27 Şubat 2023 Pazartesi

Kur’ân’da Aklı Aşan Âyetler

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus100).

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103).

 

İslâm’a göre akıl mutlakâ işletilmesi gereken bir şeydir. Akıl işletilmediği takdirde insanın hayâtı alt-üst olur ve üzerine “pislik” yağmaya başlar. Aklın mutlakâ işletilmesi noktasında sorun yoktur. Fakat aklın, vahyin kontrôlünden çıkıp da şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmesiyle birlikte ilahlaştırılması ve aklı her-şeyin üzerinde görmek durumu da vardır ki sorun buradadır. Üstelik kendilerini müslümanlar olarak tanımlayanlar da vahiy yerine aklı merkeze almışlar ve aklı en değerli ve ilk dayanak olarak kabûl etmektedirler. Bu bağlamda aklı vahyin de üstünde görmekteler ve akıl ile her-şeyin çözülebileceğini, aklın işletilemediği bir alanın olmadığını söylerler. Böyle olunca akla uymayan, vahiy dâhil her-şeyi ya inkâr ederler yada akla uydurana kadar aşırı yoruma boğarlar. Tabi uydurmaya çalıştıkları akıl, mevcut modern zamânın, mekânın, tasavvurun, düşüncenin, söylemin ve eylemin sonucunda şekillenen akıldır. Yoksa akıl ilk baştan bêri hiç değişmeyen, yanılmayan ve şaşmaz bir cevher değildir. Akıl eğer Allah ve vahiy-merkezli değilse mutlakâ şeytan, nefs, haz, ve tâğutların yönlendirmesindedir. Bu da aklın, “zamânın nesnesi” olduğu anlamına gelir.   

 

Oysa dediğimiz gibi, akıl, şaşmaz-yanılmaz bir kuyumcu terâzisi değildir. Bâzen saçma-sapan akıl yürütmeler de yapar ve hattâ şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü ve yönlendirmesiyle sapıklığa meyleder: “Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor?. Yoksa onlar azgın bir kavim midir?” (Tûr 32). Bu nedenle Kur’ân boyunca “temiz akıl-sâhipleri” ifâdesi kullanılır. Çünkü her akıl-sâhibi “temiz akıl-sâhibi” değildir. Kur’ân ancak, temiz akıl-sâhipleri için bir hidâyet ve zikirdir: “(Ki o,) temiz akıl-sâhipleri için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir” (Mü’min 54). Şu da var ki, akıl erdirebilmek için “temiz bir kâlple ve sağlam bir îmân” ile “bilenlerden” olmak gerekir. Kişi bilmediği şey üzerinde akıl yürütemez: “İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez” (Ankebût 43). Fakat aklı sonsuz bir hakîkat ve şaşmaz-yanılmaz bir cevher olarak görenler, îmânı hesâba katmazlar da şöyle derler: “Ve (yine) onlara: ‘İnsanların îman ettiği gibi siz de îman edin’ denildiğinde: ‘Düşük akıllıların îman ettiği gibi mi îman edelim?’ derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük-akıllılardırlar; ama bilmezler” (Bakara 13). Îman ve sâlih amel olmadığında akıl kısır ve zayıf kalır ve gerektiği gibi kullanılamaz.  

 

Îman ve de sâlih amel olmadıktan sonra akıl erdirmek tek-başına işe yaramaz. Hem doğru akıl yürütme yapıldığını hem de aklın temiz olduğunu gösteren şey sâlih ameldir. Çünkü aklı işletmek tek-başına yeterli değildir ve akıl erdirdikten sonra da kayanlar ve sapanlar olabilir: “Siz (müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor musunuz?. Oysa onlardan bir bölümü, Allah’ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile-bile değiştiriyorlardı” (Bakara 75). Allah’a değil de atalarına, şeytana, nefislerine ve tâğutlara uyanlar doğru yolda olduklarını zanneden zavallılardır. Çünkü “ata”larının hep doğru yolda olduklarını ve akıllarını en doğru şekilde işlettiklerini zannederler: “Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170). Bunun nedeni, inkâr üzere olmalarıdır. İnkâr edince sağır, dilsiz ve kör olurlar, yâni hiç-bir insânî yeteneklerini kullanamaz ve akıllarını işletemez hâle gelirler: “İnkâr edenlerin örneği, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veyâ bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler” (Bakara 171).

 

“…Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez” (Mâide 103).

 

İnsan ne kadar akıllı olursa-olsun, îmân ve onun doğal sonucu olan sâlih ameller işlemediğinde mecbûren yanlış sonuçlara ulaşacaktır:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü-biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp-biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp-biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Üstün zekâya sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını nakil-merkezli olarak kullanmayıp da nefis-merkezli kullanınca, vahyin âyetleri belki de zihnini ve kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına endekslenmiş olan beynini yâni akıl, zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı, apaçık bir nûr olan âyetler için, “eskilerin masalları” deyivermişti.

 

Akılla her-şeyin bilinip çözülebileceği inancı bâtıldır. İnsanlık târihinde insanın başına gelen zulümler ve kötülüklerin yarısı “aklı kullanmamaktan dolayı” ise, yarısı da “aklı nefis-merkezli kullanmaktan dolayı”dır. Akıl, nakilsiz yâni vahiysiz kullanıldığında yanlış işletileceği için mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder ki modern zamanlarda nakli inkâr ve iptâl edenlerin “akıllarını kullanarak yaptıkları zulümler”, tüm insanlık târihinde meydana gelen kötülüklerden ve zulümlerden kat be kat fazladır.

 

Akıl maddî ve dünyevî alanda iş yapar ve zâten sâdece bu alanda çalışabilir. Aklın sınırı “gaybın kapısı”dır. Akıl buraya gelince çâresizdir ve susmak zorunda kalır. Kur’ân da gaybî bir îman konusu olduğu için, akıl, Kur’ân’ın bir-çok âyeti karşısında yetersiz ve çâresiz kalır. Zirâ genel anlamda tüm vahiy, özel anlamda Kur’ân âyetlerinin bir-çoğu akla aykırı olmasa da akıl-üstüdür. Meselâ tüm hurûf-u mukattâ âyetleri böyledir. Akıl, hurûf-u mukattâ âyetleri karşısında sus-pus olur. Kur’ân’da 29 sûre hurûf-u mukattâ ile başlar. Bunlar şöyledir:

 

Bakara 1: Elif Lâm Mîm. Âl-i İmrân 1: Elif Lâm Mîm. A’râf 1: Elif Lâm Mîm Sâd. Yûnus 1: Elif Lâm Râ. Hûd 1: Elif Lâm Râ. Yûsuf 1: Elif Lâm Râ. Ra’d 1: Elif Lâm Mîm Râ. İbrâhîm 1: Elif Lâm Râ. Hicr 1: Elif Lâm Râ. Meryem 1: Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd. Tâ-hâ 1: Tâ Hâ. Şu’arâ 1: Tâ Sîn Mîm. Neml 1: Tâ Sîn. Kasas 1: Tâ Sîn Mîm. Ankebût 1: Elif Lâm Mîm. Rûm 1: Elif Lâm Mîm. Lokmân 1: Elif Lâm Mîm. Secde 1: Elif Lâm Mîm. Yâsîn 1: Yâ sîn. Sâd 1: Sâd. Mü’min 1: Hâ Mîm. Fussilet 1: Hâ Mîm. Şûrâ 1:-2- Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf. Zuhruf 1: Hâ Mîm. Duhân 1: Hâ Mîm. Câsiye 1: Hâ Mîm. Ahkâf 1: Hâ Mîm. Kâf 1: Kâf. Kalem 1: Nûn.

 

Bu âyetlerin hepsi mecbûren akıl-üstüdür. Bâzı yorumlar yapılsa da bu âyetlerin net ve kesin bir yorumu yapılamamaktadır. Zâten yapılması da istenmemektedir. 

 

Yine aklın, söylenenleri dinleyip anlasa da, söylenenler üzerinde bir değerlendirme yapamadığı akıl-üstü âyetler vardır. Bunların en meşhûru Nûr Sûresi 35. âyettir:

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da, batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Biz bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda âyetin ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor, yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek ve aklın kesin bir değerlendirme ve tanım yapamayacağı akıl-üstü olan Allah’ın varlığıdır. Kanımca bu âyet bize Allah’ın ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için inmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir anlam veremediğimiz gibi, gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve anlatamayız. Akıl, Allah’ı görse bile O’nun hakkında bir tanım yapamaz. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur.

 

Bir de “müteşâbih” denen âyetler vardır ki, bunlar aklı aşan ve te’vilini sâdece Allah’ın yapacağı âyetlerdir:

 

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

 

Kur’ân’da sözlük anlamları bilinmesine rağmen bâzı kavramlara Rabb’ca diyebileceğimiz yeni anlamlar yüklenmiştir ve bu anlamları tüketebilmek mümkün değildir.

 

Kur’ân’ın büyük kısmı muhkem yâni “anlaşılır ve açıklanır” olsa da müteşâbihler de vardır ve müteşâbih âyetleri ise ancak Allah bilir ve ilim-sahipleri de bunu tasdik eder. Bu âyeti; “Allah ve ilim-sâhipleri bilir” diye çevirmek yanlıştır. Kur’ân’ın mübîn olması daha çok muhkem âyetler içindir ve müteşâbih âyetler ise lafız olarak anlaşılır olsa da idrâk etme noktasında insanın idrâk ve anlayış düzeyini aşar.

 

Evet; bu âyet 1.400 yıldır okunup yorumlanıyor ama idrâk noktasında bir kesinliğe ulaşılmış değildir. Çünkü akıl-üstü âyetler idrâk etmeye müsâit değildir. Demek ki Kur’ân’da, okunduğunda yada dinlenildiğinde hiç anlaşılamayacak âyetler olduğu gibi, ne dediği anlaşılmasına rağmen idrâk edilemeyecek âyetler de vardır. Çünkü Kur’ân akıl-üstüdür, idrâk-üstüdür, tüketilemez, bitirilemez.

 

Kur’ân’da mûcize âyetleri de akıl-üstüdür, zâten akıl-üstü olduğu için mûcizedirler. Modernistler mûcize âyetlerini akla, mantığa, modern-bilim ve teknoloji ile açıklamaya çalışa-dursunlar, yapılan yorumlar âciz yorumlar olmaktan kurtulamamaktadır. Zîrâ mûcizeyi açıklamaya çalışmak kişiyi mecbûren âcizliğe düşürür. Kur’ân’da akıl-üstü olan mûcize âyetleri şunlardır:

 

Tâ-Hâ

 

17- Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?.

18- Dedi ki: O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.

19- Dedi ki: Onu at, ey Mûsâ.

20- Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş).

21- Dedi ki: Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.

22- Elini koltuğuna sok, bir hastalık olmadan, başka bir mûcize olarak bembeyaz bir durumda çıksın.

23- Öyle ki, sana büyük mûcizelerimizden (birini) göstermiş olalım.

 

Şuârâ

 

32- Bunun üzerine âsâsını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi.

33- Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için parlayıp aydınlanıvermiş.

 

61- İki topluluk birbirini gördükleri zaman Mûsâ’nın adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler.

62- (Mûsâ) ‘Hayır!’ dedi. Şüphesiz Rabbim benimle berâberdir; bana yol gösterecektir.

63- Bunun üzerine Mûsâ’ya: ‘Âsanla denize vur’ diye vahyettik. (Vurdu ve) deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.

64- Ötekileri de buraya yaklaştırdık.

65- Mûsâ’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk.

66- Sonra ötekileri suda boğduk.

 

Neml

 

40- Yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: ‘Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim’. Derken (Süleyman) onu (tahtı) kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağan-üstü olay gerçekleşti).

 

Kehf

 

11- Böylelikle mağarada yıllar-yılı kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik).

 

Bakara

 

72- Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz ve bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Oysa Allah, gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı.

73- Bunun için de: ‘Ona (cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun’ demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini gösterir; ki akıllanasınız.

 

259- Yada altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?). Demişti ki: ‘Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?’. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) dedi ki: ‘Ne kadar kaldın?’. O: ‘Bir gün veyâ bir günden az kaldım’ dedi. (Allah ona:) ‘Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir-araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?’ dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: (Artık şimdi) biliyorum ki gerçekten Allah, her-şeye güç yetirendir.

 

Âl-i İmran

 

38- Orada Zekeriya Rabbine duâ etti: ‘Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duâları işitensin’ dedi.

 

40- Dedi ki: ‘Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?’. ‘(Bu) böyledir’ dedi, Allah dilediğini yapar.

 

47- Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir? dedi. ‘(Bu) böyledir’ dedi: Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.

48- Ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.

49- İsrâiloğullarına elçi kılacak” (O, İsrâiloğullarına şöyle diyecek:) Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah’ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir âyet-mûcize vardır.

 

59- Şüphesiz, Allah katında Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ demesiyle o da hemen oluverdi.

 

Mâide

 

110- Allah şöyle diyecek: Ey Meryem-oğlu Îsâ!; sana ve annene olan nîmetimi hatırla. Ben seni Rûhû’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayâta) çıkarıyordun. İsrâiloğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, ‘şüphesiz bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi (de) İsrâiloğullarını senden geri püskürtmüştüm.

 

Tahrîm

 

12- İmran’ın kızı Meryem’i de (hatırla). Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.

 

Gerek kâinâtın gerekse bitki, hayvan ve insanın yaratılışıyla ilgili âyetler de aklı aşan âyetlerdir. “İlk yaratılış” hakkındaki tüm âyetler aklı aşana âyetlerdir. Yine şu âyetler de aklı aşan âyetlerdir:

 

“Sana rûh’tan sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).

 

“Rahmân (olan Allah) arşa istivâ etmiştir” (Tâ-hâ 5).

 

Kur’ân’da söylenen emir ve yasaklar, yapılması emredilen ibâdetler de akıl-üstüdür. Çünkü emredilenlerin ve yasaklananların ve de yapılması istenen ibâdetlerin bir-çoğu akla ve mantığa uymaz. Meselâ namaz kılmak için uykunun bölünmesi akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü uykunun bölünmesi normâl değildir. Yine sabahtan akşama kadar aç ve susuz kalmak hele uzun ve çok sıcak yaz aylarında oruç tutmak akla ve mantığa aykırı olduğu gibi vücûda bir miktar zarar da verir. Zekat, sadaka ve infâk etmek paranın ve malın eksilmesi demek olacağı için akla ve mantığa aykırıdır. Büyük miktarda para ve zaman harcayarak Hacca gitmek de akıl ve mantık-dışıdır. Hele ki milyonlarca sayıdaki kalabalık arasında bulunmak, üstelik Arabistan sıcağında bağıra-bağıra saatlerce yol yürümek akla ve mantığa terstir. Milyonlarca hayvanı bir günde kesmek ve ortalığı et ve kan kokusuna büründürmek de akla uygun değildir. Büyük risklere girerek toplumda câri olan düzene karşı çıkmak, bu düzeni eleştirmek, îtirâz ve isyân etmek olacak iş değildir. Malını-mülkünü mü’min kişilerle paylaşmak, doğduğun-büyüdüğün vatanı terk ederek hicret etmek, başkasını kendine tercih etmek, büyük devletler varken bir devlet kurmaya çalışmak, yeterli güce sâhip olunmamasına rağmen savaşa çıkmak, Allah için, dâvâ için malını ve canını ortaya koymak, savaşta yaralanmak ve ölmek, Allah için de olsa alışkanlıklardan vazgeçmek, îcâbında ana-babayı, eşi-dostu, hısım-akrâbayı karşına almak, bedenin zevklerinden vazgeçmek, olmadık devrimci söylemlerde ve eylemlerde bulunmak, öldükten sonra başka bir âlemde ve mekânda dirileceğine ve sonsuz cehennem ve cennetin varlığına inanmak akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü bu söylediklerimiz akıl-üstü olan şeylerdir ve bunlar akıl ve mantık ile değil, ancak îman ile yerine getirilebilir. Allah’ın dîni ve dâvâsı için malları ve canları ortaya koymak ve her-şeyden vazgeçebilmek aklın yapabileceği şeyler değildir ve bunlar ancak îmânın gücü ile yapılabilecek işlerdir. Bunları insana yaptıran şey akıl değil îmandır. Aklın bunları yapmaya-yaptırmaya gücü de yetmez, çapı da yetmez.

 

Aklı, mantığı ve zekâsı üstün olanların değil, îmânı ve takvâsı üstün olanların yapabileceği şeylerdir bunlar. Bu bahsettiklerim, aklını, zekâsını ve mantığını ilahlaştırmış olanların zinhar yapamayacağı şeylerdir. Bu nedenle de onlar, kendileriyle çelişmemek için, bu âyetleri -işkence ederek de olsa- aşırı yoruma boğmak ve şeytana, nefse, hazza, tâğutlara, akla, mantığa ve mevcuda düşüncelerine, inanışlarına ve yaşam-şartlarına uydurmak zorundadırlar.

 

Evet; Allah, âhiret, melekler, vahiy ve peygamberlik gaybî konulardır. Akıl ve mantık bu konuda çalışmaz ve işlemez. Burada insana gerekli olan tek şey îmandır. Akıl, akıl-üstü olana teslim olmak zorundadır. Zâten akıl ancak îmânın yâni akıl-üstü olanın yönlendirmesinde olunca doğru çalışır ve yararlı işler yapabilir. Aksi-takdirde yakın-uzak vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder