“Onları
gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da
onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük
gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri
aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının.
Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münafikûn 4).
Vahyin ilk âyeti
“oku” idi ve Peygamberimiz de önem sırasının ilk başına okuma, idrâk etme ve bilinçlenmeyi
koydu. Bu amaçla ilk müslümanlar ilk üç yıl gibi bir zamanda çok yoğun bir
şekilde Kur’ân’ı okuyup idrâk etmek ve iç-âlemlerini arındırmakla ve
bilinçlendirmekle işe başladılar. Dâr-ûl Erkam bunun için vardı. Lâkin İslâm,
sâdece kâlpleri, zihinleri, beyinleri değiştirecek bir kitap değildir.
Bilinçlenme ve iç-âlemin değişimi elbette okuma ve idrâk etme ile yâni
bilinçlenme ile başlar ve bu aslında kişinin ölümüne ve kıyâmete kadar da
sürer. Fakat İslâm, iç-âlemlerin bilinçlenmesi, aydınlanması ve değişmesi belli
bir seviyeye geldiğinde tebliğ, dâvet ve uyarı sürecine sokar müntesiplerini.
Peygamberimiz ve sahabe de böyle yapmışlar, hakkı ve hakîkati tebliğ etmişler,
haykırmışlar ve küfrü, şirki ve zulmü eleştirip zulme isyân etmişlerdir. Yâni
meydana inmişlerdir, zîrâ Kur’ân dört duvar arasına sıkıştırılacak ve
hapsedilecek bir kitap değildir. Çünkü dört duvar arasına sığmaz, Dünyâ’ya
yayılmak ister.
İslâm’ın ve
Kur’ân’ın nûru, Dünyâ’yı aydınlatacak potansiyele ve enerjiye fazlasıyla sâhip
olduğu için durduğu yerde duramaz ve tüm Dünyâ’ya yayılmayı ister ki Allah da
zâten Peygamber göndererek bu hedefi ortaya koyar ve harekete geçirir insanları.
Kur’ân aslında en iyi; “meydanda”-”açık alanda” kavranabilir. Çünkü Kur’ân, “sâdece
ilim” değil, “ilim ve amel kitabı”dır. İslâm da zâten “ilim ve amel dîni”dir. Birinden
birinin eksikliğinde kişinin eksikliğe ve yanlışa düşmesi neredeyse kesin
gibidir. Modern zamanlarda Kur’ân’ın o kadar çok okunup, anlatılıp,
meâli-tefsiri yapılıp, yazılıp-çizilip-konuşulup yaygınlaştırılmasına rağmen, yine
de Dünyâ’da işlerin yolunda gitmemesi, şirkin, küfrün, adâletsizliğin,
ahlâksızlığın ve zulmün her geçen gün artarak Dünyâ’nın küresel bir zindana
dönmesinin nedeni; “İslâm sâdece ilim dîni değil; îman, ilim ve amel dînidir”
gerçeğini ıskalamaktır. Müslümanlar Kur’ân’ı idrâk edip de amele-eyleme
dönmediğinde iş ters teper ve “şeytanın sağdan yaklaşması” başlar. Çünkü haddi
aşmak her alanda geçerlidir. Haddi aşınca iş tersine inkılâp edebilir. Kanımca
günümüzde olan şey budur. İslâm ve Kur’ân ilme indirgenmiştir. Sâdece bilgilenmek
ve bilgiyi arttırmak için kullanılmaktadır. Bilgiye indirgenmiştir. Amel-eyleme
dökülmediği ve hedefleri göz-ardı edildiği için amel-eylem süreciyle hayâta
hâkim olma yoluna sokulmadığı için ters tepmeye başlamış ve “günahın cezâsı
kendi türünden olur” sözünde olduğu gibi, vahyi amel-eyleme dökmeyenleri ve
hayâta hâkim kılma yoluna girmeyenleri Allah dört duvar arasına ve sayfalar
içerisine hapsetmiştir. Artık bu kişiler amel-eylemi düşünemezler, hattâ amel-eylemden
bahsedenlere düşman olup, onu “aşırılık ve terörizm” olarak görmeye başlarlar.
İşte bunun baş temsilcileri “fildişi kulesi müslümanları”dır.
İslâm, doğunun ahlâk dinleri gibi, oturup hiç-bir
şey yapmayarak ve sözde hiç günaha girmeyerek, hiç-bir arzu duymayarak inzivâya
çekilmeyi emretmez. Hattâ bunu yasaklar. Zâten Peygamberimiz de vahyi aldığı
anda Hira’dan indi ve oraya bir daha hiç çıkmadı. Eğer İslâm inzivâ dîni
olsaydı ve sâdece iç-âlemleri, kâlpleri ve zihinleri beslemek için gelmiş bir
din olsaydı Peygamberimiz Hira’yı mesken edinirdi.
Eleştirisi,
îtirazı, isyânı, ameli-eylemi, direnişi, vazgeçişi, hicreti, cihadı olmayan din
“hak din” değildir. Tek “hak din” vardır, o da İslâm’dır. İslâm ise, Peygamber
örnekliğinde de görüldüğü gibi, îman ve amel dînidir. “Îman edenler ve sâlih
amel işleyenler” der pek-çok yerde. “Îman edenler ve oturup okuyanlar, zikir ve
tesbih çekenler, sohbet edip duranlar” vs. demiyor. Çünkü sahih îman kişiyi
yerinde oturtmaz. Gerçekten îman etmiş olanlar, bir-şekilde amel-eylem hâlinde
olurlar. Zîrâ Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve bu nedenle de imtihanın, sünnetullahın
ve Dünyâ’nın formatı gereği Dünyâ’da sürekli olarak şirk, küfür ve zulüm
olacaktır. Mü’minlere düşen şey, bunlarla hem ilmen hem de amel olarak mücâdele
etmektir. O yüzden Peygamberimiz’in sahabelerle sürekli zikir, sürekli mistik
sohbetler, sürekli fıkıh yorumları ve sürekli olarak Kur’ân tefsiri çalışması yaptığı
görülmez. Onlar sürekli olarak ilim, tebliğ, dâvet, uyarı ve de amel-eylem
hâlinde olmuşlardır. Apaçık tebliğ-dâvet, mücâhede-mücâdele, direniş-sabır,
vazgeçiş ve hicretten ve de devlet olduktan sonra 70 tâne savaş-seriyye-gazve düzenleyen
ve yapan bir Peygamber’in, İslâm’ı ilme indirgediğinden bahsedilemez.
Peygamberimiz için, -hâşâ- “yerine mıh gibi çakılıp kalmış” olduğundan bahsedilmesi
söz-konusu olmaz. Hiç-bir peygamber, inzivâya çekilip de etliye-sütlüye karışmadan
fildişi kulesinde sâdece iç-âlemini aydınlatma ile meşgûl olmamıştır. Verilen
ağır görevi izinsiz terk eden Hz. Yûnus örneği bizim için yeterlidir. Peygamberimiz’i
ihtiyarlatan ve belini büken şey, “Hûd Sûresi’ni anlayıp idrâk etmek” değil,
Hûd Sûresi’nde emredilen “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitâbıdır.
O-hâlde bir
ömür-boyu fildişi kulesinde müslümanlık yapmak söz-konusu olamaz. Böyle bir
müslümanlık makbûl değildir. Zâten İslâm’ı fildişi kulelerine hapsedenler bir zaman
sonra eleştiri, îtirâz, isyân ve amel-eylemde bulunmamalarının cezâsı olarak, yanlış
düşünmeye, saçmalamaya ve sapıtmaya başlarlar. 10 sene 20 sene önce Kur’ân hakkında
doğru yargılarda bulunanların bir-çoğuna baktığımızda, mıhlandıkları yerde
dura-dura ve okuya-okuya, sonunda İslâm’ın ve Kur’ân’ın düşman olduğu ve yıkmak
için çalıştığı şeyleri savunmaya başladıklarını görürüsünüz. İlk başta
uydurmaları ve hurâfeleri eleştirirler haklı olarak, ama sonra Peygamberin Sünnet’ini
ve sahih hadisleri tümden inkâr etmeye başlarlar. Sonra Peygamber’i tümden
inkâr etmeye ve onu postacı konumuna indirgemeye başlarlar. Böyle olunca
ölçüleri kaybolur ve “sâdece Kur’ân” demeye başlarlar ama Kur’ân’ı da rahat
bırakmazlar ve birileri Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini, bâtıl sistemlerine
uymadığı için Kur’ân’dan olmadığını söyleyerek inkâr etmeye başlarlar. Derken
diğer birileri ise Medenî sûreleri tümden inkâr ve iptâl etme yoluna düşerler.
Çünkü Peygamber örnekliği inkâr edilmeye ve modernite örnek alınmaya
başlamıştır. En sonunda da İslâm’ı ahlâka indirgerler ve sâdece bir-kaç âyetin
bizi bağladığını, bizim de hüküm koyma yetkimizin olduğunu ve modern insanın
ürettiği beşerî-şeytânî ideolojileri, sistemleri, düşünceleri vs. kanıksamamızı
ve onları kazanımımız olarak görmemizi savunurlar. İslâm’ın aslında bu olduğunu
söylerler. Hâlbuki İslâm, onların meftûn olup râm olarak savundukları şeyleri
yıkmaya gelmiştir.
Peki niçin böyle
oluyor?. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm insanın sâdece iç-âlemine sığacak ve orada
hapsedilebilecek bir din değildir, Kur’ân da sâdece iç-âlemi inşâ eden bir Kitap
değildir. Amel-eyleme dönmediğinde hayâtın tam merkezinde hakkıyla yaşanıp de
hayâta hâkim olmayınca, aynen günümüzde de görüldüğü üzere, hayâta aktarılmayan
aşırı nûru ve enerjisiyle insanları yakar ve insanlar bundan sonra Kur’ânî nûr
ve bilinç ile amele-eyleme dönmedikleri için saçmalamaya ve sapıtmaya başlarlar.
İşte bu nedenle İslâm fildişi kulelerin dîni olamaz. Fildişi kulelerde müslümanlık
olmaz.
Kur’ân, “fildişi
kuleler”de, rezidanslarda okunup anlaşılabilse bile, “idrâk” edilemez yâni
fildişi kulelerde okunan Kur’ân îmanları arttırmaz. İdrâk edilemeyen Kur’ân ve
artmayan îman ile amel-eyleme dökülüp de İslâm hayâta hâkim olamaz. Kur’ân,
saraylarda, fildişi kulelerde, rezidanslarda, yatlarda-katlarda okunsa da idrâk
edilemeyecek bir Kitap’tır. Onu normâl hayâtın tam merkezinde okumayanların
yaptıkları şey; “modern mukâbeleler”den başkası değildir.
Mevcut çağ,
âlimliğin yerine entelektüalitenin öne çıktığı ve onun dizayn ettiği bir
Dünyâ’dır. Fakat Dünyâ’yı sâdece fildişi kulelerinin penceresinde gören entelektüellerin
Dünyâ’nın ne hâle geldiğini net olarak görmeleri imkânsızdır. Entelektüeller
hayâta içinden ve ortasından bakmadıkları, tam tersine, fildişi kulelerinden
baktıkları ama bir-çok şeyi göremedikleri ve de görmek istemedikleri için
hayâtı doğru olarak okuyamazlar ve hayat hakkında doğru yargılarda
bulunamazlar. Fildişi kulesi entelektüelleri, dînin ılımlılaşmasına ve de
laytlaşmasına da zemin hazırlarlar ve bu konuda iktidarları desteklerler. Bir
şirk sistemi olan demokrasiyi, binbir taklalar atarak “İslâm’ın ulaşması
gereken hedefi” olarak gösterirler. İslâm’ı, “demokratik İslâm” olarak îlan
ediyorlar. Entelektüeller hükümdârın dînindendirler, Allah’ın değil.
“Allah’tan en
çok âlimler korkar” denilirken, âlimin bu korkusu “bilmekten” değil, îmânın
vermiş olduğu haşyetten doğan korkudur. Haşyet, “Allah’ın ilgisini kaybetme
korkusu”dur. Yoksa bir şey hakkında bilgi-sâhibi olmak o şeyden korkmayı da
yanında getirmez. Bilmek ayrı, korkmak ayrı şeylerdir. Filozof da bilir fakat
korkulması gereken şeyden korkmaz. Allah korkusu, bilmeden ziyâde haşyet ile
alâkalıdır ve âlim, bir bilginden çok, “haşyet-sâhibi” olandır. Bu korku yâni
haşyet, onu fildişi kulesinde eylemsiz olarak oturmaktan men eder. Âlim,
etliye-sütlüye karışmamaktan çok korkar. Bu nedenle hayâtın tam ortasında
sözünü söyler ve eylemini gerçekleştirir.
“Piramidin
tepesinden bakana her-şey hoş görünür”. Plâzalardan, fildişi kulelerden bakınca
birilerine her-şey hoş görünür. Onlara göre her-şey yerli-yerindedir. Buradaki
kişiler ne kadar da hoşgörülüdür!. Peki ya acı çekenler?; açlık ve susuzluktan
ölenler, ağlayan, inleyen, ölen, feryât-figân edenler?. Onların durumu böyle
iken, yine de onları o durumda bırakanları hoş görebiliyor musunuz?. Kur’ân bu
durumda olanlara için yapılacak şeyi apaçık bir şekilde söyler:
“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ
75).
Fildişi kulelerde
müslümanlık yapmaya çalışanlar bu âyeti nasıl yorumlayacaklarını bilemezler. Bu
nedenle de mecbûren aşırı yoruma sığınılar. Nice âyetleri aşırı yoruma boğarak
çarpıtırlar.
İslâm delikanlılığı;
kaşânelerinde, fildişi kulelerinde modern araştırmalar yapanlara;
ticâretlerinin içine gömülmüş vaziyette olanlara; “halk”tan alabildiğine
kaçanlara; sapık-şerefsiz ideolojilere kulluk yapanlara; çıkarı yada cehâleti
nedeniyle bâzı kişilere kapılanlara; paraya meftûn olanlara; gölgesinden bile
korkanlara; ölümü bir trajedi olarak görenlere vs. nasip olmaz. Bu
delikanlılık; Üstün bir bilgi-türü olan vahiy-merkezli bilginin, belli
şartlarda ve koşullardaki kişilere, yâni; kerîm öfke sâhiplerine, ezilmişlere,
âleme yerin en düşük rakımından bakanlara, yer-yüzünün lânetlisi sayılanlara,
Dünyâ’nın neresinde olursa-olsun, ölen, tecâvüz edilen, aç bırakılan kardeşleriyle
berâber ölen, aç kalan, bu nedenle de boğazı yumruk-yumruk düğümlenen, aziz
haykırışlara-feryatlara sâhip ve eyleme dönük ciddî-samîmi-gayretli
çalışmalarını sürdürenlere nasip olur. İşte bunlardır peygamberlerin vârisleri.
Çünkü asıl âlimler bu delikanlılardır. “Bilinen şeyler, eylenen şeylerdir”,
zîrâ bilmek, “yapmak” demektir. Bilip de yapmamak yada en azından yapmayı
istememek münâfıklıktır. Vahiy-merkezli bilgi-türü ile inşâ olmuş
delikanlıların bildikleri, edip-eyledikleridir.
Kur’ân, “filozof
Muhammed”in bir kitabı değildir. “Peygamber Muhammed”in Kitabı’dır ki böyle
olunca Kur’ân hem iç-âlemi aydınlatıp iç-âleme hâkim olur, hem de dış-âlemi
aydınlatıp dış-âleme yâni Dünyâ’ya da hâkim olmak için çalışır. Peygamber
örnekliğinde gördüğümüz budur. Fakat bu örneklik fildişi kulelerinde
müslümanlık yaptığını zannedenlere çok ağır gelir. Böylece fildişi kulesi
müslümanı(!), yapması gerekeni değil de yapmaması gerekeni yapmaya başlar. Yapılacak
işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar.
Maalesef bir
“ilim zübbeliği” oluşmuştur. (Züppe=Giyinişte,
konuşma biçiminde, dilde, düşüncede hakka ve hakîkate aykırı bulunan, yapmacıklara
ve aşırılıklara kaçan kimse). Bu zübbelik en çok da fildişi kulelerde
kendini gösterir. Fildişi kulesi müslümanları(!), kendilerinin ilimde bir deryâ
olduğu zannını yayarlar. Oysa bildikleri, “amel etmedikleri”dir. Bildikleri,
amele-eyleme geçmediği için ters tepmiş ve rûhunu kaybetmiş olduğundan dolayı
çok basittir. Şeytan onların diline hâkim olmuş gibidir. Ne söylerlerse-söylesinler
ruhsuzdurlar, zîrâ ilme rûh katan şey, fildişi kuleler değil, amel-eylemde
bulunulan ve gayretle çaba gösterilen meydanlardır.
Fildişi kulesi
müslümanlığında bir amaç, hedef, rûh, anlam, gayret, özveri, adanma vs.
gözükmez. Onlar sürekli olarak okumayı ve yazmayı çoğaltmakla uğraşırlar ve
bununla övünürler. Zâten baktığınızda yoğun ve mîde bulandırıcı bir kibir
gözükür yüzlerinde. Yüzleri ve tavırları “siz câhilsiniz, ben bilirim” mesajını
verir durur. Oysa Allah bilgi sâhibi olanları değil, takvâ sâhibi olanları
üstün görür. Takvâ ise, sorumluluk bilincidir ve sorumluluğunu en çok kim
yerine getiriyorsa ve Allah’tan en çok kim korkuyorsa, en takvâlı ve dolayısı
ile en üstün kişi o olur.
Fildişi kulesi
müslümanları Dünyâ sanki güllük-gülistanlıkmış gibi hareket ederler. Sanki hiç
sorun yokmuş da, geriye sâdece okumak, araştırmak ve incelemek işi kalmış gibi
hareket ederler. Oysa hiç-bir peygamberde böyle bir örneklik yoktur. Böyle bir
örneklik olmadığı gibi zâten Dünyâ’nın formatı da fildişi kulesi müslümanlığına
uygun değildir. Hiç-bir peygamber entelektüel değildir ama âlimdir. Âlimler,
îman, ilim ve amel bütünlüğüne göre davranırlar. Hiç-bir âlim fildişi kulesine
kapanamaz. Bunun peygamberlerde ve âlimlerde bir örneği yoktur, olmamıştır.
Çünkü onlar ilimden sonra amel, eylem, tebliğ, dâvet, uyarı, direniş, vazgeçiş,
çaba, gayret, azîm, adanma, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet için
üstün gayretlerde bulunmuşlar ve ömürlerini bu uğurda sarf etmişler ve de
kendilerini buna adanmışlardır.
Fildişi kulesi
müslümanlığı “şeytanın sağdan yaklaşması”dır. Şeytan bunları entelektüellikle
aldatmaktadır:
“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak
olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa
gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar,
Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların
yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı
tutmayacağız” (Kehf
103-105).
Oysa Kur’ân,
mü’minler için tüm zamanlarda ve mekânlarda
yapılması gereken şeyin ne olduğunu çok net ve apaçık bir şekilde
söyler:
“Ey Îman
edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?.
Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara
yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).
“Şüphesiz
îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar,
Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).
Ey fildişi
kulesinde müslümanlık yaptıklarını zannedenler!; gün gelir tüm bildiklerinizi
“bilmez” duruma gelebilirsiniz, fakat hiç-bir zaman, yaptıklarınızı “yapmamış”
durumuna gelemezsiniz.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder