“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh
edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de
süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve
elçisine itaat edin..” (Ahzâb 33).
Allah, kadınları oturmaya
uygun yaratmıştır. Oturmak için en iyi yer ise evdir. Kadınların fizîkî
yapıları oturmaya, erkeklere göre daha uygundur. Kalça, yağ ve kas yapıları,
kadınların uzun süre oturmasına uygundur. Erkek ise uzunca bir süre otursa,
hemen kemikleri batmaya, pişikler oluşmaya başlar ve uzun süre oturamazlar.
Zâten kadınların kolesterôl oranları erkeklerden fazla olsa da sorun teşkil
etmez. Kadınlar yüksek kolesterôlü daha iyi tolere edebilirler. Erkeklerde
genel kolesterôl 200 iken kadınlarda 250 olması normâl görülür. Çünkü kadınlar
kolesterôle daha dayanıklıdır. Zîrâ kadınların, ev-merkezli bir hayatları
olması gerektiği için, oturmaya uygun yaratılmışlardır. Tabi bu “oturma”,
“vakarlı bir oturma” olmalıdır.
Modern
çalışma hayâtında; daha az îtirâz eden, direktifleri tam olarak yerine getiren
ve de bunu düşük bir ücretle yapmayı kabûl edebilen kadınlar tercih ediliyor.
Zâten artık makineler nedeniyle kol-kas gücüne de fazla gerek kalmadığından
dolayı, çalışan kadın sayısı erkek sayısını yakın zamanda geçecek gibi
görünüyor.
Mesele
şu ki, kadın çalıştığında masrafı artıyor. Çalışan kadın, çalışmayan kadına göre
3 kat daha fazla harcama yapabiliyor ve yapılan bu harcamaların %90’ı isrâf,
yâni “olmasa da olur” cinsindendir.
Kadınlar çalıştığında
kazandığından fazlasını harcıyor. Evde kalsa toplam para daha fazla yetecek.
Zîra kapitalizm, “ne kadar kazancın varsa o kadar masrafın artar” yalanını
söyleyerek insanları kandırıyor ve insanlar da “ne de olsa çalışıyoruz” diyerek
fazla harcama yapıyorlar ve zamanla harcamaya alışıyorlar ve sonuçta hiç de
ihtiyaçları olmayan şeyleri, “geleceklerini ipotek ederek” yâni kredi-kartı ile
alıyorlar ve fâize de bulaşarak kapitâlizme hizmet (kulluk) etmiş oluyorlar. Bu
nedenle kadın çalışsa da yine para yetmez, çünkü İslâmî duyarlılığı olan kadın, para kazandığında hem zekatını
verme, hem kurban kesme hem de hac vs. gibi ibâdetlerin sorumluluğunu üzerine
almış olur.
Kadınlar için ev dışındaki
sâbit bir işte çalışmak “modern” dönemin bir uygulamasıdır ve aslında “modern
bir proje”dir. 100-150 yıldır uygulanmaktadır. Bundan önce kadınlar ve hattâ
erkeklerin çoğu kendi işleri dışında başkalarının işlerinde çalışmazlardı.
Eskiden kadınlar köylerde (imece hâriç) sâdece kendi işlerini yaparlardı. Şimdiki
kadınlar ise işyerlerinde hem başkalarının işlerini, hem de eve dönünce kendi
işlerini yapmak zorunda kalmaktadırlar. Tabî ki kadınlar bu nedenle fizîki ve
psikolojik olarak çökmekte ve fizikî ve psikolojik anlamda büyük zarar (zulüm) görmektedirler.
Modernite,
anneliği küçümsemiş ve sonunda “eziklik” olarak göstermiştir. Modernite için bu
olmazsa-olmaz bir şeydir. Zîrâ modernite, hâkimiyetini “kadının evden çıkması
ve dışarı olması” sûretiyle devâm ettirebilmektedir. Aliya İzzetbegoviç, “annelik” hakkında
şunları söyler:
“Uygarlık bilhassa analığı küçük
düşürmüştür. Satış, mankenlik, mürebbiyelik, sekreterlik, temizlik
işleri gibi meslekleri ‘analık vazîfesi’ne
tercih etmiştir.
Uygarlık analığı ‘kölelik’ îlân ederek kadına ondan
kurtulmayı vaâd etmiştir. Ne kadar kadını âilesinden ve çocuklarından
ayırarak (onlar ‘kurtararak’ diyor) mêmur veyâ işçi yaptığını
iftiharla
belirtiyor. Öbür tarafta kültür ezelden beri anneyi yüceltmiş;
onu bir sembôl,
bir sır yapmış, mukaddes kılmış, en güzel şiirler, en
müessir sesler,
en güzel resim ve heykeller ona ithaf edilmiştir”.
Kadına “ille de çalışmalı”
diyenler, aslında kadının evde kalmasından rahatsız olup onu dışarı çekmek
istiyorlar. Zîrâ ürettikleri ürünlerin çok büyük çoğunluğu kadınlara hitâp
ediyor. “Çalışan ve para kazanan kadın” bu ürünleri mutlakâ satın alacaktır.
Dolayısı ile kadının çalışmasını en çok isteyen ve bunu zorlayan etken,
kapitâlist zihniyettir. Ahmet
Hakan Çakıcı, iş-hayâtına özellikle kadınların alınması ile ilgili şunları
söyler:
“Noah Harari; ‘İş bulabilenler,
daha çok kadınlar olacak’ der. Çünkü çalışan kadın kapitâlizmin
olmazsa-olmazlarından. Kadın sanâyiye girdiğinde işçi-açığını kapatıp işsiz bir
sınıfın oluşturulabilmesini sağlıyor. İşçi arzının artması maaşları düşürüyor.
Düşen maaşlarla sermâye, bir kişinin ücreti ile iki kişiyi üstelik daha uzun
mesâilerle çalıştırabiliyor. Kadın çalışınca ev-içi ekonomi diye bir şey
kalmıyor; ev bütünüyle dışarıya bağımlı hâle geliyor. Kozmetikten
estetiğe, konfeksiyondan hazır yemeğe, kreşlerden huzur-evlerine kadar bir-çok
sektör canlanıyor ve böylece kadın sermâyeden aldığını hemen geri iâde etmiş
oluyor. Ancak bunlar geçmiş dönem kapitâlizm eleştirileri. Şimdi ise kadının iş
dünyâsında olmasını, kadının iş-dünyasında olduğunda erkekle uzun süreli berâberliği
götürebilme yeteneğinin azalması ve çok daha az çocuk yapması nedeni ile
istiyorlar. Üstelik ‘kadının güçlenince’ babasına ve kocasına karşı güçlenmiş
oluyor, ‘egemene karşı’ değil. Kocasından yada babasından kopan kadınlar
egemen/patron/âmir karşısında çok daha itaatkârlar ve emirleri erkeklere oranla
çok daha az sorguluyorlar. Egemenlerin düşündükleri dünyâda kadın; evi, işi,
ekonomiyi, -izin verilirse- çocuğu tek başına (yalnızlık içinde) yüklenecek
gibi duruyor. Yâni kadınlara ağır hayat şartlarında, yalnızlık ve depresyon
hapları ile donatılmış bir hayat öngörülüyor”.
Evet; kapitâlist-modernist
sistemin iş-gücünde kadını tercih etmesinin sebebi; kadının “ucuz iş-gücü”
olması, verilen tâlimatları îtirazsız bir şekilde ses çıkarmadan yerine
getirmesi, müşteriyi bağlamak ve bâzen de “şerefsizce niyetler” içindir. Bu
durum kapitâlizmin ve liberâl ekonominin yâni şeytanın tam da istediği şeydir.
Tabî ki toplumda “sâdece
kadınların” yapması gereken işler de vardır. Bâzı “kadın hastalıkları” için
bayan doktorlar-hemşîreler olması, doğumda ebeler ve ölümde kadınları yıkamak
için “kadın gassal”lar vb. gibi. Fakat bu durum, bu kadınların haftanın 7
gününde tüm gün boyunca çalışması gerekeceği anlamına gelmez. Yarı-zamanlı ve
dönüşümlü bir çalışma takvimi uygulanabilir. Kadınların yapacağı bu işler için
gerekli olan kadın iş-gücü ihtiyâcı, Türkiye çapında söyleyecek olursak, en
fazla 10-15.000 bin kişi olabilir. Bunlar da yarım gün ve dönüşümlü olarak
çalışmalıdırlar.
Moderniteye göre kadın evde çalışınca
“çalışan” olmuyor ama dışarıda, -bir köpeğe bile yetmeyecek asgarî ücretle-
köle gibi çalışınca “çalıştı” oluyor. Yâni kendi evindeki ev işlerini yapınca
“çalışmıyor” oluyor ama başkalarının evlerini temizlediklerinde ve işlerini
yaptıklarında “çalışıyor” oluyorlar. Aynı işi kendi evinde yapında “iş”
olmuyor, fakat başkasının evinde yapınca “iş” kabûl ediliyor. Biraz yüksek
maaşlı çalışan kadınlar evlerine ücretli kadın tutabiliyorlar ama az maaşlı
kadınlar işten gelince bir de kendi evlerindeki işleri yapmak zorunda
kaldıklarından, insanlık târihinde hiç görülmemiş şekilde bir zulme mâruz
kalıyorlar, daha doğrusu mâruz bırakılıyorlar.
Bu yazıda asıl dikkat çekmek
istediğimiz şey, çalışan çocuklu kadınların, çocuklarına baktırdıkları
bakıcılara yaptıkları haksızlıktır. Çocuklarını anne yada kaynanasına bırakmak
durumu olmayan çalışan çocuklu kadınlar, çocuklarına baktırmak için mecbûren
bakıcı bir kadın buluyorlar ve belli bir ücretle çocuklarına baktırıyorlar.
Fakat burada %99 oranında bir haksızlık, adâletsizlik ve sömürü dolayısı ile
zulüm yapılmaktadır.
Örneğimizi, çalışan ilk ve
orta derecedeki mêmurlar üzerinden yaptığımızda; yeni mêmur olmuş bir bayan mêmurun
2020 Hazîran îtibârıyla maaşı 4.000 TL civârındadır. Bu kişinin bir tâne çocuğu
olduğu düşünüldüğünde ve çocuk 1-1,5 yaşına geldiğinde annenin artık görevine
dönmesi gerektiğini düşündüğümüzde, çocuğunu ya annesi veyâ kaynanasına bırakarak
belli bir yaşa gelmiş olan bu kişilere yük olacak ve onları zora sokacak, yada -eğer
ki farklı bir şehirde yaşıyor iseler bu kişilerin çocuğa bakmaları mümkün
olmayacağından dolayı- bir bakıcı bulacak ve bakıcıya ücret karşılığında
çocuğunu baktıracaktır. Fakat işte burada ya mantıksız bir şey yapılarak çalışan
mêmur kadının maaşı çocuğun bakımı ve kadının kişisel masrafları için
tükenecek, yada çocuğa bakacak olan kişiye ağır bir haksızlık yapılarak bakıcı sömürülecektir.
Şöyle ki;
Net asgarî ücret, an îtibârıyla
(2020) 2.324 TL’dir. 4857 sayılı iş kânununun 102. maddesine göre asgarî ücretin
altında bir maaşla işçi çalıştırmak yasaktır. Zâten işçilerin ücretleri
bankalar aracılığıyla ödenmek zorundadır. Bu da bu ücretlerin oranının kayıt altına
alındığı anlamına gelir. Yine; SSK prim ödemelerinde herhangi bir indirim yada
teşvikten yararlanılmıyorsa, ödenmesi gereken tutar yaklaşık 950 TL’dir. İşveren
yâni çalışan anne, çocuğuna baktırdığı kadının sigorta primlerini düzenli
olarak ödüyorsa ve herhangi bir geçmiş prim borcu yoksa %5’lik indirimden
faydalanabilmektedir. Bu durumda ödenmesi gerek prim tutarı yaklaşık 850 TL
civârındadır. SSK primi ile birlikte bakıcının-işçinin masrafı 3.175 TL’ye çıkmaktadır.
İşçinin ayrıca yıllık izinleri ve hastâne rapor ve özel izin durumları da
vardır.
Bu durumda,
çalışan anne, 4.000 TL’lik maaşının 3.175 TL’sini bakıcıya vermesi gerekir. Bu
parayı ödedikten sonra geriye kalan para 850 TL’dir ki bu para, çalışan kadının
yol, yemek, giysi vs. masraflarını karşılayamaz. Çalışan kadın, emzirme ve
çocuğa göstermesi gereken diğer ilgiler için işyerinde normâlden daha fazla
bulunup da mesâi de yapamayacağından dolayı gelirini arttırmayacaktır. O hâlde
çalışan kadının kazancından çok gideri olacaktır. Çalışan kadınlar bu nedenle
doğala, normâle ve fıtrata aykırı olarak, hem evliliklerini ertelemekte,
evlendiklerinde ise çocuk doğurmayı geciktirmekte, yada tek çocukla idâre
etmektedirler. Fakat bu da soruna yeterli derecede çâre olmamaktadır. Çünkü
bakıcıya gerek duyulmadığında bile kreş, anaokulu vs. gibi yerlerde ve ileride
de özel okullarda çocuğun masrafları katlanarak artacaktır.
Bu durumda
çalışan çocuklu kadınlar ne yapmalıdırlar?. İşte burada yapılacak ve çoğunlukla
yaptıkları şey, yasalara aykırı iş yapıp, çocuğuna baktırmak için bakıcıya,
asgarî ücretin çok daha altında bir maaşla bakacak bir bakıcı bulmak olacaktır
ki, işsizliğin çok fazla olduğu ve geçimin alabildiğine zorlaştığı yerlerde 1.000
TL.ye bile çalışacak bakıcı bulmak zor olmayacaktır. Üstelik bu kişinin SSK’sını
da ödemeyecektir. Hattâ bunu düşünmeyecektir bile. Bu durum aslında “bakıcılık
yapacak olanların zor durumlarından istifâde edilmesi” anlamına gelir. Aslında
yasal olmamasına rağmen, bir şikâyet de yoksa modern devlet de bunu görmezden
gelmektedir. Çünkü modern seküler devlet fıtrata ve dîne karşı olduğu ve
bâtılın peşine takıldığı için ve hem kadını alabildiğince iş hâyatına sokmak
istemekte, hem de zâten patronların da bunun benzerini yapmasına izin
vermektedir. İşverenler işsizliğin çok olmasından faydalanmaktadırlar ve
işsizliğin artmasını hem desteklemekte hem de istismâr etmektedirler. Zâten işsizlik,
işverenin sigortası durumuna gelmiştir. Böylece işçi fiyatlarını şerefsizce;
“işine gelirse çalışırsın” diyerek istedikleri gibi düzenleyebilmektedirler. Modern
kölelik böylece el altından yürütülmektedir. İşte çalışan anneler de bu zulme
ortak olmakta ve bu kahpe sistemi desteklemektedirler.
Bu
durum, “çalışan kadınlar”ın yanında çalışan bakıcıların sömürülmesi demektir.
Bu durum kânunlara aykırı olduğu gibi, aslında dînen de hem günah hem de
haramdır. Hattâ ayıptır da. Zîrâ insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyi
başkasına yapmaktadır. Bu da bencillik ve acımasızlık yapmak anlamına gelir.
O hâlde kânunlara da aykırı bir şekilde çocuğa bakması için işçi
çalıştırmak hem yasak hem günah hem de ayıptır. İslâm’da bu iş çok sıkı tutulur.
Hattâ öyle âyetler vardır ki, modern müslümanların çoğu bu âyetlerden haberdar
değildir. Meselâ şu âyet karşısında modern müslümanlar ve çalışan ve bakıcı
çalıştıran müslüman anneler ne düşüneceklerdir:
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün
kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara (yâni işçilerine) onda
eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini
inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
Âyet açıkça;
“ellerinde fazla mal-para bulunanlar, bu fazla malı-parayı, köleleri yada
işçileriyle eşitleninceye kadar dağıtıp vermek zorundadırlar. Aksi-hâlde o
nîmeti inkâr etmiş olurlar” diyor. Bu âyet nefse ağır gelen bir âyettir. Fakat,
yaratmayı Allah yaptığı için, mülk de emir de O’na âittir. O hâlde O’na îman
edip Kur’ân’a bağlananlar bu âyete uymak zorundadırlar. Hiç öyle aşırı
yorumlamaya giderek âyete farklı bir mânâ verilmeye çalışılmasın. Âyet çok
açık. Allah’ın murâdı, “rızkta eşitlik” sağlamaktır.
Düşünsenize;
birisi temel ihtiyaçlarını çok rahat karşılayabilirken, diğeri ay-sonunu nasıl
getireceğinin hesâbını yapıp duruyor. Temel ihtiyacını karşılayabilecek
seviyede bir geliri yok. Hâlbuki her-gün işe gidip-geliyor. Üstelik
yanında çalıştığı kişiden daha ağır şartlarda çalışıyor fakat yanında çalıştığı
kişi gönlünce yaşayabiliyorken, işçi ise tamı-tamına yetirebilmenin
derdindedir.
İşte
İslâm dîni bunu değiştirmek ister ve zâten ana-amaçlarından biri de budur. Köle
de efendi de temel ihtiyaçlarını aynı şekilde karşılayabilmelidir. Hz. Ömer
döneminde genelkurmay başkanı ile onun yâveri aynı maaşı alıyordu. Zâten bir
yolculuk sırasında efendi ile köle, deveye sırayla biniyorlardı. Peygamberimiz de: “Elinizin altındakiler (köleler,
hizmetliler, çalışanlar) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emânet
etmiştir. Şu-hâlde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa ona yediğinden
yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler
yüklemeyin veyâ yüklerseniz siz de yardım edin” (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim,
“Eymân”, 40) diyerek “rızıkta eşitliğin” emrini verir ve uygulamasını yapar.
Buna rağmen
ille de çalışmak isteyen çocuklu kadınlar yasaklara ve günaha aldırmayarak,
çocuğuna çok düşük bir ücretle baktırmaktan çekinmeyecek ve çocuğunun
bakıcısına zulmedecektir. Zâten başta ABD ve Avrupa’da da durum böyle olduğu
için ya Avro-Amerika baz alınmakta ve zulüm güyâ meşrûlaştırılarak kolayca
sürdürülmekte, yada çocuklara bakanlara ödenecek “yasaların gösterdiği” maaşlardan
sonra kendi maaşlarından geriye pek bir şey kalmayacağından dolayı kadınlar ya
hiç evlenmemekte yada evliliği geciktirerek fıtratlarına aykırı hareket
etmektedirler. Üstelik doğal cinsi ihtiyaçları da gayrı meşrû bir yoldan
karşılamanın kapısı açılmaktadır. Evli olanlar da çocuk yapmamakta yada çocuk
yapmayı geciktirmektedir. Bu durum, pek-çok sorunu yanında getiren “tek çocuklu
âileler”in çoğalmasına neden olmaktadır. Ne yazık ki bu yaşam tarzı Türkiye’de
ve müslüman ülkelerde de yaygınlaşmaya başlamıştır. Dünyâ’nın ifsâd olmasının
bir nedeni budur.
Yine bu durum
yâni kadının çalışması, toplumda insanları bâriz bir şekilde ayrıştırmaktadır.
Sistem, çalışan kadını “acımasız” yapmaktadır. Zîrâ aksi-hâlde bir mantıksızlık
olacaktır. Kadının çalışmasının da bir anlamı kalmayacaktır. Sonuçta acımasız
ve bencil anneler ortaya çıkmakta ve bu tüm toplumda yaygınlaşmaktadır.
Acımasızlaşan çalışan kadınlar, işsizliği kullanmakta ve geçim sıkıntısı nedeniyle
iş arayanların zor durumlarını kullanarak çok düşük ücretlere insanları râzı
edebilmektedirler. Üstelik çalışan kadınların pek-çoğu çalıştırdıkları
bakıcılara sâdece çocuk bakımını değil, ev işlerini ve yemek yapmayı da şart
koşmaktadırlar. Böylece ortaya modern bir kölelik şekli çıkmaktadır.
Peki bunu
yaparlarken yâni kendilerinin aslâ kabûl etmeyeceği ücretlerle ve şartlarla
kadınları çalıştırmaya hiç utanmıyorlar mı?. Bu ne densizliktir ve bu nasıl bir
bencilliktir?. Kendilerine böyle bir şey yapılmasını isterler mi?. Devlet çok
sıkı tedbirler alsa ve asgarî ücret meselâ 2.500 TL olsa ve SSK şart koşulsa ve
sıkı bir şekilde denetlense ve kânunlara uymayanlara ağır cezâlar verilse, bu
durumda çalışan kadınlar ne yapacaklardır?. Fıtrata, doğala, normâle, toplumsal
duruma ve en önemlisi de sünnetullaha (Allah’ın değişmez yasalara) bâriz bir
şekilde aykırı olan kadının çalışması, -çok zorunlu birkaç şart hâriç- zulümden
başka nedir ki?. Üstelik çalışan kadın çocuğunu yaşlanmış ve tâkatten düşmüş annesi
yada kaynanasına bırakmış olsa bile, eve gelince bir de evinin işini yapmak
zorunda kalarak kendine de zulmetmiş oluyor. Çünkü yüksek maaşlı olmayan
kadınlar bir de ev işlerini yaptırmak için kadın tutamayacaklardır. Böyle
olunca da çalışan kadınlar ya çocuk işini erteleyebildiği kadar erteleyecek ve
yine fıtratlarına zulmetmek zorunda kalacaklardır.
Çok iyi
bilinen şey şudur ki; çalışan kadınlar, bütün gün işteki yorgunluğun üzerine
Allah’ın günü evde yemek yapmak istemeyecekleri için ayın yarısında dışarından
yemek ısmarlayacaklar ve hem fazla para harcamış hem de sağlıksız beslenmiş
olacaklardır.
Peki tüm
bunlar ne için?. Tüm bunlar, pohpohlanmaya çok müsâit olan ve nefisleri moderniteye
çok uygun olan kadınların; küresel güçler, sermâyedarlar, küresel teorisyenler yâni
“tâğutlar” tarafından ev-dışına çekilmek istenmesi nedeniyledir. Artık tüm
kızlar okumaktadır ve dandik de olsa bir bölümü bitirmektedirler. Fakat
bunların %90’ı iş bulamamakta, ama “üniversite bitirmiş” olmanın verdiği sahte
kibirle ve havayla ne adam beğenmekte ne de iş beğenmektedirler. Bu nedenle de
evlilikleri geciktirmekte yada iptâl etmektedirler. Küresel güçlerin istediği
de zâten budur. Çünkü böylelikle bireyciliği yaygınlaştırarak, hem daha fazla
kişi-başı tüketim artacak hem de bireyselleşmiş insanlar daha kolay
yönetilebilecektir.
Çalışan annelerin içinde, maddî
yetersizlik nedeniyle çalıştırmak için birini tutamayanlar, çalıştıkları için
ancak hafta sonları evlerinde iş ve temizlik yapabildiklerinden dolayı, haftada
bir gün evde kalan koca ve çocuklar bulunuyorken her tarafı kaldırıp camları-kapıları
silemeye kalkışmaları evde bir huzursuzluk ve stres doğuruyor. Böylece çalışan
anne, kendine zulmettikten başka, ev-halkına da zulmetmiş oluyor.
O hâlde
kadınların çalışması hem kendilerine, hem âilelerine, hem topluma hem de dîne
ve fıtrata karşı yapılan bir zulümdür. 80 milyonluk ülkeye sâdece 10-15 bin
kişilik çalışan kadın gerekir ki bunlar da yarı-zamanlı çalışma şeklinde
olmalıdır. Üstelik çalışacak bu kadınlar, önünde engeli olmayan kadınlardan
seçilmelidir. Yâni ya bir-nedenle evlen(e)memiş, ya erken evlenip çocukları
evlenip ayrılmış yada çocukları olmamış kişilerden olacaktır. Aksi-hâlde
dediğimiz ve apaçık bir şekilde görüldüğü gibi, Dünyâ çalışan kadınlar
tarafından ifsâd olacaktır ki bu ifsâd zâten yayılmaya başlamıştır bile.
Şu da var
ki; “kadın mutlakâ çalışmalı” diyenler ve “ille de çalışacağım” diyen ortalama
3.000-4.000TL geliri olan kadınlar, mecbûren yeterince yada “sonuna kadar”
dürüst olamayacaklar ve en nihâyet bir süre sonra da yaptıkları uygulamayı
(yâni “yarı dürüstlüğü”) ölümüne savunmaya başlayacaklardır.
Çalışan annelerin çocukları,
sabahları anne-babaları işe giderken babalarının işe gitmesine içerlemiyorlar
fakat annelerinin evden çıkmasına çok içerliyorlar ve gitmelerinden dolayı
kendilerini paralıyorlar. Sonuçta çocuklar, annelerinin çalışmasını
kaldıramıyor. Böylelikle çalışan anneler işe gitmekle bakıcılara zulmettikten
sonra, çocuklarına da zulmetmiş oluyorlar. O hâlde annelerin çalışması “çifte
zulüm” oluyor.
Çalışan anneler anneliği iyi
bilmemektedirler. Çünkü işin pratiğini yapmamaktadırlar ve bu işi başkalarına
devretmektedirler. Annelik bir meslektir. Üstelik bu meslek kadına ilk başta Allah
tarafından öğretilmiş ve fıtratlarına yerleştirilmiştir. Sonra ise bir tecrübe
olarak anneden kıza aktarıla-gelmiştir. İnsanlık târihi kadar eski bir
meslektir annelik. O yüzden değeri ölçülemez. Zâten “cennetin annelerinin
ayaklarının altında olması”nın nedeni de budur.
Doğal ortamları
olan evlerden çıkan kadınlar, Dünyâ’nın şeytan lehine bozulmasına neden olarak
büyük bir zulmün tetikleyicisi ve sürdürücüsü olmuşlardır. Zîrâ kadın ev-dışına
çıktığında ya eziyet görür, yada eziyet eder.
Çalışan anneler
fıtratlarında olan o vicdânı, merhâmeti ve annelik duygusunu zamanla
yitiriyorlar yada en azından bu duygular zamanla azalıyor. Kadınların kendi
işleri dışında çalışması, Sanâyi Devrimi ile birlikte batı’da başladı. Batı’lı
kadınlar o günden bu yana çalıştıkları için bu duygulardan neredeyse tamâmen
uzaklaşmıştır. Muhammed İkbal bu nedenle; “batı’lı kadın kâlpsiz ve kadınlık
duygularından mahrûmdur” der. Bu durum artık doğu’lu kadınlar için de geçerli
olmaya başladı. Bu, kadınların hem kendi fıtratlarına, hem de çocuklarına
yaptıkları bir zulümdür.
Modernizm anneliğin gözden
düşürülmesidir. Modernite ve modern insan anneliği kötülemektedir. Hayati İnanç
şöyle der:
“Ana-okullarında
‘ana’ yok, huzur-evlerinde huzûr yok. Annelik Dünyâ’nın en zor işidir. Kadının
yapacağı hiç-bir iş ‘annelik’ten daha önemli olamaz. Cennet erkeklerin,
kadınların ve babaların değil, annelerin ayağı altındadır. Beşiği sallayan,
Dünyâ’yı da sallar. Ayağının altında cennet olan kadın hakkında ileri-geri
konuşulmaz”.
Annelerin çalışmasıyla evler “akşam girilip yatılan
ve sabah çıkılıp gidilen oteller” hâline gelmiştir. Baş-örtüsünün sistemin
istediği tarzda “serbest” bırakılmasıyla kadınların yüksek okul ve çalışma
hayâtına katılması kapitâlist-feminist bir projedir. Modern baş-örtüsü, ‘İslâmî
tesettürün bir parçası” olmaktan çıktı ve modern kadın için “özgürlük simgesi”
hâline geldi. Fakat bu özgürlük “ahlâk ve adâletten
arındırılmış özgürlük”tür (emansipasyon). Modern kadın, mekânın
modernleştirilmesinin (apartman) de sonucunda evi bir hapis-hâne gibi
görmektedir. O yüzden kendini “dışarı” atmak istemektedir. Fakat kamusal alan
da aslında bir “açık-hava hapis-hânesi”dir. Kamu kurumları ise tam bir hapis-hâne
şeklindedir. Eskisi gibi tarlalarda açık-havada çalışmaya benzemez.
Kadının
çalışması hiç-bir şekilde tam anlamıyla mahremiyet konusunu öteleyemez. Mahremiyeti
önce tesettüre sonra da baş-örtüsüne indirgeyerek kadını kamusal hayâta
taşımak, onun hem mahremiyetine hem de anneliğine zarar verir-verdi. Kadın
evden ayrılınca aslında sâdece eşinden-çocuklarından değil, anne-baba,
kaynana-kayınbaba ve hattâ komşularından ayrılmış olur. Çalışan kadının komşuluk
ilişkileri otomatikman biter yada çok azalır. Abdurrahman Arslan bu konuda
şunları söyler:
“Müslüman kadının, tesettürlü olduğunda
kamusal alanda
sanki her işi/şeyi yapabilme imkânını
elde etmiş
birisi gibi
kendini görmekte oluşu, artık bugün yanlış
bir şekilde kabûl gören bir kanaât hâlini almıştır. Cinsiyetten bağımsız
rôl telâkkisine
sâhip bu düşüncede bütün amel-biçimleri kadar beden de aslında
baş-örtüsüne indirgenmiştir. Baş-örtüsünün serbestlik kazanması, hayâtın
pratiğine bir tercih olarak katılmayıp muhâlefet eden müslüman kadının/evin
nihâyette emeğin/üretimin tanımlanmış eril dünyâsına eklemlenmesinden başka bir
şey olmadı. Nihâyette müslüman kadın murâdına erdi ve kapitâlizmin ‘çalışma
dînine’ katılma imkânı bulmuş oldu.
Kapitâlizme âit bu telâkkinin önemli
husûsiyeti, çalışmayı mekân ve zamânı
olarak evin
hâricinde, âile ve dinden bağımsız
tanımlamasıdır. Haddizâtında bu, insanın sâhici sosyâl dünyâsı
olan evi sâhipsiz/insansız
bırakmış bir tanımdır.
Batı-dışı toplumlarda ve tabî ki bilhassa müslüman dünyâda âile, kadın, kadının
çalışması ve onun evle özdeşleşmiş rôlü sıkça bir ‘geri kalmışlık sorunu’
şeklinde ele alınır. Çağdaş müslüman kadın kadar erkek de gördükleri eğitime
paralel olarak artık bugün meseleye bu zâviyeden bakmakta, böyle bakmaktan da
bir türlü kurtulamamakta. Bilhassa yeni kuşaklar, ‘geleneksel’ diyerek
damgaladıkları değerlerin değişmesi gerektiğine ve erkekle eşitliğin
sağlanmasına vurgu yapmaktadır. Bu fikrin taşıyıcısı olan müslüman için kadın
meselesi, bir ‘katılım’ meselesi olarak anlaşılmakta, bu yüzden de geleneksel kabûl
edilen değerlerin değişmesiyle kadının erkek dünyâsına kolayca katılabileceği
ve böylece eşitliğin sağlanacağına inanılmakta. Öte-yandan da aldığı eğitimin
zorlayıcı teşvikine rağmen taşıdığı baş-örtüsünden dolayı mahrum bırakıldığına
inanan müslüman kadın da aşırı şekilde çalışma isteği taşımaktadır. Dün mahrum
bırakılmış olsa da aslında bu, günümüzün neo-liberâl siyâset ve kültürüne de
uygun düşen bir taleptir. Müslüman kadın çalışma dolayısıyla evi terk etme
isteğini meşrûlaştırmak üzere cinsiyet ve anneliği ertelemektedir. Zîrâ aldığı
eğitimden dolayı ev, oryantâlist söylemi doğrular gibi onun için artık bir
hapis-hâne görünümündedir. Kamusal alanın aslında duvarları olmayan bir
hapis-hâne olduğunu anlayabilmesi için daha bir miktar zamânın geçmesi
gerekecektir.
Eğitimli
yeni kuşaklar, anneleri gibi olmak istemiyor. Ama onları güçlü âile/akrabâ
bağları içinde, rûh sağlığı yerinde insanlar olarak yetiştirenlerin, evi
kendisine yurt edinen anneleri olduğunu nedense unutuyorlar”.
Bir yazıda
şunlar söylenir:
“Modern çağda kadınlar, gelenekleri terk etmeden zamâna ayak uydurmaya
çalışan bireyler hâline dönüşüyor. Bir yandan geleneksel kalmaya çalışarak anne
olan, evine bakan; bir yandan modern olmaya çabalayan, kariyer hedefleri olan
kadınların yaşadığı bu çatışma âileler için zorlu bir gerilim hâline
gelebiliyor. Mükemmel kariyer, mükemmel anne, mükemmel eş… Tüm bunlar
kadınların kaldırabileceğinden çok daha fazla sorumluluk üstlenmesine bunun
sonucunda da hem kendisini hem âile bireylerini mutsuz edecek tutumlar
sergilemesine yol açıyor”.
Fakat buna
rağmen kadınlar yine de işi bırakmayı ve çalışmamayı düşünmüyor. Zîrâ kapitâlist-modern
hayat ve nefs onlara; ikinci bir ev, ikinci bir yazlık, sıfır ev, sıfır eşyâ,
sıfır araba, kolejde okuyan çocuk ve bolluk içinde bir yaşam arzulatıyor.
Bundan vazgeçemeyerek doğala, normâle ve fıtratlarına aykırı davranan anneler,
mecbûren kendilerine zulmediyorlar.
Çalışan anneler; ya
ev-hanımlığını terk edecek ve genelde haklarını tam olarak vermedikleri
“ücretli ev hanımı” tutarak çalışanına zulmedecek, yada çalıştığı işinden sonra
bir de evinde “ev-hanımlığı işi”ni de yaparak kendine zulmedecektir. O hâlde -çok
özel şartlar dışında- kadınların çalışması mutlakâ zulümle sonuçlanacaktır.
Annelerin
çalışmak, babaların ise yoğun olarak çalışmak zorunda kaldığı
kapitâlist-seküler düzenlerde artık âile
“çocuk terbiyecisi” olma rôlünü büyük ölçüde kaybetmiştir. Okulların ise
çocukları yetiştiremediği bal gibi ortadadır.
Kadının çalışması gerçekten
hem kadın için hem de insanlığın gelişmesi için çok önemliyse, o zaman zenginlerin,
devlet başkanlarının ve devlet adamlarının eşleri niye çalışmıyorlar?. Diğer
kadınlar gibi sabah altıda-yedide kalksınlar, işlerine gitsinler ve akşama
kadar çalışsınlar. Kadınların çalışması bu kadar önemliyse bahsettiğimiz
kişilerin eşleri niye çalışmıyor ki?. Dünyâ’yı yönetenlerin eşlerinin çalışması
söz-konusu bile edilmiyor; çok zenginlerin eşleri çalışmıyor, orta-hâllilerin
eşleri ise kıyak işler yapıyorlar. Olan
garibanların hanımlarına oluyor. Zîrâ onlar en düşük ve ezici işlerde
çalışmak zorunda bırakılıyorlar ve çalışmaya zorlanıyorlar. Demek ki “kadın
çalışmalı, ayakları üzerinde durabilmelidir” denilen kadınlar, garibanların
kadınlarıdır. Nerden baksanız tutarsızlık, nerden baksanız ahmakça, nerden
baksanız zulüm.
Annelerin çalışması ve
çalıştırılması, hiyerarşik bir zulüm sistemidir. Anneleri çalışmak zorunda
bırakan ideolojiler, sistemler ve uygulamalar bu zulmü başlatmış, sonra da bu
sistemlere uyan yada uymak zorunda kalan kadınlar da bu zulmü sürdürmüş ve
sürdürmektedir.
Velhâsıl kelam; Kadının
işyeri, evidir. İşyerini dışarıya taşımak, zulmü de mutlakâ yanında getirir. Zîrâ
doğala, normâle ve fıtrata aykırı davranmak zulmü ateşlemek demektir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir
Hârûn
Görmüş
Hazîran
2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder