“Ey Peygamber!; Rabbinden
sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun
elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Şüphesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidâyete erdirmez” (Mâide 67).
“Ulaştırmak, götürmek,
bildirmek, eriştirmek” anlamlarına gelen tebliğ, zımnen; “tebliğ ettiğini ilk
önce sen uygula” mesajını da yanında taşır. Bir insanın başkalarına iyiliği
emrederken kendisinin tebliğ ettiklerini yapmaması ve yaşamaması olmaz. O hâlde
tebliğ yâni yazımızda söz-konusu ettiğimiz İslâm’ın tebliği, yerini en güzel
şekilde bulması için, tebliğcinin tebliğ ettiği şeyleri ilk önce kendisinin yapıyor
olması ve bunu meleke hâline getirmiş olduğunun izlerinin üzerinde görünüyor
olması gerekir. Aksi-hâlde tebliğ ve de dâvet etkisiz olur, güdük kalır. Zîrâ
insanlar, kendilerine yapılan tebliğdeki emir ve yasakların, ilk önce
tebliğcide görünüyor olmasına bakacaklardır.
Peygamberler, peygamberlik
öncesinde de temiz, dürüst ve ahlâklı kimselerdi. Fakat peygamber olarak
seçilmeleri ve ardından da vahiylerin gelmesiyle kendilerini tam anlamıyla
İslâmî düzene sokmuşlar ve inşâ olmuşlardır. Sonra da -yaptıkları o tebliğin
emâreleri kendilerinde göründüğü için- çok güçlü ve etkileyici tebliğler ve dâvetler
yapabilmişlerdir. Aksi-halde insanlar tebliğden etkilenmezlerdi. Demek ki
gerçek bir tebliğ için tebliğcide, tebliğ ettiği şeylerin emâreleri gözüküyor
olması gerekir. İslâm’ın tebliğinde bunlar çok önemlidir. Zîrâ “Allah’ın dîni”
tebliğ edilmektedir ve bu tebliğ en güzel şekilde yapılmalıdır ki peygamberler zâten
bunun en güzel örnekleridir. Tüm peygamberlerdeki örnekliğin bir ucu da, “tebliği
en güzel şekilde yapmış olmaları”dır.
Tebliğcide “yaratılıştan
gelen” asık olmayan bir yüz, itici olmayan bir ses rengi, yumuşak bir üslup ve
güven vericilik gibi özellikler olmalıdır. Böyle olmayan kişiler yüz-yüze
tebliğden ziyâde yazılı tebliğler yapmalıdır. Çünkü insanlar kendilerine
düşüncelerini ve davranışlarını değiştirecek tebliğler yapmaktadırlar ve bunu
kabûl etmek zâten zor olduğundan, bir de tebliğcinin asık bir suratla ve yanlış
bir üslupla tebliğ yapması kişiyi tebliğciyi ve tebliği dinlemekten kaçıracaktır.
Yine tebliğ, apaçık bir şekilde ve hiç-bir şey gizlenmeden ve bir şeyden
çekinmeden çok net olarak yapılmalıdır.
Hem tebliğciler hem de kendisine
tebliğ yapılanlar bilmelidirler ki, tebliğ, ardından İslâmî sorumlulukları ve
davranışları getirecektir. O hâlde tebliğ, “yeni bir yaşam-tarzına dâvet”tir.
Tüm peygamberler insanlara, bulundukları şirk, küfür ve zulüm düzenlerine
dayalı yaşam-tarzlarını değiştirme ve bunun yerine İslâmî yaşam-tarzını teklif
etmek ve sunmak için tebliğ yaparlar. Zîrâ bunun için görevlendirilmişlerdir.
Bu yaşam-tarzı ilk başta kendi üzerlerinde ve peygamberlere ilk inanan kişiler
üzerinde görülmelidir ki “güzel örneklik”in bir görünümü de budur:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde güzel bir örnek vardır”
(Ahzâb 21).
O hâlde peygamberlerin tebliği,
aynı-zamanda dâvetleridir; İslâmî yaşam-tarzına dâvet. Bu yaşam-tarzının bir
örnekliği de olmalıdır ki peygamberler işte bunun örnekleridir. Peygamberler,
vahiy-merkezli olan İslâmî bir yaşam-tarzı için, Allah’ın onayladığı İslâmî bir
hareket metodu kullanmışlardır. Bu da, tebliğin salt “tebliğ” ile kalmadığı ve
tebliğden sonra da hem sözlü hem de amelî bir yaşam-tarzını öğretmekle ve
göstermekle görevli olduklarının delîlidir.
Modern zamanlarda bu durum
çok yanlış anlaşılıyor ve istismâr ediliyor. Modern yaşam-tarzına iyice doymuş
olanlar, İslâmî yaşam-tarzını yani peygamber örnekliğini uygulamak istemedikleri
için, mevcut modern yaşam-tarzlarını Kur’ân ile meşrûlaştırmak adına, Peygamber’in
örnekliğini yâni “hikmet” denen tebliğ, beyân ve ameli göz-ardı ediyorlar.
Peygamber’in; vahyin açıklayıcısı, öğreticisi ve uygulayıcısının olmadığını
söylüyorlar. “O sâdece kendisine geleni tebliğ eder o kadar” diyorlar. Çünkü
dediğimiz gibi, yeni bir yaşam-tarzı tebliği ve dâveti vardır ve bu yaşam-tarzı
kişilere bir-çok sorumluluklar yüklemektedir ki bu sorumluluk, modern yaşam-tarzıyla
çeliştiği için, modern yaşam-tarzından vazgeçmeyi yanında getirmektedir. İşte
bu nedenle modernler, bundan vazgeçmek istemediklerinden dolayı, “Peygamber sâdece
tebliğ yapar başka da bir şeye karışmaz” derler. Tabi böyle düşünülmesinin bir
nedeni de, âyetleri bağlamından kopuk olarak okumalarıdır.
Peygamber,
Kur’ân’ı tebliğ ederken “önemli” oluyor ama Kur’ân’ı uygularken “önemsiz”
oluyor öyle mi?. Peygamber sanki, “ben
ancak bana gelen vahyi harfi-harfine iletirim ve gerisine karışmam” diyormuş
gibi konuşuyorlar. Oysa âyetlerde Allah, Peygamber’e beyân yâni söz ile
açıklama ve amel ile örnek olma emrini de vermiştir:
“O, ümmîler içinde,
kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve
onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce
gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).
“De ki: Bu, benim
yolumdur. Bir basîret üzere Allah’a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve
Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim” (Yûsuf 108).
Şimdi, “Peygamber’e düşen
sâdece tebliğdir” denilen âyetleri ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…
“Eğer seninle
çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a
teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz
mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz
çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları
hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).
“Allah’a itaat edin,
Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki,
elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir” (Mâide 92).
“Bilin ki, Allah
gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye
tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli
tuttuklarınızı da bilir” (Mâide
98-99).
“Onlara (azâb olarak)
vâdettiklerimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de,
sana düşen yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).
“Şirk koşmakta olanlar
dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik,
biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan
öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden
başkası mı?” (Nâhl 35).
“Fakat onlar yüz
çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).
“De ki: ‘Allah’a itaat
edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin)
sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona
itaat ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir
tebliğden başkası değildir” (Nûr
54).
“Eğer yalanlarsanız,
sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen,
yalnızca açık bir tebliğdir”
(Ankebût 18).
“Dediler ki: ‘Siz,
benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da
herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler
ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim
üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur” (Yâsin 15-17).
“Şâyet onlar, sırt
çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş
değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana
tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi
ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda
insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ
48).
“Allah’a itaat edin ve
Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine
düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).
Âyetlerde de görüldüğü gibi,
söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri
duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerin bütünlüğüne
bakıldığında bundan bahsedilmediği görülür. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda
yada âyetleri bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda,
Peygamber’in, İslâm’ı apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer
Allah’ın emrettiği yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız” demektir.
“Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Peygamber,
âyetleri insanların yüzlerine karşı apaçık bir şekilde okur, açıklar ve
yapılması gerekeni gösterir. Buna rağmen muhâtaplar kabûl etmezlerse,
“Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyeti söylenir. Yâni Peygamber tüm çabayı
gösterdikten sonra gelen bir sözdür bu. Yoksa “bakın bana vahiy geldi,
şöyle-şöyle diyor, size bunları söyledim, başka da sözüm yok, artık ne hâliniz
varsa görün” anlamında bir şey değildir. Çünkü Peygamber, Allah’ın emrettiklerini
en başta kendisi uygar ve örneklik olarak açığa çıkarır. Yoksa karşıdaki
muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?. Bu bağlamda bir yazıda tebliğ
hakkında şunlar söylenir:
“Tebliğ; sözün, düşüncenin, eylemin
topluma bildirilmesidir. Resûller, Allah’ın âyetlerini, emrettiği dînini,
emirlerini, bilgilerini insanlara bildirmekle görevlidir. Tebliğ ifâdesinin
içinde sâdece bildirme yoktur. Bildirmenin içinde açıklama görevi bildirene
yüklenmiştir. Allah, İbrâhim Sûresi’nin 4. âyetinde: ‘İnsanlara iyice açıklasın
diye her Resûlü yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik’; Duhân Sûresi’nin 13.
âyetinde: ‘Nerede onlarda öğüt almak?. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir
elçi gelmişti’; Rahmân Sûresi’nin 4. âyetinde: ‘Rabbi ona açıklamayı öğretti’;
Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde: ‘Resûl sizin için güzel bir örnektir’ ifâdesiyle,
Resûlün açıklamaları, uygulamaları tebliğden sayılmıştır. Kısacası inananlar,
Resûlün tebliğ ettiği gibi tebliğ etmek, Resûlün açıkladığı gibi açıklamak,
Resûlün âyetleri uyguladığı gibi uygulamak zorundadırlar.
Allah; Resûlü Muhammed’e iyiliği hiç-bir
şeyle takas etmemesini, karşılığında bir şey beklememesini söylemektedir.
Böylece tebliğ metodunda, sözün nakli, açıklanması, uygulanması, elbisenin
temiz tutulması, kötü şeylerden uzaklaşılması, iyilikler karşılığında
beklentiye girilmemesi gibi unsunlar tebliğin temelini teşkil etmektedir.
Tebliğ eden
kişi tebliğ ettiklerini anlıyor; ama tebliğ edilen kişi anlamıyorsa buna tebliğ
denmez. Asıl olan, tebliğ edilen kişinin, tebliğ edilenleri anlamasıdır. ‘Ben
yaptım oldu, görevimi yerine getirdim, tamam’ demek mümkün değildir. Tebliğ
edilenin kabûl edilip-edilmemesi önemli değildir. Önemli olan tebliğ edilen
kişinin, tebliğ edileni hiç-bir tartışmaya gerek duymadan anlamasıdır. Tebliğ
edilen kişi, güvenmediği, inanmadığı yetmiyormuş gibi, tebliğ edenin zayıf
düştüğünü anlarsa, dalga geçer, sonra karşı saldırıya geçer. Böyle bir durum
polemiklerin yaşanmasına neden olur. Bu nedenle tebliğ eden kişi, tebliğ edeceği
konularda detaylı bilgilere sâhip olması gerekir. Anlama, açıklama, uygulama
konusunda örnek teşkil etmek tebliğin içindedir”.
İslâm’ı anlatmada ve İslâm’a
dâvet etmede ve bunun tebliğini yapmada zorlama yapılamaz. “Dinde zorlama
yoktur” âyeti işte burada devreye girer. Hiç kimse dîni kabûl etmeye zorlanamaz.
Tabi bu zorluk, “dîni kabûl etme” noktasındadır. Yoksa dîni kabûl eden kimse
için İslâm insanlara bir-çok sorumluluk ve de dolayısı ile zorluk yükler.
Tebliğci tebliğ ettiği şeyi
hayâtına yansıtmamışsa tebliğin bereketi düşecek ve etkisi azalacaktır. Açıkçası
tebliğci asık suratlıysa, sesinin rengi ve üslûbu kötüyse o kişiden tebliğci
olmaz ve o kişi yüz-yüze tebliğden ziyâde, daha farklı alanlarda İslâm yolunda
olmalıdır. Çünkü aslında tebliğci, göründüğü gibi sert değilse, konuştuğu gibi
söylemek istemiyorsa ama öyle görünüyorsa ve anlaşılıyorsa, yine de tebliğ
yapmaması kanımca daha uygundur. Bu kişilerin tebliğini ve de dâvetini yazılarıyla
yapması uygun olur.
Tebliğin sonuç vermesini ve hemen
karşılık bulmasını beklemek olmaz. Yâni tebliğci aceleci de olmamalıdır ve sabırla
tebliğini yapmalıdır. Çünkü muhâtap, duyduklarını o anda sindiremez ama sonra
mutlakâ o sözler kişinin bilincinde yer edecektir.
Kişiye tebliğ çok açık ve
net olarak yapılamalıdır. Tebliğde kapalı bir taraf kalmamalıdır. Her-şey ne
ise o şekilde tebliğ edilmelidir. Kıvıracak ve gizlenecek bir şey yoktur, olmamalıdır.
Böylece karşıdaki kişi yapılan tebliği anlayacaktır. Bunun sonucunda kişiye
belli bir süre verilmelidir. Eğer kişi, tebliğ konusunu doğru bir şekilde
anladıktan belli bir süre sonra hâlâ eski düşüncesinde ve davranışındaysa artık
o kişiye tebliği devâm ettirmenin gereği yoktur. Çünkü aşırı tebliğ, karşıdaki
kişiyi dîne düşman edebilir yada düşmanlığı varsa bu düşmanlığı arttırabilir. Açıkçası,
kişi yapılan tebliği idrâk etmiş fakat kabûl etmemişse, o kişi İslam açısından
kâfir ve müşrik olarak kabûl edilir. Kişi, kendisine tebliğ yapılana kadar
“câhil”, fakat apaçık tebliğe rağmen kabûl etmemiş ise kâfir ve müşrik olarak
kabûl edilir. Zîrâ kişi, yapılan tebliğde anlatılanların gereğini yapmaya
yanaşmamaktadır.
Tebliğ, bir “yaşam-şekli
değişimi teklifi”dir. Aslında daha çok Allah’ı kabûl edip de küfre ve şirke
karışmış olanların bilinçlenmesi ve değişimi için yapılır.
Medyada yapılan tebliğler
“hakkıyla” yapılmamaktadır. Zîrâ tebliğin hakkı verilmemektedir. Çünkü küfür,
şirk, zulüm ve kibir apaçık bir şekilde ortaya konulmamaktadır. Çünkü tebliğ
apaçık bir şekilde medyadan yapıldığında, tebliği yapanların sistem tarafından “zarâra
ve sıkıntıya uğrama riskleri” vardır ki bu risk onlar için büyüktür. O yüzden
resmî kurumlarla irtibatları olanların ve mevcut sistemin taşeronluğunu
yapanları apaçık bir şekilde desteklediğini söyleyenlerin yaptıkları şey tebliğ
değildir. Çünkü hakkı ve hakîkati gizlemektedirler. Böyle olunca da din tam anlaşılamamakta
ve eksik anlaşıldığı için de yanlış anlaşılmış olmaktadır.
Çeşitli korkular nedeniyle
tebliği apaçık yapamayanlar, hem dîni eksik anlatmışlar hem de dîni kullanmış
olurlar. Zîrâ bu şekilde yapılan tebliğden geçinmektedirler. Tebliği apaçık bir
şekilde yapmamaktan geçinmektedirler. Zâten apaçık Kur’ân gerçeklerini anlatmaktan
ve hakîkatin anlaşılmasından korkanlar, bunun çâresi olarak Kur’ân’ın
âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutarak olduğundan çok daha farklı bir anlama
kaydırmaktadırlar. Apaçık âyetler moderniteye, mevcut seküler sisteme ve
çıkarlara ters düştüğünden dolayı aşırı ve modern yada klâsik yorumlarla
saptırılmaktadır. Netîcede Hz. Muhammed’in yaptığı gibi bir tebliğ yapıl(a)mamakta
ve Allah’ın emirleri apaçık bir şekilde ortaya kon(a)mamaktadır. Çünkü bu
şekilde yapılan -sözde- tebliğlerin bir bedeli olmuyor ve tebliğci imtihandan
kurtulmuş oluyor. İmtihandan kurtulmak “imtihanı geçememek” demek olduğundan
dolayı da, Allah imtihanı geçip de liyâkatini ispatlayamayanlara yardımını ulaştırmıyor
ve müslümanların mevcut kötü durumları ağırlaşarak devâm ediyor. Durum böyle
olunca, medyatik tebliğciler, dâvetlerini Allah’a, hakka ve hakîkate değil,
mezheplerine, târikatlarına, cemaatlerine ve partilerine vs. yapmış oluyorlar.
Bugün müslümanlar mümkün
olduğu kadar topluma, toplumun otoritesine, başlarına belâ gelmeyecek şekilde
İslam’ı tebliğ etmeyi öne çıkarıyorlar. Hâlbuki âyetlerin ifâdesi açık, kesin
ve nettir:
“Allah’ın indirdiği
Kitap’tan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi)
satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah
kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab
vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın
almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar” (Bakara 174-175).
Temsil tebliğden daha etkilidir.
Hâl ile yapılan tebliği kâl ile yapılan tebliğden daha etkilidir.
Tâviz vererek ve sürekli
olarak ruhsatlara sarılarak tebliğ de olmaz dâvet de olmaz. Zâten tâviz, tebliğ
ve dâvetin bereketini kaçırır ve ters teper.
Şu da var ki, tebliğ ve de dâvet
karşılık bulmazsa, helâkı celbeder. Bu helâk ilk başta insanın iç-âleminin
helâk olmasıyla başlar. İç-âlemi helâk olanın dış-âlemi de yakın-uzak vâdede
mutlakâ helâk olur. Zîrâ kapta ne varsa dışına onu sızdırır.
Tebliğci ve dâvetçi, yaptığı
tebliğ ve dâvetin sonuç vermemesine çok da üzülmemelidir. Zîrâ tebliğ ve dâvet,
mutlakâ tebliğci ve dâvetçiye fayda verir. Zîrâ onu sorumluluktan kurtarır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder