“…Sen,
Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın
sünnetinde kesinlikle bir sapma da bulamazsın” (Fâtır 43).
“O, biri
diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân
(olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).
Hemen
söyleyelim ki bahsettiğimiz yenilik, bâtıla doğru meyleden ve “bambaşka bir
şekle dönüşme” anlamında olan yeniliktir. Yoksa arka-arkaya yüzde-yüz aynı olan
bir şey hiç-bir zaman olmamıştır kâinatta, çünkü Allah her-an yeni bir iştedir
ve birbirine mutlak anlamda benzer olmayan yeni yaratışlar yapıp-durmaktadır.
Bir fabrikada milyonlarca sayıda üretilen gazoz kapaklarının bile hiç-biri birbirinin
tam olarak yüzde-yüz aynısı değildir. Fakat Allah’ın kâinat ve madde formatında
yarattığı varlıkta, öyle “başkalaşma” anlamında değişimler de yaşanmaz. Çünkü
Allah tam ve eksiksiz yaratır. Eksiksiz, kusursuz ve mükemmel olanda bir
yeniliğin olmasına gerek yoktur. Çünkü kâinatta ve Dünyâ’da her-şey
yerli-yerindedir ve en mükemmel hâlindedir. Üstelik -insanlar arasındaki işler
hâriç- kâinattaki bu nizam ve düzen hiç-bir zaman bozulmaz. Fakat insanlar,
şeytan ve nefsin etkisiyle kendi aralarındaki nizâmı ve düzeni genelde
bozarlar. Peki bu bozulma ne olunca olur?. Şeytan ve nefs insana ne olursa ve
ne zaman etki eder?.
Bozulma,
başkalaşma ve bâtıla doğru değişme ve yeni şeylerin ortaya çıkması, tüm
varlıkta olduğu gibi, insanların da Allah-merkezli bir tasavvur, düşünme,
konuşma, yazma ve amel-eylem hâlinde olmamalarından dolayı olur. Ne zaman ki
insanlar Allah’a, vahye ve peygamberlere göre değil de, şeytana, nefse ve
tâğutlara göre düşünürler, konuşurlar ve eylemde bulunurlarsa bozulma
kaçınılmaz olur ve bu bozulmaya göre de yeni şeyler ortaya çıkar ki bu yeni
şeyler hak-merkezli olmadığı için bambaşka bir değişmeye sebep olur. Modernizm
işte böyle bir değişmenin ve dönüşmenin sonucudur. Böyle bir değişimin
sonucunda her-şey yeni olana göre düzenlenmeye başlanır. Hattâ din yâni İslâm
bile bu yeni mevcuda uydurulmaya çalışılır ve “artık her-şey değişti, yeni
şeylere göre konum almamız, yeni şeyler söylememiz, yeniye uymamız ve yeniyi
kazanımımız olarak görmemiz gerekir” denmeye başlanır. Böylece merkezde olan
yeniye göre din de değiştirilmeye ve yenilenmeye çalışılır. Lâkin vahiy Allah
tarafından korunduğu için bunun olmasına izin verilmez ve Allah’ın lâyık
bulacağı ve râzı olacağı mü’minlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bâtıldan hakka
doğru bir değişim ve dönüşüm olur. Hak ve hakîkat ortaya konduğunda ve hâkim
kılındığında da doğal, normâl ve fıtrî döngü yeniden kurulur ve korunur.
Böylece “yeni”den, “yeniden”e doğru bir süreç izlenmiş olur. Demek ki İslâm’da
“yeni”ye doğru değil, “yeniden”e doğru bir süreç olabilir.
Tüm
kâinâtın olduğu gibi insanın da değişmeyen yada çok da farklılaşmayan bir
doğası vardır. Bu doğa tüm zamanlarda ve mekânlarda aynı yada benzerdir.
O-hâlde bir zaman önce yaşanmış hayatlar ile bir zaman sonra yaşanmış hayatlar
birbirlerine benzeyecektir. Bu nedenle sorular ve sorunlar da benzer olacak,
dolayısıyla da yüzde-yüz farklı sorular ve sorunlar ortaya çıkmayacaktır. İnsanın başına gelebilecek olaylar
sonsuz çeşitlilikte değildir ki!. Olaylar ve olgular târihte her zaman aynı
yada benzer şekilde tekerrür eder. Çünkü doğa da bir zorunluluğa tâbidir.
Yağmur yağar, Güneş açar ve bitkiler çıkar vs. Kevnî âyetler değişmez, o yüzden
indirilmiş şeriat da değişmez. O-hâlde doğal durumda insanların genel
yaşam-şekillerinde de pek bir değişiklik olmaz. Belki sâdece çok az bir
farklılık olabilir. Bu farklılaşma aşırılaştığında insana zarar verecek
sonuçlar açığa çıkar.
Kur’ân yâni kavlî âyetler de böyledir,
değişmez. O yüzden şeriatta da fazla değişiklik olmaz. Toplumda da -sünnetullah
değişmeyeceği için- sanıldığı gibi öyle çok fazla bir değişim olmaz. Eğer
oluyorsa bu hak-merkezli bir değişim değildir ve bâtıl-merkezli bir değişim
ortaya çıkmış demektir. Bâtılın ortaya çıkardığı a-normal bir yaşam-şekli
içeren modernizm; şeytanın, nefsin ve tâğutların birlikte ortaya çıkardıkları
bir sapkınlıktan başkası değildir. Modernizm yeni bir sapkınlıktır,
yenilenmeyle ortaya çıkan bir sapkınlık. O-hâlde yapılması gereken şey
“modernizme uygun yeni bir şeriat çıkarmak” değil, modernizmi bir-an önce
ortadan kaldırmak ve İslâmî düzeni “yeniden” hâkim kılmaktır. Yeniden İslâmî
düzene dönmek sürecinde her-şey elbette Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapılacaktır.
Dünyâ, hayat ve insan yeniden ıslah edilecek ve yeniden yörüngesine
sokulacaktır.
İslâm’ın
hiç-bir sâbitesi yokmuş gibi davranılamaz. İslâm’ın sâbiteleri Kur’ân bütünlüğü
içinde vahyin tamâmıdır. Çünkü İslâm’da Kur’ân’ın zamâna ve mekâna uyması
değil, tam-tersine, zamânın ve mekânın Kur’ân’a uyması esastır. Uymayan yönler
değiştirilir, uyan yönler gerekiyorsa ıslah edilerek kabûl edilir. Değişimin
koordinatlarını zaman ve mekân değil, vahiy belirler. Çünkü vahiy bu nedenle
indirilmiştir. O-hâlde yapılacak olan şey, “zamâna ve mekâna göre” İslâm’ın
hükümlerinin değiştirilmesi değil, zamânın ve mekânın “İslâm hükümlerine ve
şeriata göre” değiştirilmesi, ıslah edilmesidir. Çünkü insanlık târihi boyunca gönderilen
peygamberler böyle yapmıştır. İslâm’ın amacı ve hedefi budur.
İbn-i Hâldun: “Târih; tekrar-tekrar
sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rôl alanlar değişse de, senaryo değişmez”
der. İbn Hâldun, Mukaddime’de şu
tezi savunmuştur:
“Târih, yaşanan zamânın ve hâlin bir aynasıdır. Günümüzde ne olmakta ise, geçmişte de o
olmuştur. Târihî hadiselere hâkim olan kânunlar hiç-bir zaman değişmez
ve her-zaman aynıdır. Hâl de mâziyi aksettirir. Esâsen, yaşanan hayâtın geçmişe
intikâl eden kısmına ‘târih’ denir ve insanlığın hayâtı geçmiş, hâl ve geleceği
ile bir bütündür. Onun için günlük hayâtımızı geçmişten tecrid edemeyiz. Târihi
ve geçmişi iyi öğretmek, hâl ve istikbâl hakkında sağlam tesbitler ve doğru
teşhisler yapılmasına imkân verir. Mâzi hâlin, hâl de mâzinin şâhidi ve
delîlidir”.
Dünyâ’nın ve
tüm varlığın formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular
belli bir sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da
temel ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez.
Azapla cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü
gibi peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve
hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez
olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz
çeşitlilikte olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve
olgular yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri
bellidir ve bu yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların
olaylara ve olgulara karşı vereceği tepki de temelde aynı ve benzer olacak ve
sâdece görünümde küçük farklılıklar olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek,
aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla İslâm’da “yeni” diye bir şey yoktur fakat
“yeniden” vardır. Peygamberimiz Hz.
Muhammed bir “yenilikçi” değildir. Hiç-bir peygamber yenilikçi değildir. Çünkü
İslâm eskiyecek bir din değildir. Fakat Allah, peygamberler gönderip ifsâd
edilen dîni, indirdiği vahiyler ile yeniden rayına sokar ve düzenler.
En son inen
vahiy olan Kur’ân ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve
olgular, Dünyâ’da insanların yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli,
olaylar ve uygulamalar olacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da
ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular, daha önce benzerleri yaşanmış ve
görülmüş olan benzer olaylar ve olgular olacaktır. Bu nedenle Kur’ân tüm zamanlara
ve mekânlara aynı reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda
ve mekânlarda geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları
gelenek ve örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara
inen vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecek demektir
ki yenilikten bahsedip duranlar üstü-kapalı şekilde bunu söylerler. Fakat
peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da
düzelterek ortaya koydukları eylemler, vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir.
Vahiyden daha üstün bir şeyin ortaya konulup uygulanması mümkün değildir. Hele
insanın ve aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.
İmam Mâlik
şöyle der: “İslâm’da bir bid’at çıkaran ve sonra da bunu güzel gören kimse,
Resûlûllah’ın peygamberlik ve dîni-tebliğ konusunda hıyânette bulunduğunu
söylemiş olur. Oysa Cenab-ı Hak: ‘Bugün dîninizi tamamladım ve ikmâl ettim’
(Mâide 3) buyurmuştur. Bu âyetin nâzil olduğu gün din’den olmayan şey, bugün de
din’den değildir”.
Selefiye’ye göre âyet ve hadislerin mânâları,
“sahabenin anladığı kadar”dır. Ashab, naslardan ne anlamışsa İslâm odur. Bunun
dışında kalan rey, kıyas; te’vil, tefsir, icmâ ve ilham din’den değildir. Said
b. Cübeyr (öl. 95/714) şöyle demiştir: “Bedir Savaşı’nda bulunan sahabenin
bilmediği şey din’den değildir”. Selefe göre “en doğru söz (Kur’ân)” söylenmiş,
“en güzel iş (Sünnet)” yapılmıştır. Onun için bunları nâkl, rivâyet ve hikâye etmekten
ve onlara göre hareket etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bu sebeple
“İslâmî ideâl” zaman îtibârıyla “ileride” değil, “geride”dir. “İdeâl cemiyet
nizâmı ilerde inşâ edilecek” değildir, “geçmişte inşâ edilmiştir”, o temele göre günümüzde veyâ gelecekte bir
nizâm kurulmalıdır.
İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten
modernliğe doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir
varlık olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana
gönderdiği vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik
farkı olmaz. Târihte, ilerleme diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm
gerçekleşene kadar olan bir değişim vardır. Her değişim “ilerleme” demek
değildir. Bozulmanın sonucunda ortaya çıkan “yeni”yi düzelterek ve ıslah ederek
“yeniden”e döndürmek yâni İslâm-merkezliliğe çevirmek esastır.
Modernizmi “insanlığın geldiği son
sınır” ve “en ileri nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve
toplumunun (daha genel anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir peygamber, insan ve
toplumun) bütün insan ve toplum gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün
değildir” demelerinin bir anlamı yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya
koyduğu referans tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ
din tamamlanmıştır ve yepyeni bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da
yine vahiy-merkezli ve güzel örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara
cevap verilebilecektir. Bu cevap elbette “bambaşka bir yenilik” getirecek
şekilde olmayacaktır.
Vahiy ne zaman
indiyse ve peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ne zaman ortaya konduysa, o
târih örnek bir târih olur ve bu nedenle de tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır.
İslâm’da
hakka ulaşana kadar olan bir değişim ve dönüşüm, sonra da hak-merkezli bir
döngü vardır. İslâm bâtıla doğru kayan değişimleri ve dönüşümleri kabûl etmez. Zîrâ
İslâm hâkim olandır fakat zinhar hâkimiyet altına girmez. İslâm bâtıldan yana olan
değişim ve dönüşümlere göre konum almaz, değişim ve dönüşümün nesnesi
yapılamaz. Fakat hakka doğru insanların nefislerinden başlayan değişim ve dönüşümleri
emreder ve böylece bâtılın def edilip hakkın yeniden ortaya konmasını ve hâkim
kılınmasını ister. Nihâyet hak-merkezli döngünün korunması esastır. İnsanlar
nefislerinde olanı değiştirmedikçe ve bozmadıkça bu hak-merkezli döngü devâm
eder ve bâtıla doğru meyleden bir değişim, dönüşüm ve bâtıl-merkezli bir yenilik
olmaz.
Tüm
zamanlarda değişen şey insanın nefsidir, dînin kendisi değil. Çünkü Allah
katındaki tek hak din olan İslâm’da (şeriatlarda bâzı küçük ve önemsiz değişiklikler
olsa da) bir değişme olmaz. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar temel ilkeler hep
aynı kalmıştır. Meselâ tevhid, şirk, küfür, adâlet, ahlâk, hak, hakîkat, namaz,
oruç ve kurban hep vardır. Korunması gereken temel şeyler hep vardır ve
değişmemiştir, yenilenmemiştir.
İslâm’da bir
değişimin olduğu kabûl edildiğinde, bu değişmeyi zorlayan şey İslâm’dan üstün
olmuş olur ve İslâm mecbûren değişimi sağlayan şeyin nesnesi olur. Bu şeyi modernizm
olarak kabûl ettiğimizde İslâm modernizm tarafından şekillendirilen, değiştirilen
ve yenilenen bir şey olur ki bu, İslâm’ın, modernizmin nesnesi olması demektir.
İslâm zamâna
ve mekâna göre değişen bir din olmadığı gibi, tam-aksine, zamânı ve mekânı
hak-merkezli değiştirmek için indirilmiş bir din’dir ve bu tüm zamanlarda böyle
olmuştur. Zîrâ tüm peygamberler tüm zamanlarda hep aynı amacı gerçekleştirmek
için çabalamışlardır. Bu amaç, “Allah’ın göklerde tek rab olduğu gibi
yeryüzünde de tek ilah ve tek rab olması, Allah’ın sözünün tüm Dünyâ’ya hâkim
kılınması” amacıdır.
Göklerde bir
değişim olmadığı gibi, Kur’ân’da da bir değişim yoktur. Kevnî âyetlerde bir
değişim olmadığı gibi kavlî âyetlerde de bir değişim ve yenilenme yoktur. Zîrâ
ikisi de Allah’a bağlıdır. Allah’a bağlı olunca değişmeye ve yenilenmeye gerek
yoktur ve hattâ nizam bozulmadıkça ve değişmedikçe bir sorun da olmaz. İnsan
ise şeytanın telkinlerine açık ve nefis sâhibi olduğundan ve de tâğutların
yönlendirmelerine mâruz kaldığından dolayı farklılık ve yenilik ister. Fakat bu
genelde doğal, normâl ve fıtrî olmaz. Zîrâ farklılık, yenilik ve bambaşkalık
doğal, normâl ve fıtrî olmaz, dolayısı ile İslâm’a uygun olmaz. Bâzı küçük
değişimler olsa bile bu değişimler temel ilkelere ve yasalara yâni sünnetullaha
ve vahye aykırı olamaz ve vahye uygun olması şarttır. Zâten değişimlerden
kaynaklanan fitneler ve ifsad, vahiy-merkezli olmayan değişimler ve yenilikler
nedeniyle ortaya çıkar.
Aslında İslâm’a
göre olacak olan küçük değişimler bile, bâtıldan hakka doğru olan değişiminin
tamamlanmasından sonra ancak “geçici değişimler” olabilir. Çünkü hiç-bir
değişiklik ve yenilik ebedî olamaz. Zîrâ Allah ebedî bir yeniliğin ve
değişikliğin olmasını zorunlu kılacak eksik ve bozuk bir yaratış yapmamıştır.
Meselâ Allah insanı en güzel sûrette yaratmış ama insan, Allah’ın yörüngesinde
çıkıp da şeytanın ve nefsin yörüngesine girince yâni bambaşka olacak şekilde
yenilik ve değişim yapınca aşağıların aşağısına atılmıştır.
Termodinamiğin
2. Kânunu olan Entropi Kânunu, en kesin kânundur. Bu kânuna göre her-şey zamanla
bozulmaya ve kullanışsız duruma doğru gider. Bu, her-şeyin en sonunda en
kullanışsız durum olan “bir şeyin yok olmasına” kadar sürer. Yâni, mikrodan
makroya her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Bu bir değişimdir. İşte bu
zorunlu değişimin önüne ancak bu kânunu da yaratan Allah’ın yasalarına uygun
olan vahiy merkeze alınarak karşı koyulabilir ve böylece en az zarar olur. Çünkü
her değişim yıkımı ve bozulmayı da yanında getirecektir. Sünnetullah ve imtihan
budur; varlık “mutlak varlık” olmadığı için değişmeye ve bozulmaya meyyâldir.
Bir şey, değiştiğinde ve yenilendiğinde bozulmaya başlamış olur. Bu bozulmaya
karşı durmanın tek çâresi ve yolu, İslâm-merkezliliktir. Bozulmadan düzlemeye doğru
ancak İslâm ile gidilebilir. Bozulmayı düzeltecek olan tek şey İslâm’dır. Zîrâ
tüm gökler ve yer ancak Allah’ın tutmasıyla ve sünnetullah ile bozulmaktan
korunduğu gibi, insanların bozulmasının önüne de ancak Allah’ın vahyi ile
geçilebilir. Bozulmuş olan da yine vahiy ile bâtıldan hakka doğru bir süreç ile
olabilir. Nasıl ki gökler ve yeryüzü Allah’ın kevnî âyetleriyle bozulmadan
korunuyorsa, insan da ancak Allah’ın kavlî âyetleriyle bozulmaktan korunabilir.
İslâm’a göre
değişim, hak olandan bâtıla doğru bozulmuş olan yanlış değişimleri, yeniden hak
tarafına doğru değiştirmek ve artık hep hak-merkezli olmaktır. Çünkü dediğimiz
gibi İslâm’da “yeni” yoktur ve “yeniden” vardır. Değişim değil, hakkı ikâme
edene kadar olan dönüşüm vardır. Bu dönüşüm bâtıldan hakka doğru olurken
“değişim” olarak gözükür. Oysa olan şey “hakkın yeniden ikâmesi”dir.
Değişim birilerinin
çıkarına yönelik değil, Allah’ın rızâsına yönelik olmalıdır. Aksi-hâlde fitne
ve fesadın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü Allah’ı hesâba katmayan tüm
değişimler ve yenilikler bâtıla doğru gider.
“Onun
(insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın
emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı
değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz.
Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir
(biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).
Bu âyet,
“haktan bâtıla doğru bir bozulma olmadıkça” anlamındadır. Eğer haktan bâtıla
doğru bir bozulma olmuşsa, yeniden “bâtıldan hakka doğru” bir dönüşüm
olacaktır. Bâtıldan hakka doğru gidiş, “mevcut zamâna ve mekâna uymakla” değil,
vahye uymakla olacaktır. Aksi-hâlde dönüşüm değiş değişim vardır ve bu değişim
bâtıl-merkezli yeniyi ortaya çıkaracaktır. Zamâna ve mekâna göre olan
değişimler ve yenililikler bâtıldır. Zaman ve mekân merkezde olamaz, merkeze
alınamaz. Zîrâ merkezde ancak Allah olabilir.
Varlıkların,
eşyânın ve maddenin değiştirilebilme potansiyeli vardır ama bu doğaldır ve sınırlıdır.
Zâten doğal, normâl ve fıtrî olunca “sınırlı” olur. Bu sınır, sünnetullahtan
yâni Allah’ın varlığa koyduğu yasalardan dolayı böyledir. Allah’ın dışında
her-şey sınırlıdır. O sınır hiç-bir zaman aşılamaz ve sünnetullaha aykırı
olamaz. Sınır zorlandığında ortaya absürd ve insana zarar verecek değişimler ve
yenilikler olur. Aynen bunun gibi; insanlar arasında olabilecek vahye aykırı ve
aşırı değişimlerde insan mutlakâ zarar görür, çünkü vahye uygun olmayan ve aykırı
olan değişimiler mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Sünnetullahın değişmez
yasaları Kur’ân ile paraleldir ve birbirlerine uygundur.
Bâtıldan hakka
doğru olan değişimde -haktan daha üstün bir doğru ve iyi olmayacağı için- hak
ikâme edildiğinde değişme ve yenilik durur.
Kur’ân,
Arapların yaşadığı her olaya, soruna ve soruya bir cevap vermez. Tüm zamanlarda
ve mekânlarda yaşanabilecek olan olayları, soruları ve sorunları seçiyor. Aynen
bunun gibi; Kur’ân modern zamanlarda ortaya çıkan her olaya, soruya ve soruna
cevap vermek zorunda değildir.
Şu da var ki,
vahyin ortaya koyduğu ve şu-anda alâkasız ve anlamsız gibi görünen ve de modern
zamanlara uygun olmadığı düşünülen Kur’ân âyetleri ve hükümleri, indiği
dönemdeki soru(n)lar ve olaylara benzer sorun ve olayların bir daha yaşanmayacağı
garanti değildir. Her zaman benzer olaylar, sorular ve sorunlar olabilir ve
işte o zaman bunlara yine o âyetlerle cevap vermek icâp eder. Aynı yada benzer
bir İslâmî hareket ve mücâdele ortaya konduğunda ve benzer süreçler
yaşandığında, yine bu âyetler ile hüküm verilecektir. Zâten Kur’ân’daki
hükümlerin tamâmı her-an verilip durulmuyordu. Sorunla ve olayla ilgili olan
âyetler icâp edince kullanılıyordu. Meselâ bir arabanın kadranında hız
göstergesi 250 km.’yi gösteriyor diye sürekli olarak 250 km. hızla gitmek şart
değildir. Duruma göre ve gerektiği zaman yüksek hız kullanılabilir yada kullanılmaz.
“Rabbinin
sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun
sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).
Tüm
peygamberler ve onlara indirilen tüm vahiyler, İslâm’ı göklerde olduğu gibi
yeryüzünde de hâkim kılmak ve böylece tevhidi ikâme etmek için bâtılı def edip
hakkı hâkim kılmak için yâni Allah’ın sözünü yeryüzüne “yeniden” hâkim kılmak
için vardırlar. Vahiyler ve peygamberler yeni bir şey getirmek için değil,
İslâm’ı yâni hakkı yeniden hâkim kılmak ve İslâm-merkezli, sünnetullah-merkezli
döngüyü yeniden sağlamak için çalışmışlar ve çabalamışlardır. Tüm peygamberler
ve onların tâkipçisi olan mü’minler, göklerdeki muhteşem nizâmı, düzeni ve
döngüyü Dünyâ’da ve insanlar arasında yeniden kurmak ve hâkim kılmak için
gayret göstermişlerdir. Zîrâ İslâm’da “yeni” yoktur, “yeniden” vardır.
Gök-kubbe
altında yeni bir şey yoktur vesselam..
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder