27 Şubat 2023 Pazartesi

İslâm’da “Yeni” Yoktur, “Yeniden” Vardır


“…Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir sapma da bulamazsın” (Fâtır 43).

 

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

 

Hemen söyleyelim ki bahsettiğimiz yenilik, bâtıla doğru meyleden ve “bambaşka bir şekle dönüşme” anlamında olan yeniliktir. Yoksa arka-arkaya yüzde-yüz aynı olan bir şey hiç-bir zaman olmamıştır kâinatta, çünkü Allah her-an yeni bir iştedir ve birbirine mutlak anlamda benzer olmayan yeni yaratışlar yapıp-durmaktadır. Bir fabrikada milyonlarca sayıda üretilen gazoz kapaklarının bile hiç-biri birbirinin tam olarak yüzde-yüz aynısı değildir. Fakat Allah’ın kâinat ve madde formatında yarattığı varlıkta, öyle “başkalaşma” anlamında değişimler de yaşanmaz. Çünkü Allah tam ve eksiksiz yaratır. Eksiksiz, kusursuz ve mükemmel olanda bir yeniliğin olmasına gerek yoktur. Çünkü kâinatta ve Dünyâ’da her-şey yerli-yerindedir ve en mükemmel hâlindedir. Üstelik -insanlar arasındaki işler hâriç- kâinattaki bu nizam ve düzen hiç-bir zaman bozulmaz. Fakat insanlar, şeytan ve nefsin etkisiyle kendi aralarındaki nizâmı ve düzeni genelde bozarlar. Peki bu bozulma ne olunca olur?. Şeytan ve nefs insana ne olursa ve ne zaman etki eder?. 

 

Bozulma, başkalaşma ve bâtıla doğru değişme ve yeni şeylerin ortaya çıkması, tüm varlıkta olduğu gibi, insanların da Allah-merkezli bir tasavvur, düşünme, konuşma, yazma ve amel-eylem hâlinde olmamalarından dolayı olur. Ne zaman ki insanlar Allah’a, vahye ve peygamberlere göre değil de, şeytana, nefse ve tâğutlara göre düşünürler, konuşurlar ve eylemde bulunurlarsa bozulma kaçınılmaz olur ve bu bozulmaya göre de yeni şeyler ortaya çıkar ki bu yeni şeyler hak-merkezli olmadığı için bambaşka bir değişmeye sebep olur. Modernizm işte böyle bir değişmenin ve dönüşmenin sonucudur. Böyle bir değişimin sonucunda her-şey yeni olana göre düzenlenmeye başlanır. Hattâ din yâni İslâm bile bu yeni mevcuda uydurulmaya çalışılır ve “artık her-şey değişti, yeni şeylere göre konum almamız, yeni şeyler söylememiz, yeniye uymamız ve yeniyi kazanımımız olarak görmemiz gerekir” denmeye başlanır. Böylece merkezde olan yeniye göre din de değiştirilmeye ve yenilenmeye çalışılır. Lâkin vahiy Allah tarafından korunduğu için bunun olmasına izin verilmez ve Allah’ın lâyık bulacağı ve râzı olacağı mü’minlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bâtıldan hakka doğru bir değişim ve dönüşüm olur. Hak ve hakîkat ortaya konduğunda ve hâkim kılındığında da doğal, normâl ve fıtrî döngü yeniden kurulur ve korunur. Böylece “yeni”den, “yeniden”e doğru bir süreç izlenmiş olur. Demek ki İslâm’da “yeni”ye doğru değil, “yeniden”e doğru bir süreç olabilir.      

 

Tüm kâinâtın olduğu gibi insanın da değişmeyen yada çok da farklılaşmayan bir doğası vardır. Bu doğa tüm zamanlarda ve mekânlarda aynı yada benzerdir. O-hâlde bir zaman önce yaşanmış hayatlar ile bir zaman sonra yaşanmış hayatlar birbirlerine benzeyecektir. Bu nedenle sorular ve sorunlar da benzer olacak, dolayısıyla da yüzde-yüz farklı sorular ve sorunlar ortaya çıkmayacaktır. İnsanın başına gelebilecek olaylar sonsuz çeşitlilikte değildir ki!. Olaylar ve olgular târihte her zaman aynı yada benzer şekilde tekerrür eder. Çünkü doğa da bir zorunluluğa tâbidir. Yağmur yağar, Güneş açar ve bitkiler çıkar vs. Kevnî âyetler değişmez, o yüzden indirilmiş şeriat da değişmez. O-hâlde doğal durumda insanların genel yaşam-şekillerinde de pek bir değişiklik olmaz. Belki sâdece çok az bir farklılık olabilir. Bu farklılaşma aşırılaştığında insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.

 

Kur’ân yâni kavlî âyetler de böyledir, değişmez. O yüzden şeriatta da fazla değişiklik olmaz. Toplumda da -sünnetullah değişmeyeceği için- sanıldığı gibi öyle çok fazla bir değişim olmaz. Eğer oluyorsa bu hak-merkezli bir değişim değildir ve bâtıl-merkezli bir değişim ortaya çıkmış demektir. Bâtılın ortaya çıkardığı a-normal bir yaşam-şekli içeren modernizm; şeytanın, nefsin ve tâğutların birlikte ortaya çıkardıkları bir sapkınlıktan başkası değildir. Modernizm yeni bir sapkınlıktır, yenilenmeyle ortaya çıkan bir sapkınlık. O-hâlde yapılması gereken şey “modernizme uygun yeni bir şeriat çıkarmak” değil, modernizmi bir-an önce ortadan kaldırmak ve İslâmî düzeni “yeniden” hâkim kılmaktır. Yeniden İslâmî düzene dönmek sürecinde her-şey elbette Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapılacaktır. Dünyâ, hayat ve insan yeniden ıslah edilecek ve yeniden yörüngesine sokulacaktır.

 

İslâm’ın hiç-bir sâbitesi yokmuş gibi davranılamaz. İslâm’ın sâbiteleri Kur’ân bütünlüğü içinde vahyin tamâmıdır. Çünkü İslâm’da Kur’ân’ın zamâna ve mekâna uyması değil, tam-tersine, zamânın ve mekânın Kur’ân’a uyması esastır. Uymayan yönler değiştirilir, uyan yönler gerekiyorsa ıslah edilerek kabûl edilir. Değişimin koordinatlarını zaman ve mekân değil, vahiy belirler. Çünkü vahiy bu nedenle indirilmiştir. O-hâlde yapılacak olan şey, “zamâna ve mekâna göre” İslâm’ın hükümlerinin değiştirilmesi değil, zamânın ve mekânın “İslâm hükümlerine ve şeriata göre” değiştirilmesi, ıslah edilmesidir. Çünkü insanlık târihi boyunca gönderilen peygamberler böyle yapmıştır. İslâm’ın amacı ve hedefi budur.

 

İbn-i Hâldun: “Târih; tekrar-tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rôl alanlar değişse de, senaryo değişmez” der. İbn Hâldun, Mukaddime’de şu tezi savunmuştur:

 

“Târih, yaşanan zamânın ve hâlin bir aynasıdır. Günümüzde ne olmakta ise, geçmişte de o olmuştur. Târihî hadiselere hâkim olan kânunlar hiç-bir zaman değişmez ve her-zaman aynıdır. Hâl de mâziyi aksettirir. Esâsen, yaşanan hayâtın geçmişe intikâl eden kısmına ‘târih’ denir ve insanlığın hayâtı geçmiş, hâl ve geleceği ile bir bütündür. Onun için günlük hayâtımızı geçmişten tecrid edemeyiz. Târihi ve geçmişi iyi öğretmek, hâl ve istikbâl hakkında sağlam tesbitler ve doğru teşhisler yapılmasına imkân verir. Mâzi hâlin, hâl de mâzinin şâhidi ve delîlidir”.

 

Dünyâ’nın ve tüm varlığın formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular belli bir sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da temel ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez. Azapla cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü gibi peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz çeşitlilikte olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve olgular yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri bellidir ve bu yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların olaylara ve olgulara karşı vereceği tepki de temelde aynı ve benzer olacak ve sâdece görünümde küçük farklılıklar olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek, aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla İslâm’da “yeni” diye bir şey yoktur fakat “yeniden” vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed bir “yenilikçi” değildir. Hiç-bir peygamber yenilikçi değildir. Çünkü İslâm eskiyecek bir din değildir. Fakat Allah, peygamberler gönderip ifsâd edilen dîni, indirdiği vahiyler ile yeniden rayına sokar ve düzenler.

 

En son inen vahiy olan Kur’ân ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve olgular, Dünyâ’da insanların yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli, olaylar ve uygulamalar olacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular, daha önce benzerleri yaşanmış ve görülmüş olan benzer olaylar ve olgular olacaktır. Bu nedenle Kur’ân tüm zamanlara ve mekânlara aynı reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları gelenek ve örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara inen vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecek demektir ki yenilikten bahsedip duranlar üstü-kapalı şekilde bunu söylerler. Fakat peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da düzelterek ortaya koydukları eylemler, vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir. Vahiyden daha üstün bir şeyin ortaya konulup uygulanması mümkün değildir. Hele insanın ve aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.

 

İmam Mâlik şöyle der: “İslâm’da bir bid’at çıkaran ve sonra da bunu güzel gören kimse, Resûlûllah’ın peygamberlik ve dîni-tebliğ konusunda hıyânette bulunduğunu söylemiş olur. Oysa Cenab-ı Hak: ‘Bugün dîninizi tamamladım ve ikmâl ettim’ (Mâide 3) buyurmuştur. Bu âyetin nâzil olduğu gün din’den olmayan şey, bugün de din’den değildir”.

 

Selefiye’ye göre âyet ve hadislerin mânâları, “sahabenin anladığı kadar”dır. Ashab, naslardan ne anlamışsa İslâm odur. Bunun dışında kalan rey, kıyas; te’vil, tefsir, icmâ ve ilham din’den değildir. Said b. Cübeyr (öl. 95/714) şöyle demiştir: “Bedir Savaşı’nda bulunan sahabenin bilmediği şey din’den değildir”. Selefe göre “en doğru söz (Kur’ân)” söylenmiş, “en güzel iş (Sünnet)” yapılmıştır. Onun için bunları nâkl, rivâyet ve hikâye etmekten ve onlara göre hareket etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bu sebeple “İslâmî ideâl” zaman îtibârıyla “ileride” değil, “geride”dir. “İdeâl cemiyet nizâmı ilerde inşâ edilecek” değildir, “geçmişte inşâ edilmiştir”,  o temele göre günümüzde veyâ gelecekte bir nizâm kurulmalıdır.

 

İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten modernliğe doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir varlık olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana gönderdiği vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik farkı olmaz. Târihte, ilerleme diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm gerçekleşene kadar olan bir değişim vardır. Her değişim “ilerleme” demek değildir. Bozulmanın sonucunda ortaya çıkan “yeni”yi düzelterek ve ıslah ederek “yeniden”e döndürmek yâni İslâm-merkezliliğe çevirmek esastır.

 

Modernizmi “insanlığın geldiği son sınır” ve “en ileri nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve toplumunun (daha genel anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir peygamber, insan ve toplumun) bütün insan ve toplum gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün değildir” demelerinin bir anlamı yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya koyduğu referans tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ din tamamlanmıştır ve yepyeni bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da yine vahiy-merkezli ve güzel örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara cevap verilebilecektir. Bu cevap elbette “bambaşka bir yenilik” getirecek şekilde olmayacaktır.

 

Vahiy ne zaman indiyse ve peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ne zaman ortaya konduysa, o târih örnek bir târih olur ve bu nedenle de tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır.

 

İslâm’da hakka ulaşana kadar olan bir değişim ve dönüşüm, sonra da hak-merkezli bir döngü vardır. İslâm bâtıla doğru kayan değişimleri ve dönüşümleri kabûl etmez. Zîrâ İslâm hâkim olandır fakat zinhar hâkimiyet altına girmez. İslâm bâtıldan yana olan değişim ve dönüşümlere göre konum almaz, değişim ve dönüşümün nesnesi yapılamaz. Fakat hakka doğru insanların nefislerinden başlayan değişim ve dönüşümleri emreder ve böylece bâtılın def edilip hakkın yeniden ortaya konmasını ve hâkim kılınmasını ister. Nihâyet hak-merkezli döngünün korunması esastır. İnsanlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe ve bozmadıkça bu hak-merkezli döngü devâm eder ve bâtıla doğru meyleden bir değişim, dönüşüm ve bâtıl-merkezli bir yenilik olmaz.

 

Tüm zamanlarda değişen şey insanın nefsidir, dînin kendisi değil. Çünkü Allah katındaki tek hak din olan İslâm’da (şeriatlarda bâzı küçük ve önemsiz değişiklikler olsa da) bir değişme olmaz. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar temel ilkeler hep aynı kalmıştır. Meselâ tevhid, şirk, küfür, adâlet, ahlâk, hak, hakîkat, namaz, oruç ve kurban hep vardır. Korunması gereken temel şeyler hep vardır ve değişmemiştir, yenilenmemiştir.

 

İslâm’da bir değişimin olduğu kabûl edildiğinde, bu değişmeyi zorlayan şey İslâm’dan üstün olmuş olur ve İslâm mecbûren değişimi sağlayan şeyin nesnesi olur. Bu şeyi modernizm olarak kabûl ettiğimizde İslâm modernizm tarafından şekillendirilen, değiştirilen ve yenilenen bir şey olur ki bu, İslâm’ın, modernizmin nesnesi olması demektir.

 

İslâm zamâna ve mekâna göre değişen bir din olmadığı gibi, tam-aksine, zamânı ve mekânı hak-merkezli değiştirmek için indirilmiş bir din’dir ve bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Zîrâ tüm peygamberler tüm zamanlarda hep aynı amacı gerçekleştirmek için çabalamışlardır. Bu amaç, “Allah’ın göklerde tek rab olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah ve tek rab olması, Allah’ın sözünün tüm Dünyâ’ya hâkim kılınması” amacıdır.

 

Göklerde bir değişim olmadığı gibi, Kur’ân’da da bir değişim yoktur. Kevnî âyetlerde bir değişim olmadığı gibi kavlî âyetlerde de bir değişim ve yenilenme yoktur. Zîrâ ikisi de Allah’a bağlıdır. Allah’a bağlı olunca değişmeye ve yenilenmeye gerek yoktur ve hattâ nizam bozulmadıkça ve değişmedikçe bir sorun da olmaz. İnsan ise şeytanın telkinlerine açık ve nefis sâhibi olduğundan ve de tâğutların yönlendirmelerine mâruz kaldığından dolayı farklılık ve yenilik ister. Fakat bu genelde doğal, normâl ve fıtrî olmaz. Zîrâ farklılık, yenilik ve bambaşkalık doğal, normâl ve fıtrî olmaz, dolayısı ile İslâm’a uygun olmaz. Bâzı küçük değişimler olsa bile bu değişimler temel ilkelere ve yasalara yâni sünnetullaha ve vahye aykırı olamaz ve vahye uygun olması şarttır. Zâten değişimlerden kaynaklanan fitneler ve ifsad, vahiy-merkezli olmayan değişimler ve yenilikler nedeniyle ortaya çıkar.

 

Aslında İslâm’a göre olacak olan küçük değişimler bile, bâtıldan hakka doğru olan değişiminin tamamlanmasından sonra ancak “geçici değişimler” olabilir. Çünkü hiç-bir değişiklik ve yenilik ebedî olamaz. Zîrâ Allah ebedî bir yeniliğin ve değişikliğin olmasını zorunlu kılacak eksik ve bozuk bir yaratış yapmamıştır. Meselâ Allah insanı en güzel sûrette yaratmış ama insan, Allah’ın yörüngesinde çıkıp da şeytanın ve nefsin yörüngesine girince yâni bambaşka olacak şekilde yenilik ve değişim yapınca aşağıların aşağısına atılmıştır. 

 

Termodinamiğin 2. Kânunu olan Entropi Kânunu, en kesin kânundur. Bu kânuna göre her-şey zamanla bozulmaya ve kullanışsız duruma doğru gider. Bu, her-şeyin en sonunda en kullanışsız durum olan “bir şeyin yok olmasına” kadar sürer. Yâni, mikrodan makroya her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Bu bir değişimdir. İşte bu zorunlu değişimin önüne ancak bu kânunu da yaratan Allah’ın yasalarına uygun olan vahiy merkeze alınarak karşı koyulabilir ve böylece en az zarar olur. Çünkü her değişim yıkımı ve bozulmayı da yanında getirecektir. Sünnetullah ve imtihan budur; varlık “mutlak varlık” olmadığı için değişmeye ve bozulmaya meyyâldir. Bir şey, değiştiğinde ve yenilendiğinde bozulmaya başlamış olur. Bu bozulmaya karşı durmanın tek çâresi ve yolu, İslâm-merkezliliktir. Bozulmadan düzlemeye doğru ancak İslâm ile gidilebilir. Bozulmayı düzeltecek olan tek şey İslâm’dır. Zîrâ tüm gökler ve yer ancak Allah’ın tutmasıyla ve sünnetullah ile bozulmaktan korunduğu gibi, insanların bozulmasının önüne de ancak Allah’ın vahyi ile geçilebilir. Bozulmuş olan da yine vahiy ile bâtıldan hakka doğru bir süreç ile olabilir. Nasıl ki gökler ve yeryüzü Allah’ın kevnî âyetleriyle bozulmadan korunuyorsa, insan da ancak Allah’ın kavlî âyetleriyle bozulmaktan korunabilir.    

 

İslâm’a göre değişim, hak olandan bâtıla doğru bozulmuş olan yanlış değişimleri, yeniden hak tarafına doğru değiştirmek ve artık hep hak-merkezli olmaktır. Çünkü dediğimiz gibi İslâm’da “yeni” yoktur ve “yeniden” vardır. Değişim değil, hakkı ikâme edene kadar olan dönüşüm vardır. Bu dönüşüm bâtıldan hakka doğru olurken “değişim” olarak gözükür. Oysa olan şey “hakkın yeniden ikâmesi”dir.

 

Değişim birilerinin çıkarına yönelik değil, Allah’ın rızâsına yönelik olmalıdır. Aksi-hâlde fitne ve fesadın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü Allah’ı hesâba katmayan tüm değişimler ve yenilikler bâtıla doğru gider.

 

“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).

 

Bu âyet, “haktan bâtıla doğru bir bozulma olmadıkça” anlamındadır. Eğer haktan bâtıla doğru bir bozulma olmuşsa, yeniden “bâtıldan hakka doğru” bir dönüşüm olacaktır. Bâtıldan hakka doğru gidiş, “mevcut zamâna ve mekâna uymakla” değil, vahye uymakla olacaktır. Aksi-hâlde dönüşüm değiş değişim vardır ve bu değişim bâtıl-merkezli yeniyi ortaya çıkaracaktır. Zamâna ve mekâna göre olan değişimler ve yenililikler bâtıldır. Zaman ve mekân merkezde olamaz, merkeze alınamaz. Zîrâ merkezde ancak Allah olabilir. 

 

Varlıkların, eşyânın ve maddenin değiştirilebilme potansiyeli vardır ama bu doğaldır ve sınırlıdır. Zâten doğal, normâl ve fıtrî olunca “sınırlı” olur. Bu sınır, sünnetullahtan yâni Allah’ın varlığa koyduğu yasalardan dolayı böyledir. Allah’ın dışında her-şey sınırlıdır. O sınır hiç-bir zaman aşılamaz ve sünnetullaha aykırı olamaz. Sınır zorlandığında ortaya absürd ve insana zarar verecek değişimler ve yenilikler olur. Aynen bunun gibi; insanlar arasında olabilecek vahye aykırı ve aşırı değişimlerde insan mutlakâ zarar görür, çünkü vahye uygun olmayan ve aykırı olan değişimiler mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Sünnetullahın değişmez yasaları Kur’ân ile paraleldir ve birbirlerine uygundur.

 

Bâtıldan hakka doğru olan değişimde -haktan daha üstün bir doğru ve iyi olmayacağı için- hak ikâme edildiğinde değişme ve yenilik durur.

 

Kur’ân, Arapların yaşadığı her olaya, soruna ve soruya bir cevap vermez. Tüm zamanlarda ve mekânlarda yaşanabilecek olan olayları, soruları ve sorunları seçiyor. Aynen bunun gibi; Kur’ân modern zamanlarda ortaya çıkan her olaya, soruya ve soruna cevap vermek zorunda değildir.

 

Şu da var ki, vahyin ortaya koyduğu ve şu-anda alâkasız ve anlamsız gibi görünen ve de modern zamanlara uygun olmadığı düşünülen Kur’ân âyetleri ve hükümleri, indiği dönemdeki soru(n)lar ve olaylara benzer sorun ve olayların bir daha yaşanmayacağı garanti değildir. Her zaman benzer olaylar, sorular ve sorunlar olabilir ve işte o zaman bunlara yine o âyetlerle cevap vermek icâp eder. Aynı yada benzer bir İslâmî hareket ve mücâdele ortaya konduğunda ve benzer süreçler yaşandığında, yine bu âyetler ile hüküm verilecektir. Zâten Kur’ân’daki hükümlerin tamâmı her-an verilip durulmuyordu. Sorunla ve olayla ilgili olan âyetler icâp edince kullanılıyordu. Meselâ bir arabanın kadranında hız göstergesi 250 km.’yi gösteriyor diye sürekli olarak 250 km. hızla gitmek şart değildir. Duruma göre ve gerektiği zaman yüksek hız kullanılabilir yada kullanılmaz.

 

“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).

 

Tüm peygamberler ve onlara indirilen tüm vahiyler, İslâm’ı göklerde olduğu gibi yeryüzünde de hâkim kılmak ve böylece tevhidi ikâme etmek için bâtılı def edip hakkı hâkim kılmak için yâni Allah’ın sözünü yeryüzüne “yeniden” hâkim kılmak için vardırlar. Vahiyler ve peygamberler yeni bir şey getirmek için değil, İslâm’ı yâni hakkı yeniden hâkim kılmak ve İslâm-merkezli, sünnetullah-merkezli döngüyü yeniden sağlamak için çalışmışlar ve çabalamışlardır. Tüm peygamberler ve onların tâkipçisi olan mü’minler, göklerdeki muhteşem nizâmı, düzeni ve döngüyü Dünyâ’da ve insanlar arasında yeniden kurmak ve hâkim kılmak için gayret göstermişlerdir. Zîrâ İslâm’da “yeni” yoktur, “yeniden” vardır.

 

Gök-kubbe altında yeni bir şey yoktur vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder