâ 136).

Yâni Allah diyor ki: “Ey îman ettiğini zannedenler!; yada îmânın sâdece “îmân ettim” demekle olacağını zannedenler!; Îman etmenin gereği olan ameli yapınız ki gerçekten îmâna ermiş olasınız.

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

Îman etmek, “resmî İslâm toplumunda bulunmak”tan ibâret değildir. Ona “îman etmek” değil, “teslim olmak denir” diyor âyet. Ve diyor ki; “Ey teslim olanlar!, îman edin”. Peki nasıl olacak bu?. Tabî de amelde-eylemde bulunarak. Kur’ân’ın gereğini yerine getirerek.

Sâdece “îman ettim” demekle oluyorsa, dilsiz ve sağır olanlar îman etmemiş mi olacaklar?. Çünkü onlar o sözü söyleyemiyor. Peki onların îman edip-etmediklerini nereden anlayacağız?. Tabî ki onların amellerinden anlayacağız. Amelde bulunuyorlarsa îman etmişler demektir.  

Îmânın amelden bir cüz olmadığı söylemi herhâlde en çok da emperyalist zâlimlerin hoşuna gidiyordur. Çünkü sömürülerini bir amel-eylem ile karşılaşmadan istedikleri gibi yapabiliyorlar ve sürdürebiliyorlar bu felsefeye göre. Çünkü îmânın gereği olan amel yâni bir karşı-duruş görmüyorlar. Böyle-böyle o durum kanıksanıyor ve her sömürgene “hoş geldin” denmeye başlanıyor. Çünkü “îman başka amel başka” ya.. Ona karşı niye bir amelde bulunsun?. Onu karşı amelde bulunmaya ne zorlayacak?.

“Îman amelden bir cüz değildir” diyenler, “kişi ne yaparsa-yapsın îmandan çıkmaz demeye” getiriyorlar. Bu yüzden meselâ diyorlar ki: “Kişi babasını öldürse. Sonra babasının kafasını kesip kafatasından şarap kadehi yapsa, sonra da o kadehten şarap içip zil-zurna sarhoş olsa ve sarhoş kafayla anasıyla zinâ etse bile yine de îmandan çıkmaz. Hattâ îmânı azalmaz bile”. Zâten îman azalıp-çoğalan bir şey değildir bu düşünceye göre. Çünkü ne yaparsa çoğalacak ki?. Bu zihniyete göre îmânın amelle alâkası yok çünkü(!).

Yine diyorlar ki; “amel, îmânın bir parçası değildir”. Yâni, “insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dâhi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sâdece günahkâr olmuş olur”. İyi de kardeşim, ne yaparsa çıkacak îmandan bu kişi?. Şu şekilde çıkacak: “dili ile”, Allah’ı, Peygamberi, Kur’ân’ı (tabi hadisi de) inkâr ederse o zaman çıkar. Yâni îmâna dili ile girip dili ile çıkıyor. Yâni namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, zekat vermiyor, sarhoş edicileri kullanıyor, zinâ yapıyor, fâiz alıyor, yalan söylüyor, vs. vs. ama îman ettiğini dili ile söylüyorsa îmandan çıkmamış oluyor. Yav bunlar îmandan çıkmış olmanın “amelce”si, “eylemce”si. Bunlar yapılınca çıkılır îmandan zâten. Dili ile îmandan çıktığını ister söylesin, ister söylemesin. Aksi-takdirde münâfıklığa yol açılır ve Abdullah bin Ubey bin Selül’e rahmet okunur.

Cennete îman ile girilir. Îman etmeyenlerin cennete girmeleri söz-konusu değildir.

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

“Firavun îmânı” olan “son dakika îmânı” geçersizdir bilindiği gibi. Firavun’un son-anda dili ile yaptığı îmânını niye kabûl etmiyor Allah?. Çünkü Firavun ölmek üzeredir ve artık îmânın bir gereği olan “amel yapma” durumu kalmamıştır. İşte bu nedenle kabûl edilmiyor îmânı. Zâten ne de olsa Mekke müşriklerinde de kabûl edilmeyen bir îman vardır. Şirkle karışmış olan îman kabûl edilmez.  

Mustafa Tekin:

“Modern zamanlar söz-konusu olduğunda, seküler düşünce îman ile amel arasındaki ayrılıkların derinleşmesini giderek pekiştirmiştir. İslâm târihi boyunca temekküncü (mekâncı) düşünce ve görüşler, îman ile amelin (ki bunu dünyâ-görüşü ve onun gerektirdiği pratikler olarak da okuyabiliriz) bir-birinin kenarına düşmesini sonuçlamışlardır. Bir başka ifâdeyle, îman ve amelin bir-birini gerektirdiği gibi bir sosyâl ve siyâsal sonuçlar üretmemiştir. Buradan iki önemli sonucun ortaya çıktığını söyleyebiliriz; özellikle siyâsal, sosyâl, kültürel ve gündelik yaşamdaki pratiklerin îman ve dindarlıkla olan bağı sorunlu hâle gelmiştir. İkincisi de, bunun dolaylı bir sonucu olarak, insanın siyâsal, toplumsal bir özne olarak geri çekilişi söz-konusudur. Bu bağın sorunlu hâle gelmesi ve öznenin geri çekilişi, siyâsal ve toplumsal alanların hükûmet sürenlerce soğurularak bu alanların iktidarlarca temellük etmesiyle sonuçlanmaktadır. Öte yandan siyâsete ve toplumsallığa katılması gerekenler de, bu görevlerine merkezî iktidârın vesâyet etmesine râzı olmuşlardır” der.

Îmân ayrı, amel ayrı görüldüğünde, îman etmesine rağmen çirkefçe ve adâletsizce işler yapanların bu yaptıklarına kendi tarafında olanlar ses çıkarmıyorlar. Yâni îman ediyorlar ama eylemlerini şeytana-tâğuta göre yapıyorlar.

Mehmet Okuyan:

“Bir inanç, sâlih-amel ile desteklenirse ona “îman” derler. Bir davranış da, îmanlı yapılırsa, ona sâlih-amel derler. Îman ve sâlih-amel, aynı hakîkatin iki parçasını oluşturur. Biri diğerinden bağımsız değildir. Sâlih-amel yoksa o inanca “îman” demezler” der.

Ne kadar samîmi yapılsa da, “sâlih-amel ile birlikte olmayan îman söylemi” geçersizdir. Aksi-hâlde Firavun’un “îman ettim” demesi geçerli olurdu. Zîrâ Firavun bu söylemi “ölürken son-dakîkada yapmıştı. Bu nedenle “îman ettim” demesi samîmi idi.

İmam-ı Rabbâni hazretleri buyuruyor ki:

“İslâm’la küfür birbirinin zıttı, tersidir. Birinin bulunduğu yerde öteki bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey bir-arada bulunamaz. Birine kıymet vermek, ötekini aşağılamak olur” der.

Amel îmandan bir cüz olmadığında; îman etmeden önceki durumla, îmandan sonraki durum arasındaki nasıl bir fark olur?. Adam hiç-bir amel yapmıyor diyelim; îman etmeden önce de îman ettim dedikten sonra da bir şey değişmeyecek o zaman. Îman etmeden önce de, îman ettikten sonra da hiç-bir şey yapmıyor. O zaman îmân etmenin ne gibi bir faydası ve etkisi olacak ki kişiye?.

Amel îmandan bir cüz olmadığında, îmanın artıp azalması da söz-konusu olmaz . Hâlbuki Kur’ân îmânın artıp-azalmasından bahseder:

“Mü’minlerin kâlplerine, îmanlarına îman katıp-arttırsınlar diye, güven duygusu ve huzur indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Fetih 4).

Seyyid Kutub, şehâdetin de bir ispât ve amel olduğundan şu şekilde bahseder:

“Yazarlar çok büyük işler yapabilirler fakat bir şartla; fikirlerinin yaşaması için kendi nefislerini feda ederler, fikirlerinin yaşaması için kendi nefislerini fedâ ederlerse, fikirlerini elleriyle ve kanlarıyla beslerlerse, hak belledikleri sözün uğrunda kanlarını akıtırlarsa. Fikirlerimiz ve onları dışa aksettiren sözlerimiz ruhsuz ceset gibidirler. Onu ne zaman kanımızla ve canımızla sulayarak beslersek canlanır ve dirilerin zümresine girerler” der.

Amelin eşlik etmediği bir îman söylemi, herhangi bir değere hâiz değildir.

Kaînâtın tümü “şuursuz îman eden” mü’minlerdir.  Tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi hareket ederler, amel ve eylemde bulunurlar. Bu amel, hiç şaşmadan devâm etmektedir. Kâinât hayâtiyetini, bu îmâna bağlı amel-eylem ile sürdürür. Bu îman amele-eyleme dönmese yada amel ve eylemde bulunmayı bıraksa, bir “füzyon” ile kâinatın sonu gelirdi. Demek ki amel-eylem olmadığında bir içe-çöküş kaçınılmazdır. 

İmtihan sâdece dil üzerinden yapılmaz, hattâ dil ile söylemek çok da önemli değildir. İmtihan, amel üzerinden yapılır.

Îman bir iddiâdır ve ispât ister. O ispat, amel ile olur ancak. Allah için amelde bulunmayanlar, başkalarının ameliliğini yaparlar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2016




1 yorum:

  1. (AL-İ İMRAN 3:135) Ve "çirkin bir hayasızlık" işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? BİR DE ONLAR YAPTIKLARINDA (KÖTÜ ŞEYLERDE) BİLE BİLE ISRAR ETMEYENLERDİR.

    YanıtlaSil