“Ey îman edenler!;
yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah
katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).
Bu âyete Peygamberimiz’in
uymamış olması düşünülemez. Peygamberimiz yapmadığı yada yapmayacağı şeyi
söylememiştir. Aynı-zamanda o, zinhar akla-mantığa ve edebe aykırı olan
saçma-sapan bir söz söylemediği gibi, aslâ uygunsuz ve absürd fiillerde de
bulunmamıştır. Çünkü Ahzâb Sûresi 21. âyete göre Peygamberimiz bizim için “en
güzel örnek”tir ki bu örneklik elbette îman-amel-eylem şeklindeki bir
örnekliktir. Üstelik bu “güzel örneklik” Allah’ın huzûrunda ve kontrôlünde
sergilenmiştir. Hattâ Peygamberimiz’in peygamberlik sürecinde insan olmaktan
kaynaklanan hatâları da ânında müdâhale edilerek Allah tarafından
düzeltilmiştir.
Örneklik daha çok fiîl ile olur.
İşte bu nedenle Peygamberimiz, kendisine gelen vahiyleri duyurmaktan başka,
beyân yâni açıklamakla da sorumluydu. Bu açıklama elbette söz ve fiil ile yapılmıştır.
Yoksa Peygamberimiz “sâdece duyurucu” değildir. Kendisine inen vahiyleri
herkese duyurmuş, onları soranlara ve dinleyenlere açıklamış (Hadis) ve de ilk
önce bizzat kendisi uygulayarak (Sünnet) örnekliği ortaya koymuştur. Çünkü
peygamberler bir örneklik ortaya koymak için gönderilmişlerdir. Yoksa vahyin
sâdece sözünü iletmek için belki de bir insana bile gerek olmaz. Birileri
Kur’ân’ı bir yerlerde buluverirler ve aynen modern müslümanların yaptıkları
gibi kafalarına göre yorumlarlardı. Fakat böyle olunca Peygamberimiz’i inkâr
eden modern müslümanların yaptıkları gibi her kafadan ayrı bir ses çıkacağı
için, anlaşılmaz ve karmakarışık bir din inancı ortaya çıkar ve insanlar yine
küfre ve şirke dönerdi. Oysa Allah, peygamberler göndererek vahyin en doğru
açıklamasını ve fiîlî örnekliğini ortaya koyar/koymuştur. Peygamberler zâten
bunun için gönderilirler. Peygamberler, vahyi sahih sözlerle/Hadislerle
açıklasınlar ve sahih Sünnet ile fiîli bir şekilde gösterip örneklendirsinler
diye gönderilirler. Böylece vahiy, -Allah tarafından onaylanmış- Peygamber
örnekliğindeki açıklama ve fiîlî örneklik ile apaçık bir şekilde ortaya konulup
din tamamlanmış olur. Artık tüm zamanlardaki müslümanlar için geriye, vahyi
idrâk edip Peygamber gibi fiîliyata dökmek kalır. Mü’minler Kur’ân’ı okuduktan sonra
Peygamber örnekliğine göre amel ve eylemde bulunacaklardır. Çünkü vahyin
emirlerini örnekleyen ilk kişi Peygamberimiz’dir ki o’nun örnekliği en ideâl, güzel
ve aşılamayacak olan bir örnekliktir.
Hadis; Peygamberimiz’in sözlü
beyanları, insanlara Kur’ân’ın aydınlığında yaptığı tavsiyeler, tebliğ-dâvet ve
de devlet başkanı olarak koyduğu yasakları (haramlar değil) ifâde eden sözlerdir.
Sünnet ise, bunların fiîlî olarak hayâta yansıtılması ve gösterilmesidir. Tabi
burada gerçekten de Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca ve “Peygamber” (nebî-resûl)
olarak yaptıklarından bahsediyoruz. Sahih hadis ve sahih Sünnet’ten
bahsediyoruz. Yoksa Peygamberimiz adına uydurulmuş saçma-sapan ve zırvalık
derecesindeki sözler yâni hadisler ve Peygamberimiz’e iftirâ ederek bil-fiil
o’nun yaptığı söylenen ve o’na isnât edilen zırvalıklar elbette vardır ve
mebzûl miktardadır. Bunlar Peygamberimiz’e ve Dîn’e yapılan zulümlerdir.
İslâm-târihi boyunca söylenen,
yazılan ve “hadis” denen sözlerin içinde akla-mantığa ve edebe aykırı binlerce
söz vardır. Çünkü Sünnet iptâl edilmiş ve artık Sünnet’e de “hadis” denmeye
başlanmıştır. Târihi süreçte Sünnet ile Hadis farklılığı ortadan kaldırılmış ve
ikisi de “hadis” adı altına alınmış ve kayıt altında olanların %99’u uydurma ve
zırvalık olan rivâyetlere karıştırılınca, özellikle modern müslümanlar “hadis”
deyince Sünnet’i de anlamaya başladıkları için, hadisleri tümden inkâr etmek,
Sünnet’in de inkâr edilmesine sebep olmuştur. Oysa Hadis başka, Sünnet
başkadır. Hadis, Peygamber’in söylediği yada o’nun söylediği söylenen,
gerçekten o’na âit olan yada o’nun adına uydurulmuş sözler iken, Sünnet ise,
Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca Resûl-Nebî olarak yaptıklarıdır. Sünnet vahyin
ete-kemiğe büründürülmesi ve bir “örneklik” olarak ortaya konulmasıdır. Mustafa Öztürk bu konuda şöyle der:
“Sünnet kavramıyla hadisi birbirine
karıştırmamak ve/veyâ Sünnet ile hadis arasında özdeşlik kurmamak gerekir. Zîrâ
hadis ve rivâyet malzemesi tek-tek incelendiği takdirde kimi hadislerin sahih,
kimilerinin zayıf, kimilerinin uydurma olduğu sonucuna ulaşılır; hattâ uydurma
hadislerin haddi-hesâbı yoktur. Ancak büyük gelenek içerisinde nesilden-nesile
dînî-ahlâkî bir tecrübe olarak intikâl eden Sünnet yada ‘yaşayan Sünnet’te
böyle bir problem söz-konusu değildir. Ne var ki Kur’ân İslâm’ı yada Kur’ân’a
dönüş söylemini seslendiren kimi çevreler, sarahaten veyâ zımnen Sünnet ile
hadisi özdeşleştirme yoluna gitmekte, böylece hadis-rivâyet malzemesindeki
problemlere dikkat çekerek uydurma rivâyetlerin yanında sahih hadis ve sahih
Sünnet’i tümden inkâr etme yoluna girmektedirler.
Türkiye’nin özellikle batı
yakasındaki lâikçi ve sekülarist hassâsiyetler ve talepler nazar-ı itibara
alındığında, yapılmak istenen şeyin, çağdaş değer yargıları açısından problem
arz eden bir Kur’ân hükmünü modern insanların ve bilhassa çağdaşçı çevrelerin
hatırı için izâle etmeye, dolayısıyla apolojik bir yaklaşımla Kur’ân’ı
(Allah’ı) söz-konusu çevreler nezdinde mahcûbiyetten kurtarmaya mâtuf olduğu
anlaşılır. Ancak sonuçta düpedüz çağdaş bir Kur’ân üretilmiş ya da yepyeni bir
Kur’ân metni inşâ edilmiş olmaktadır”.
Hadisler “söz” olduğu için o
sözlere uydurmaların eklenmesi yada o sözlerin değiştirilmesi yâni hadis
uydurulması kolay olmuştur. Çünkü söz değişmeye ve farklılaşmaya çok açık ve
müsâit bir şeydir. Bir kalem ve ağız oynatmakla söz değişiverir ve gerçek
anlamından sapar. Fakat Sünnet öyle değildir ve bizzat yapılan ve fiîliyata
dökülen şeydir. Nasıl yapıldıysa öyledir. Sünnet’e Peygamberimiz’in yapmadığı şeylerin
karıştırılması zordur. Fakat yine “hadis” adı altında güyâ Peygamberimiz’in
yaptıklarından bahseden hadisler uydurulmuştur. Oysa Sünnet hadislerden çok
İslâm târihi ve diğer târihi belgelerden öğrenilir.
Hadis ile Sünnet arasında da bir ayırım yapılması
gerekir. Hadisler, içine sonradan binlerce uydurma sözler sokulmuş fakat
Peygamber’in Kur’ân’ın tebliği sırasında bizzat ağzından çıkan sözlerin de
bulunduğu söylemlerdir. Sahih Sünnet ise, Peygamber’in 23 yıllık nübüvvet
sürecince kendisine inen vahiyler doğrultusunda göstermiş olduğu güzel örneklik
ve pratikliktir. Yâni vahyin hayâta aktarımıdır. Peygamber Kur’ân’ın emrine
göre, “yapmadığı şeyi söylemeyeceğinden” dolayı, yaptıklarını kavlî olarak söze
de dökmüştür tabî ki ve “sahih hadis” denilenler ancak bunlardır ve sayıları da
öyle binleri bile bulmaz belki de. Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması”
iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Aliya İzzetbegoviç
Hadis-Sünnet bağlamında şunları söyler:
“İslâm
bir düşünüş-tarzı olmaktan ziyâde bir yaşayış-tarzıdır. Kur’ân’ın bütün
tefsirleri, onun hadise, yâni hayâta başvurulmadan anlaşılmaz olduğunu
göstermektedir. Sâdece bir tek hayâtın, yâni Hz. Muhammed’in hayâtının izâhında
İslâm pratik bir felsefe, şumûllü bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkmıştır”.
İslâm, kâlpleri ve zihinleri
Kur’ân’ın sözleri ile aydınlattıktan sonra, Dünyâ’yı da aydınlatmaya sahih
Hadis ama daha ziyâde sahih Sünnet ile başlamıştır. Fakat İslâm’ın tahrif
edilmesi ve müslümanların cehâlete, küfre, şirke düşmesi ve akıldan kopması da,
uydurulmuş hadis-söz ve rivâyetlerle ve aşırı-aykırı yorumlamalar ve bunlara
göre hareket etmek ile olmuştur-oluyor.
Ehl-i sünnete, târikata,
tasavvufa, fıkıhçılara ve hadisçilere olan îtirâzımız, onların hadisleri ve Sünnet’i
çok önemsemeleri değil elbette. Sahih hadisler ve özellikle Sünnet çok
önemlidir, fakat bizim ve Kur’ân-merkezli olanların îtirâzı, kaydedilmiş mevcut
her rivâyetin Peygamber’in ağzından çıktığını zannetmeleri ve bu nedenle her
hadisi “vahiy” olarak kabûl etmeleridir. Zâten onları da tersinden aynı yanlışa
düşüren şey, hadisler üzerinden donuklaşmaktır. Yâni onlar Sünnet-merkezli
değil, hayatta karşılığı olmayan hadisler üzerinden, hem de genelde uydurulmuş
hadisler üzerinden düşünce üretmeleri ve bu nedenle de hayatta karşılığı olan
bir amelde bulunmamalarıdır.
İslâm târihinde “hadis” adı
altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının
nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin
yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında “uydurulan hadisler” külliyatları
doldurmuştur. Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî
hareket-amel-eylem tarzı ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni
hayatta uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Bir de özellikle
tasavvufçuların çok kullandığı “hadis-i kutsi” denen -sözde- hadisler vardır
ki, bu hadisler “vahiy” olarak kabûl edilmekte ve kutsallaştırılmaktadır.
İslâm-merkezli
hâdiselere dayalı olmayan hadisler “hadis” değildirler. Bir hadisin sahih
olması için, Peygamber’in Sünnet’ine dayanmalı yâni arkasında İslâmî bir hâdise
olmalıdır. Çünkü İslâm “sâdece söz” olan bir din değildir.
“Uydurma hadis ve rivâyetler”in
bulunması, “doğru-sahih hadis ve rivâyetler”in de olduğu anlamına gelir. Çünkü
bir şeyin uydurması varsa, hakîki ve sahih olanı da vardır.
Modern müslümanların
dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır. Derler ki: Hadisler Peygamberimiz’den
200 yıl sonra toplanıp tedvin edilmiştir. O yüzden içlerine bir-çok yalan ve
uydurma karışmıştır, bu nedenle bunlara güvenemeyiz. Oysa daha sahabe zamânında
bile Peygamber’in söylediklerini kaydeden sahabeler vardı. Hattâ yazdıklarını
Peygamber’e okuyanlar vardı. Muhammed Hamidullah bu konuda şunları söyler:
“Hadisler, Peygamber
dönemine âit İslâm Târihi’nden başka bir şey değildirler. Bir-çok sahabe, Hz.
Peygamber’in hadisinden bildiklerini bir kitap hâlinde toplamışlardır. Mustafa
el-Azami’nin incelemesine göre, bizzat kendilerinin bir kitap sâhibi olduğu
söylenen sahabe sayısı elliden az değildir. Bir grup muhaddis (el Hatib
el-Bağdadi gibi) Sa’id b. Hilâl’in şöyle dediğini nakleder: ‘Enes bin Mâlik’in yanında olduğumuz zaman bize defterlerini çıkarır ve: ‘Bunlar Resûlullah’tan duyup yazdığım ve kendisine arz ettiğim
hadislerdir’ derdi.
Enes on yaşındaydı.
Annesi Enes’i, hizmetinde bulunması için Resûlullah’a teslim etti. Enes,
Resûllulah vefât edene kadar, yanında hizmet etmek üzere kaldı. Başkalarının
görmediği, duymadığı şeyleri görme ve duyma imkânına kavuştu. Enes, duyduğu
yâhut gördüğü şeyleri yazmakla yetinmiyor, rivâyette de belirtildiği gibi, boş
vakitlerinde gördüğü hatâları düzeltmesi için Resûlullah’a gösteriyordu.
Enes’in bu kitabı, târihin tanıdığı en doğru hadis kitabıdır”.
Sahih hadis ve sahih Sünnet’i
tümden inkâr etmek, Kur’ân’ın modern pratiklerle yorumlanmasıyla sonuçlanmıştır.
“Modern müslümanlık” budur. Modern müslümanlık, vahyi sahih Sünnet ve hadisle
değil de, “modern telâkkilerle yorumlamak” demektir.
Peygamberimiz hadisleri de
“hadis” adı altında ve nasıl hareket ettiğini de “Sünnet” adı altında, âyetlerle
karıştırmadan ayrıca yazdırıp kaydettirseydi, şimdikinden daha karmaşık bir
külliyat yine de ortaya çıkar mıydı, emin değilim. Hadislerin ve rivâyetlerin
Kur’ân gibi bir korunmuşluğu garanti edilmediği için mutlakâ araya parazitler
karışırdı fakat şimdiki gibi milyonlara varan uydurmalar ve zırvalıklar ortaya
çıkar mıydı, onu sâdece Allah bilir. Ayetleri-Kur’ân’ı koruyan Allah’tır. Hadisler
“yazılarak korunmaya” çalışılsaydı bile onları sürekli olarak “insanlar korumak
zorunda olacaklarından” dolayı mutlakâ bir şeyler karışırdı onlara. Tabi şu da
var ki, Peygamberimiz’in söylediği tüm sahih hadisler kayıtlara geçirilememiştir
ki bu, hadislerin vahiy gibi korunmamış olmasından dolayı doğaldır.
Sünnet vahiy değildir. Eğer öyle olsaydı Peygamber’in
örnek gösterilmesi anlamsız olurdu. Çünkü Peygamber, vahyi hayâta taşıma ve
uygulamada insâni yönden ve ahlâken özel bir tarz göstermiş ve Allah işte bunu
örnek göstermiştir. Eğer Sünnet de vahiy olsaydı, Peygamber’in örnekliğinden
bahsetmek anlamsız olurdu. Zîrâ onun yaptıkları da vahiy olduğu için zâten farz
olurdu. Böylece Peygamber’i ayrıca örnek göstermeye gerek olmazdı. Sünnet,
Kur’ân’ın fiîlî bir uzantısıdır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları
söyler:
“Hz.Âişe’nin;
‘hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk
üzeresin’ (Kalem 4) meâlindeki âyeti, ‘o’nun ahlâkı Kur’ân idi’ şeklinde
açıklamış olması,
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve tasviplerinin Kur’ân’a dayandığının
bir göstergesidir. Zîrâ Sünnet Kur'an'ın bir açılımından ibâret olup ondan bağımsız
müstakil bir teşrî kaynağı
değildir. Zîrâ Sünnet’in getirmiş
olduğu ilâve hükümler, esas îtibâriyle
Kur’ân’da mevcut olan tümel ilkelerin kapsamında mündemiç bulunan mânâ ve
maksadın şerh ve
açıklanmasından îbârettir. Şu-hâlde,
Sünnet’te yer alan bir husûsun Kur’ân’daki tümel esaslara arz-olunması ve
bunların Kur’ân nasslarıyla tashih edilmesi gerekir. Bu tashih işleminde
ise, tek-tek âyetler değil
Kur’ân’ın istikrâ (tümevarım) yöntemiyle ulaşılan
tümel (küllî) ilkeleri esas alınmalıdır”.
İslâm târihi boyunca Sünnet, modern çağdaki gibi
inkâr edilmemişti. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler:
“İslâm târihi boyunca Hz. Muhammed’in
örnekliğini ve önderliğini, vefâtından sonra bu örnekliğin yegâne ifâdesi olan
Sünnet’ini ve Sünnet’in yazılı ve sözlü malzemeleri olan hadislerini toptan
reddeden, ‘İslâm Kur’ân’dan İbârettir’ diyen hiç-bir fırka, grup olmamıştır.
Nitekim Kur’an Hz. Peygamber’in
hayâtında ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu Sünnet
sâyesinde icrâ etmiştir. Kısaca, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve beklentileri
Hz. Peygamber’in örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu îtibarla
Sünnet, müslümanlar için Kur’ân’dan daha öncelikli olmuştur. Başta sahabe nesli
olmak üzere tüm müslümanlar, Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhatap
oldukları gibi müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine o’nun
sâyesinde öğrenme imkânı buldular. İşte bu ‘yaşayan Sünnet’, bu köklü gelenek
ve târihî tecrübe bütünüyle yok sayılıp salt Kur’ân metniyle baş-başa kalınınca
ona her-şeyi söyletmek, dolayısıyla onu anlam ve yorum düzeyinde tahrif etmek
pekâlâ mümkün olmaktadır.
Kur’an’ı özellikle Sünnet’ten ayrı
düşünmek, onu öğretmensiz bir ders kitabı gibi görmekle eşdeğerdir. Aslında
Kur’âncılığın Kur’ân anlayışı da tam olarak budur. Kur’âncı söylem, ahkâmla
ilgili âyetlerin tatbikinde bile Hz. Peygamber’e genel-geçer bir yetki
tanımazken veyâ en azından onun tatbikâtına çok kere mesâfe koyarken, son
derece sınırlı bir stoka sâhip olan bireysel aklına bir tür ‘şârilik’ misyonu
yükleme cüreti gösterebilmiştir”.
Hz. Ömer döneminde hadislere uydurma sözlerin ve iftirâların
karışması pek kolay olmazken, Hz. Osman döneminde uydurma hadislerin yayılması
için müsâit bir ortam oluşmuştu. Zamanla sahih hadislerin ve rivâyetlerin
arasında milyonlara varan sayıda uydurma sözler karışmış ve hadislerin sayısı
Sünni ve Şii için birer milyona kadar ulaşmıştır. Fakat sahih hadisler Kur’ân
süzgecinden geçirilerek ciddî çalışmalarla ortaya konması gerekmektedir. Zîrâ
sayısı milyonlara varan sözler, özellikle modern zamanlarda sahih hadisin ve
Sünnet’in tümden inkâr edilmesine neden olmuştur. Çünkü uydurma sözlerin
karıştığı külliyatlar, oryantâlistlerin ve onları tâkip edenlerin diline
doladığı bir alan olmuştur. Zâten Peygamberimiz; “benden nakledilen sözler/hadisler üç çeşittir. Benim dilimden size
nakledilen herhangi bir sözü/hadisi
Allah’ın kitabında bulursanız derhâl kabûl ediniz. Şâyet benden nakledilen
bir hadisin muhtevâsına Kur’ân’da
karşılık bulamazsanız kabûl etmeyiniz”
der. Sonuçta sahih olan hadis ve Sünnet de inkâr edilince Peygamber de inkâr
edilmeye başlamış ve vahyin pratikliğinde modernite baz alınmıştır. Artık
modernitenin sözleri ve yaptıkları hadis ve Sünnet gibi görülmektedir.
Sünnet, zamâna mâl olmuş olan eylemler bütünüdür.
Sünnet sâdece hadislerden ibâret değildir. Peygamberimiz’den bizzat görerek
yapıla-gelen şeylerdir Sünnet. Fakat Sünnet olarak geçen kayıtlarda Sünnet ile
uzaktan-yakından alâkası olmayan bir-çok şey vardır. Çünkü sahih hadiste olduğu
gibi sahih Sünnet’in kaydında da Allah garantili bir korunma olmadığı için,
araya binlerce uydurma karışmıştır. Fakat “hadisler Peygamberimiz’den 150-200
yıl sonra tedvin edilmeye başlamıştır” doğru değildir. Çünkü hadislerin ve
Peygamberimiz’in Sünnet olarak yaptıklarını hem sahabeden hem de onlardan
duyarak tabiinden kaydedenler vardı. Ömer bin Abdulaziz’in, hadisleri tedvin
işinin bu kayıtlara bakarak yapılmasını emrettiği söylenir.
Sahabe ve tabiin içinde Peygamberimiz’den ve daha
sonra sahabeden duyduklarını ellerine bile yazanlar vardı. Fakat “genel anlamda
hadislerin kayıt edilmesi hoş karşılanmamıştır” denir. Lâkin hadislerin
kaydedilmesinin hoş karşılanmaması, “hem yazarak hem de ezberleyerek” kayıt
altına alınmadığı durumlar için geçerlidir. Yâni hadislerin kaydedilmesinin hoş
karşılanmamamsına neden olan şey, hadislerin “ezberlenmeden sâdece yazarak
kaydedilmesi”dir. Mâlik bin Enes, hadislerin hem ezberlenmesi hem de yazılmasının
en doğru olduğunu söyler. “Sâdece yazan yada sâdece ezberleyenden hadis alınmaz”
der ve hadisleri hem yazarak kaydetmiş hem de ezberlemiş olanlardan alınmasını
söyler. Sahabe ve daha sonra da tabiin, hadisleri yâni Peygamberimiz’in
söylediklerini “yazarak korumak” için çok çabalamıştır. Mehmet Sait Toprak
hadislerin kaydedilmesi hakkında şunları söyler:
“Hasan el-Basrî’nin; “bizim yanımızda
üzerinde (güvenirliliği husûsunda) birleşip anlaştığımız kitaplarımız vardı”
sözünü kendisi şöyle açıklar: ‘Biz, ilmi/hadisi üzerinde bir anlayış sağlayalım
diye yazardık’.
Said b. Cübeyr’den gelen şu rivayet
önemlidir: ‘Ben ibn Abbas’ın yanında sâhifeme doluncaya dek yazdım, sonra nalınlarımın
üstüne, daha sonra da avuçlarıma yazdm’. Bu rivâyetten, onun elinde bir
sahîfenin vâr olduğu ve onda boş bir yer kalmayıncaya değin onu rivâyetlerle
doldurduğu sonucu çıkar. Şahsî kayıt özelliği bulunan bu sâhifede, yer
kalmayıncaya dek doldurmuş olması, ardından ayakkabılarının üzerine, orada da
yer kalmayınca avuçlarına rivâyetleri kısaltarak yazması, hadislerin rivâyeti
ve korunması sürecinde onların çabalarının boyutunu gösterir.
Ebû Kılâbe; ‘[hadisleri korumak için]
yazmak, bana [onları] unutmaktan daha sevimlidir’ şeklindeki sözleriyle, şahsî
çabaların başlıca nedeninin hâfızaya emânet edilen bilginin unutulma riskiyle
karşı-karşıya olduğuna dikkatleri çekmek ister.
Abdullah b. Muhammed b. Akîl, Ebû
Cafer’le birlikte sık-s-k Câbir b. Abdillah’a gittiklerini ve yanlarında ‘içine
yazı yazdıkları levhalar’ olduğunu anlatır.
Hadislerin Hz. Peygamber’den, rivâyet
edildiği şekliyle aktarılması husûsunda, genelde ilk zamanlardan bêri
muhaddislerin titiz davrandıklarını söylemek mümkündür. Öncelikle sahâbîler,
Hz. Peygamber’e ve hadîslerine verdikleri büyük önem sebebiyle, onları sâdece
ezberlemek ve yazmakla yetinmemişler, aynı-zamanda Sünnet’i hayatlarının
içerisine çekip canlı kılmışlar ve yaymaya da gayret göstermişlerdir.
Sahâbîler, hem hadîsleri nakletmeyi teşvik eden nassların etkisiyle, hem de
Resûlullah’ın söylemediği bir sözü ona isnâd korkusuyla, ilmi taşıma
görevlerini titizlikle yerine getirmişlerdir. Peygamber’in sözlerini
kaçırmasınlar diye nöbet tuttukları rivâyetlerle sâbittir.
Ömer b. Abdülazîz (ö.101/719)
tarafından başlatılan hadîsleri toplama çağrısı, seferberlik hâlinde herkesi
yazılı olarak ellerinde bulunan materyâlleri korumaya yada belleklerindeki
rivâyetleri bir-an önce bulabildikleri yazı malzemeleri üzerine yazmaya sevk etti.
Hicrî ilk asırda, hadislerin korunmak amacıyla yazıldığı bâzı şahsî
diyebileceğimiz sahîfe ve notların olduğu gözükmektedir.
Sahâbe, Peygamber’in her yaptığını
titizlikle izlemiş, söylediklerini hem uygulamaya koymuş, hem de aynen bir
başkasına aktarma çabasıyla ezberlemenin yanında, yazabilenler, bunu yazıyla
kısa notlar hâlinde tesbit etmişlerdi. O zamanki Arap yazısının durumu
göz-önünde bulundurulduğunda, yazıyla birlikte ezberin olması kaçınılmazdı.
Zirâ ezber olmaksızın sâdece yazı, Arapça’nın harekesiz ve noktasız bünyesinden
dolayı, tahrîf ve tashîfe sebebiyet verebilirdi. Meseleye bu yönüyle
bakıldığında, hadîslerinin ‘sâdece yazıyla’ tesbitine karşı çıkanlar, aslında
bir anlamda hadîsleri daha sağlam tutma hedefini taşırlarken, sonraları bu hedef
farklı bir şekilde yorumlanmıştır.
Kur’an-ı Kerîm’in mushaf hâline
getirilirken iki şâhitten birinden sözlü, diğerinden yazılı belge istenmesinin
sebebi kısmen Arap yazısının özelliğine bağlanabilir. Kutsal kabûl edilen
metinlerin ‘tekrarlama’ metoduyla ezberlenmesi, yazı yerine sözlü olarak
zihinlerde ve gönüllerde korunması anlayışı, kadîm bir gelenektir.
Muhaddislerin de bu kadîm geleneği, hadislere tatbîk ettiklerini söylemek
mümkün gözükmektedir. Her-şeyin ötesinde ashâb, Peygamber’in hadîslerini elde
etmede ve muhâfazada son derece titiz davranmıştır.
Tâbii ki, şu ana kadar serdettiğimiz
görüşler, Ehl-i sünnet ulemâsının görüşleridir. Şahsî kayıtlar, birer kitap
vazîfesi görmekten çok, pratik değeri olan, yaşamla bağlantılı bir şekilde
tabii olarak geliştirilen, kendisine âit olduğunu düşündüğü bir ‘şey’i insanî
bir koruma dürtüsüyle ortaya konan çabaların sonucudur. Ki bu çaba, sonradan,
sünenin kaybolma ihtimâline karşı koruyucu olarak gereken vazifeyi îfâ
etmiştir”.
Peygamberimiz’in hadisi diye
söylenen: “Benden Kur’ân dışında bir şey yazmayın” sözünü kullanıp duranlara ve
hadisleri tümden inkâr edenlere şunu söylemek isteriz ki, belki de uydurma olan
hadis budur.
Uydurma olduğu besbelli olan
hadislere ve hakîkat olduğu yâni vahye aykırı olmayıp bizzat Peygamber’in
ağzında çıktığı belli olan hadislere örnekler verelim:
Uydurma Hadisler:
“Mûsâ ölüm-meleğinden çok
korkuyordu. Bir-gün ölüm-meleği canını almaya gelince meleğin yüzüne tokat atıp
bir gözünü çıkardı” (Buhâri 65/4, 5; Hanbel 1/205, 242, 440; 2/405, 468).
“Yeryüzü balığın
sırtındadır. Cennete girecekler ilk olarak bu balığın ciğerinden yiyecektir” (Buhâri
3/51).
“Eğer erkeğin tepesinden
tırnağına kadar cerahat aksa, kadın da bunları ağzı ile temizlese, yine de
erkeğin hakkını ödemiş olmaz” (İbn-i Hacer el Heytemi 2/121).
“Allah âhirette peygamberlere
kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir” (Müslim-Îman 302;
Buhâri 97/24, 10/29; Hanbel 3/1).
“Ebu Hureyre anlatıyor:
“Resûlullah buyurdular ki: Kim helâya giderse (imkân nisbetinde) tesettürde
bulunsun, (kuytu bir yer) bulamazsa, hiç olmazsa kum (taş vs.den) bir tümsek
yapıp ona arkasını dönsün, zîrâ şeytan, insanoğlunun makadıyla (oturak
kısmıyla) oynar” (Ebu Dâvud, tahâret 19, [35]).
Üstelik bir de aynı konuda iki
farklı hadis tam zıt şeyleri söyleyebilmektedir:
“Peygamber hiç-bir vakit
ayak üstünde işemedi” (Hanbel 4/196; 6/136, 192, 213).
“Peygamberin ayak üstünde
işediğini gördüm” (Buhâri 4/60, 62; Hanbel 4/246; 5/382, 394).
Ayrıca ahkâmla
ilgili bâzı hadislerde, İslâm-öncesi fikirleri İslâmî bir görünüş içinde
görürüz.
Sahih Hadis örnekleri
ise şunlardır:
“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına
daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutûbet bulaştı. Adama: ‘Ey satıcı, nedir bu?’
diye çıkıştı. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü, yağmur ıslattı’ deyince: ‘Bu yaşlığı
üste getirip herkesin görmesini sağlayamaz mıydın?. Kim bizi aldatırsa o bizden
değildir’ buyurdu” (Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyû 74, (1315); Ebu
Dâvud, Büyû, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224).
“Cennet annelerinin ayağının
altındadır” (Nesâi, Cihad, 6)
“Abdullah İbnu Ömer anlatıyor:
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: İşçiye ücretini, teri
kurumadan önce veriniz” (İbn Mâce)
“Komşusu açken
tok yatan bizden değildir” (Buhâri, el-edebû’l-müfred,
hadis no: 112).
“Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur
olduğunu bildiği hâlde, müşteriye haber vermeden satması haramdır” (Buhâri, Büyû
19).
Bunlar, Peygamberimiz’in kendisine
inen vahiyleri okuyup üzerinde düşündükten sonra ortaya koyduğu sözler ve
amellerdir. Zâten Sünnet de, Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli fiilleridir.
Sahih Hadis ve Sünnet’te vahye aykırı bir şey ol(a)maz. Uydurma hadisler ve
zırvalık seviyesindeki rivâyetlerin ise vahiyle hiç-bir alâkası yoktur,
ol(a)maz.
Müslümanların modern İslâm
algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, Hadisleri-Sünnet’i
tümden reddetmek ve “sâdece vahiy” demektir. Sünnet’i, Hadis’i, Asr-ı Saadet sürecini
ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri
de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin
son 2 âyetini, târihselcilerin ise Medenî âyetleri tümden inkâr etmeleri buna
örnektir.
Nasıl ki belli bir zaman
önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri,
devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için
inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar,
yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern
halktan çekindikleri için sahih olmasına rağmen “moderniteye aykırı olan” sahih
Hadis ve Sünnet’i inkâr ediyorlar ve hattâ moderne uymayan âyetleri de aşırı
yoruma tâbi tutuyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.
“Peygamber’in Hadis’i ve Sünnet’i
yoktur” diyenler, sıra tâbi oldukları kişilerin sözlerine (hadis) ve
yaptıklarına (sünnet) gelince, onları can kulağı ile dinleyip tekrarlıyorlar ve
onların yaptıklarını (sünnet) da aynen yapıyorlar.
Modern küfre-kâfirlere ve
şirke-müşriklere karşı “gık”ları bile çıkmayan ”medyatik hocalar”, sıra hadis
ve rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar. Böylece kurunun (uydurma
hadisler-rivâyetler) yanında yaş (sahih Hadis ve Sünnet) da yanıyor.
Hadisler Kur’ân gibi
korunmuş değildir. Metin ve rivâyetleri aktarırken mutlakâ bozulmalar ve
değişmeler olmuştur. Zâten eldeki hadislerin çoğu da uydurmadır. Fakat Sünnet, hadisler
gibi değildir. Sünnet olarak aktarılmış uydurmalar ve kayıtlar da vardır tabi
ama sahih Sünnet “zamâna mâl olmuş” olduğundan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik”
kılmasından (Ahzâb 21) dolayı kendine has bir korunma durumu vardır. Zîrâ
bağlayıcıdır. Bağlayıcı olanlar “korunmuş” demektir. Sünnet, “Peygamberimiz’in
Kur’ân’ı hayâta aktarma pratiği”dir ve Kur’ân bu pratiğe Ahzâb 21’de “güzel
örneklik” der. Yaşanmışlıklar korunmuştur. Çünkü yaşanmışlık değiştirilemez.
Önemli olan o yaşanmışlığı sahih olarak ortaya çıkarmaktır. Sünnet,
Peygamberimiz’in nebî-resûl olarak 23 yılda Kur’ân adına )yaptıklarıdır. Bu
yapılanlar; siyer, megâzi, İslâm târihi, Peygamberimiz’in hayâtı gibi kitaplarda
bulunmaktadır. Bu kitapları ve konu
hakkındaki yazıları Kur’ân’ın süzgecinden geçirince ve uydurma ve sahih
olanları ayırınca genel bir hakîkate ulaşılabilir.
Sünnet, “dîne karşı din”
değildir. Sünnet, vahyin amele-eyleme dökülmesidir. Peygamberimiz din adına
hiç-bir şey uydurmamıştır. Peygamberimiz’in yaptıkları, Allah’ın, kendisine
indirdiği vahyin ışığında ve öğretmesinde söyledikleri ve yaptıklarıdır.
Hadisler ve Sünnet, “Kur’ân’dan başka vahiy” değil, Kur’ân’ın öğretmesi ve
aydınlatmasıyla, Kur’ân’ın ışığında söylenmiş sözler ve yapılmış amel ve eylemlerdir.
Hadisler “vahyi açıklamak ve öğretmek için söylediği sözler” iken, Sünnet ise “Peygamberimiz’in
vahye göre hareket etmesi”dir. Allah da zâten bunları bize “güzel örneklik”
olarak gösterir. Peygamberimiz’in bizzat söylediklerinde ve yaptıklarında yâni
sahih Hadis ve Sünnet’te akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı hiç-bir şey
yoktur. Akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı olan şeyler, Peygamber adına
uydurulmuş ve o’na isnât edilmiş sözler ve rivâyetlerden başkası değildir.
Müslümanların târihi boyunca bu uydurmaların sayısı yüzbinleri bulmuş ve
bu-arada sahih Hadisler ve Sünnet de göz-ardı edilmiş ve uydurma ve zırvalıklar
ile karıştırılmıştır. Klâsik ve modern zamanlarda ise sahih Hadisler ve Sünnet,
uydurmalar ve zırvalıklar ile aynı görülmekte ve tümden inkâr edilmektedir.
Böyle olunca da sanki İslâm’ın bir örnekliği yokmuş da herkesin Kur’ân’ı
kafasına göre okuması ve yorumlaması doğruymuş gibi düşünülmektedir. Oysa sahih
Hadisler ve Sünnet’ten kopuk Kur’ân okumaları, Kur’ân’ı -hâşâ- bir “çelişkiler
yumağı” gibi göstermekte ve zâten hiç-bir konuda ortak bir sonuca
ulaşılamamaktadır. Çünkü Peygamber-örnekliği göz-ardı edilmekte ve hattâ inkâr
edilmektedir.
Hadis ve Sünnet, din ve
bilinç ile ilgili olamaz, amel ve eylem ile alâkalı olabilir. Zîrâ en ideâl
bilgi ve bilinci veren zâten Kurân’dır. Hadis ve Sünnet’ten “Kur’ân’a paralel dînî
bir bilgi ve bilinç” beklemek yanlıştır; Hadis ve Sünnet’ten, “Kur’ân’a paralel
amel ve eylem” beklenebilir ancak.
İslâm, Vahiy ve Peygamber
yâni Kur’ân ve sahih Sünnet-Hadistir. Kur’ân’a, akla, mantığa ve edebe aykırı
olan hadisler ve rivâyetler ise Peygamber’den olmadığı için aslâ İslâm’dan
değildir. O hâlde temyize gidip sahih Hadis ve sahih Sünnet’i vahyin
süzgecinden geçirerek ayıklamak şarttır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder