16 Ağustos 2020 Pazar

Uzay Araçları ve Uzay Yolculuğu Üzerine


“Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız” (Rahmân 33).

 

Âyetten anlaşılan mânâ, “sultan güç’ü kullanın da yerin bucaklarını aşın” mânâsı mı, yoksa; “o ‘sultan güç’e hiç-bir zaman ulaşamazsınız” mânâsı mıdır?. Sanki “bu güce hiç-bir zaman ulaşamazsınız” anlamı öne çıkıyor gibidir. Bakıldığında bu anlam daha uygun gibi duruyor. Aksi-hâlde, “Peygamber, sahabe ve uzay çalışmalarına kadar geçen sürede yaşayan insanların bu âyet karşısında mecbûren câhil ve suskun kaldıkları” gibi bir sonuç ortaya çıkar. Hâlbuki Peygamber ve sahabenin, kendilerine gelen âyetler içinde anlamadıkları ve anlam veremedikleri âyetler olmamıştır. Zâten Mekke müşrikleri de bu tür âyetleri ve özellikle Rahmân 33. âyeti dillerine dolamamışlardır. Zîrâ Rahmân 33. âyet uzaya çıkmakla ilgili değildir. İleride uzaya çıkılabileceğinden de bahsetmemektedir. O hâlde -Allâhuâlem- Peygamber ve sahabe bu âyetten, “o üstün güce hiç-bir zaman ulaşamazsınız” mânâsını anlıyorlardı?. Bu bağlamda bir yazıda Rahmân 33. âyet hakkında şunlar söylenir:

 

“İslam’ın kutsal metninin uzay ile ilgili bu mûcizesini büyük bir sevinç ve coşku ile kucaklayanların ufak bir sorunları vardır: Rahmân 33. âyette insanlar kadar ‘cinler’e de seslenilmekte ve onların da uzaya gidebilecekleri söylenmektedir; üstelik Allah, uzaya gitsinler diye cinleri de füze kullanmaya teşvik etmektedir. Oysa ne acıdır ki, görünmeyen cinlerin uzaya gidip-gitmediklerini, eğer şimdiye kadar gittilerse de füze kullanıp-kullanmadıklarını bilmek imkânsızdır; bu sebeple Rahmân Sûresi’nin 33. âyetinde yazılı olduğu iddiâ edilen kehânetin ancak bir kısmı gerçekleşmiştir ve bu da âyetin mûcizevîlik oranını % 100’den % 50’ye düşürmektedir.

 

Diğer önemli bir husus da, Kur’ân’da Rahmân Sûresi’nin 33. âyetine benzer bir-kaç âyetin daha bulunmasıdır ve bu âyetler de (âyeti uzaya çıkmak olarak yorumlayanların) yorumlarının ne kadar hatâlı olduğunu göstermektedir. Örneğin, Kur’ân’da cinler (insanlar gibi uzaya çıkmaları beklenen!) şöyle demektedirler: ‘Anladık ki yeryüzünde bulunsak da, yukarılara kaçsak da Allah’ı aslâ âciz kılamayacağız’ (Cin Sûresi 12).

 

Bu cümlede cinler nerede bulunurlarsa-bulunsunlar, Allah’ın kendilerine ulaşacağını korku içinde îtirâf etmek için ‘yeryüzünde’ ve ‘yukarıda bulunmak’ ifâdesini kullanmaktadırlar; ki bu kelimelerin Rahmân 33’deki ‘yerin ve göğün kenarından çıkıp gitmek’ ifâdesi ile benzerliği ortadadır. Cinlerin değindiği bu öğretiyi ufak bir değişiklikle dile getiren bir başka âyet: ‘Sizler yeryüzünde saklansanız da, veyâ gökte olsanız da Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz’ (Ankebût 22).

 

Bütünlük içinde okunduğunda, bu Kur’ân cümlesinin insanlara hitâp ettiği anlaşılacaktır; ancak âyetin diğer önemli bir özelliği, ‘insanların gökyüzünde bulunabileceklerini’ belirtmesidir, üstelik füzeye gerek bile duymadan?!. Her nasılsa, füzeye karşılık gelen ‘büyük güç’ kavramını dışladığı için olsa gerek, bu Kur’ân âyeti birilerinin dikkatini çekmeyi başaramamıştır. Cin ve Ankebût sûrelerindeki söz-konusu âyetleri görmezden gelmelerinin tek sebebi, bu iki âyetin Rahmân 33’de cin ve insan gruplarına yönelik uyarının gerçek bağlamını göstermede anahtar görevi görmesidir. Açıkça görülmektedir ki; Rahmân Sûresi’nin kehânet içerdiği söylenen 33. âyeti, cinlerin (Cin 12) ve insanların (Ankebût 22) ‘Allah’ın herkese her mekânda ulaşabileceği’ yolundaki îtiraflarının Allah’ın alaylı bir uyarısına dönüşmüş biçimidir ve uzay yolculuklarıyla yakından-uzaktan alâkası yoktur. Hepsinden önemlisi, Arapça’daki kelime ‘fiziksel bir güç’ kavramından çok ‘yetki ve iktidar’ kavramlarına karşılık gelmektedir. Başka bir deyişle, Rahmân Sûresi’ndeki ilgili âyette Allah insanların ve cinlerin kıyâmet gününde ilâhî yargıdan kaçma yetkisine sâhip olmadıklarını söylemektedir. Bunu destekler bir şekilde, Kur’ân’ın başka bir âyetinde aynı kelime (sultân) insan-üstü bir gücün simgesi olarak değil de insanın sâhip olduğu ancak Kıyâmet gününde kaybedeceği iddiâ edilen güç anlamında kullanılmaktadır:  ‘Kuvvetim benden zâil oldu (heleke anniy sultâniyeh)’ (Hakka 29).

 

Bu âyeti uzaya çıkmayla ilgili zannedenlerin çevirisine göre yeniden okuduğumuzda şöyle bir Kur’ân cümlesi ile karşılaşırız: ‘Teknolojik gücüm (füzelerim) elimden alındı’. Görüldüğü gibi, Kur’ân tahrifâtı sürüp giderken, bilim-yanlısı yorum peşinde koşanlar Allah’ın sözü olduğu savunulan ve yüceltilen bir metni son derece komik bir duruma düşürmektedir. Son olarak belirtelim ki; sırf bilimsel gelişmelere uygun benzetmeler içeriyor diye tahrifâta kurban giden Rahmân 33. âyetin aslında, ‘insanların Allah’tan aslâ kaçamayacaklarını’ öğretmekten başka hiç-bir işlevi yoktur”.

 

Zâten âyetlerde, belli bir seviyede yukarı çıkıldığında hem insan hem de cinler için bir engelle karşılaşılacağı söyleniyor: 

 

“İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de kurtulup-başaramazsınız” (Rahmân 35).  

 

“Şüphesiz biz dünyâ göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk; Ki onlar, Mele’i Â’lâ’ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovulup atılırlar; uzaklaştırılırlar. Onlara kesintisiz bir azab vardır. Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen ‘yakıcı bir alev’ izler (ve yok eder)” (Saffât 6-10).

 

Bu durumda âyet, uzaya çıkılamayacağını söyler gibidir. Fakat söylendiği gibi, âyetin asıl konusu “uzaya çıkmak” değildir. 

 

Uzay araçlarının kalkışları niçin çok havalı oluyor?. Hâlbuki uzay araçları olan roketlerin kalkışını izlerken, roketlerin ilk kalkışını tam dik olarak yaptıklarını ama biraz yükseldikten sonra aynen uçaklar gibi yatay bir seyir izlediklerini görüyoruz. Peki bu seviyeye kadar niçin uçak gibi kalkıp yükselmiyorlar?. Sanki biraz artistlik yapılıyor gibi. Uzay mekiği Dünyâ’ya dönüşte de yere kadar dik değil yatay iniyor. Bu konuda yapılan açıklamalar ve verilen cevaplar çok tatmin edici değil. Zâten “yeni uzay araçları, dik değil de uçak gibi kalkacak şekilde yapılıyor” deniyor.

 

Kalkış yapan uzay aracının, Dünyâ’nın çekiminden ve atmosferden etkilenmemek için sâniyede 11.2 km. hıza ulaşması gerekir. Bu çok yüksek bir hızdır. Roket gerçekten de bu hıza ulaşabiliyor mu?. Çünkü F-16’nın sâniyedeki hızı sâdece 600 metredir. Ses hızı bile sâniyede 343 metredir. Sâniyede 11.2 km. yâni 11.200 metre hızla giden uzay aracı, Dünyâ yörüngesinden ayrıldığında, uzayda onu durduracak bir etken de yok iken nasıl duracaktır?. Kendini o hızda giderken nasıl yavaşlatacak ve durduracaktır?.

 

Van Allen Kuşağı olarak bilinen manyetik alan, insanlar için hayâti sonuçlar doğuracak kadar kuvvetlidir. Çok güçlü yakıcı-delici (şihâb) bir manyetik alana sâhip olan Van Allen Radyasyon Kuşağı, enerji yüklü parçacıkların bir bölgesi olup, bunların çoğunluğu, gezegenin manyetik alanı tarafından yakaladığı ve etrâfında tuttuğu Güneş rüzgârından kaynaklanmaktadır. “Aslında buradaki radyasyon gündelik hayatta karşılaştığımız hızlar için anlam ifâde ediyor. Uzay aracı ise bu kuşaktan belli bir hızda geçtiği için etkilenmiyor” deniyor. Fakat Güneş’ten gelen ışınlar da yüksek hızda geliyor ve Van Allen Kuşağı bunları tutabiliyor. Yine; “Dünyâ’nın koruyucu tabakası, uzaydan yüksek hızlarda gelen göktaşlarını sürtünmeye mâruz bırakarak ya tamâmen yada büyük oranda yakıp küçültüyor ve böylece Dünyâ’ya büyük göktaşları düşmüyor. Uzay araçları ise bu tabakadan “belli bir açıyla geçtikleri için etkilenmiyor” diyorlar. İyi de göktaşları bu koruyucu kuşağa hep aynı açıdan mı geliyor?. Bir-çok farklı açıdan gelebiliyorlar. O zaman da göktaşlarından bâzılarının hiç etkilenmeden ve büyüklüğünden hiç kaybetmeden geçip Dünyâ’ya düşmesi gerekirdi. Koca göktaşları Dünyâ’ya düşerken istisnâsız hepsi yanıyor da, onlarca uydu ve uzay aracı Dünyâ’dan benzer hızlarla çıkarken yada geri dönerken niye yanmıyor?. Tabi uzay boşluğundaki radyasyonu da hesâba katmak gerekir. Bu yoğun radyasyonlu ortamda ne kadar durulabilir ki?.

 

Aslında bunlardan daha çok, uzay araçlarının uzayda nasıl yol aldığı, nasıl durduğu ve yön değiştirdiği ilginçtir. Çünkü havanın olmadığı yerde bunların yapılması teorik olarak mümkün gibi gözükse de pratikte mümkün gibi gözükmüyor.

 

Araba, gemi, tren ve uçak; yolu, rayı, suyu ve havayı iterek ilerlerler ve yine bunlar sâyesinde dururlar ve yön değiştirirler. Sürtünme bu işi sağlar. Fakat uzayda hava, su ve kara yada sürtünmeye sebep olacak bir etken yoktur. O hâlde uzay araçları uzayda nasıl yol alıyorlar ki?. Bu etkenler  olmayınca nasıl gidiyor, duruyor ve yön değiştiriyor?. Newton, “her etkinin bir de tepkisi vardır” (etki-tepki) der. Buna göre, “uzay araçları sıvı yakıt kullanırlar ve egzozdan atılan kullanılmış yakıtın partikülleri uzay aracının itilmesi için bir tepki oluşturur ve partiküller uzay aracına bir itki sağlayarak yol alır” diyorlar. Peki teorik olarak mantıklı gibi gözüken Newton’un etki-tepki teorisi pratikte de gerçekleşir mi ve gerçekleşiyor mu?. Çünkü egzozdan çıkan atıklar çok hızlı bir şekilde atıldığı için uzay aracında hızlıca uzaklaşıyorlar. Bu durumda egzozdan çıkan partiküller bir tepkime yapabilir mi?. Yâni egzozdan çıkan bu partiküllerin sâbit olmaması sorun teşkil etmez mi?.

 

Şimdi; arabalar, tekerleklerine verilen güç sâyesinde asfaltı-betonu-toprağı itiyor ve araç yol alıyor. Gemiler ise suyu iterek yol alıyor. Trenler rayları itiyor ve yol alıyor. Uçaklar ise havayı itiyor ve yol alıyorlar. Araçlara etki eden tepkiler, kara, hava ve su’dur. Uzayda ise tepkime yapacak bir şey yok. Bu etki “egzozdan çıkan yanmış yakıtın partikülleri ile olur” deniyor. Açıkçası bu açıklama benim için çok da iknâ edici değil. Yâni pratikte gerçekleşeceğini sanmıyorum. Çünkü uzay aracı sâdece düz ilerleme yapmıyor ki, bunun bir de dönmesi ve durması var. Yâni uzay aracı nasıl yön değiştiriyor ve duruyor?. Bunu yapan etken nedir?. Bâzı açıklamalar var ama, iknâ için yeterli midir?. Tabi böyle olunca da; “eee!; o hâlde uzaya hiç çıkılmadı mı diyorsun yâni” sorusu sorulacaktır. Açıkçası şüphem yok değil.

 

Bu araçlar dönüşlerini nasıl yapıyorlar ve bu araçların durması nasıl oluyor?. Sürtünme olmadığında nasıl dönüyorlar ve duruyorlar?. Motorları ters yönde çalıştırmak bir “aksi sürtünme”den bahsedilemeyeceği için mümkün olmayacaktır. Bu sefer de aksi-yönde çalışan motorların kullanılmış yakıtının egzozdan çıkan partikülleri mi bunu sağlayacaktır?. Fakat bu durumda aracın her yerinde egzoz olması gerekir.

 

Tabi bir de şöyle bir şey var; araba, yolu iterek gidiyor ama suyu iterek gidemez, havayı iterek de gidemez. Gemiler suyu  iterek, uçak da havayı iterek yol alabilir ve başka şeyleri iterek gidemezler. Peki roket neyi iterek gidiyor?. İlk kalkışta havayı itiyor, yer çekimini itiyor. Fakat uzaya çıkınca neyi itiyor?. Tüm araçlar ancak kendine has bir şeyi iterken, roket hem havayı hem de uzay ortamını yada egzoz partikülünü mü itiyor?. Yâni öyle deniyor. Uzay mekiği havalanırken egzozundan çıkan partiküllerini itmiyorken, uzaya çıkınca mı egzoz partiküllerini itmeye başlıyor yada hareketini bu partiküllerden alıyor?. Yâni uzayda katı yada gazdan oluşan bir maddeyi itiyor.

 

Üstelik bir de şunu söylüyorlar: “Yerçekiminin etkisinden kurtulan uzay-aracı artık yerçekiminden kurtulduğu anda aynı hızla yoluna devâm etmeye başlar. Artık roketlere ihtiyâcı yoktur. Bir etki ile karşılaşmadıkça sonsuza kadar aynı hızda yoluna devâm eder durur”. Tabi buna göre bu araç hiç durmayacak ve yavaşlamayacaktır.

 

Zamânında bu sorunu aşmak için “eter” yada “esir” denilen bir şeyden bahsediliyordu. Çünkü ışığın yayılması için de bir etken gerekiyordu. “Işık hangi ortamda yayılıyor ve yol alıyor” diye sorulunca “eter” diyorlardı. Bir yazıda eter için şunlar söylenir:

 

“19.yüzyılda fizikçiler ışığın dalga yapısında yayıldığı konusunda hem-fikirdiler. Fakat bir sorun vardı, ışık dalgaları nasıl yayılıyorlardı?. Işık bir dalga olduğuna göre yayılması için bir ortama ihtiyaç duymalıydı, tıpkı ses dalgalarının havada yayılmaları gibi. Dönemin fizikçilerine göre bu ortam, eter, atomlar-arası boşluğu yâni evreni dolduran, ağırlığı olmayan, ışığı ileten bir tözdü. Eter çok gizemli ve belirsiz bir maddedir. Fikre göre katı ama geçirgen, sonsuz esnek, hareketsiz, her yeri dolduran bir ortamdır ve Dünyâ’daki hiç-bir cihaz ile tespit edilememektedir. Tüm bu tutarsızlıklara rağmen eter yerine koyulabilecek başka bir teori yoktu ve fizikçiler bu fikri özümsemişlerdi. Eter hakkındaki tüm bu belirsizlikler ve deneysel başarısızlıklara rağmen fizikçiler bu fikri terk edemedi. Bu durum sahneye Albert Einstein çıkana kadar devâm etti. 1915 yılında yayınlanan Genel Görelilik’le birlikte uzayın yapısı çok daha iyi açıklanmış ve böylece eter fikri de çürümüş, rafa kaldırılmıştı. Bugün biliyoruz ki ışık, yayılmak için eter veyâ benzeri herhangi bir ortama ihtiyaç duymuyor”.

 

Şimdi de “karanlık madde-enerji”den bahsediliyor. Zîrâ “karanlık” bir şeyler olmadan teoriler tutmuyor ve işler yoluna girmiyor. Karanlık madde ve karanlık enerji hakkında ise şunlar söylenir:

 

“Karanlık madde görülebilir ışıkla veyâ diğer ışıma (radyasyon) türleriyle etkileşime geçmediği için gözlemlenemiyor. Ancak yine de, kanıtlar evrende alışageldiğimiz -protonlar, nötronlar ve elektronlar gibi- maddeden çok daha fazla karanlık madde olduğuna işâret ediyor. Bu karanlık maddenin doğası fiziğin çözülememiş sorunlarının başında geliyor. Karanlık madde başka bir fizik oluşumu olan karanlık enerjiden farklıdır. Bilim-insanları karanlık enerjinin, galaksileri birbirinden iterek evrenin genişlemesine neden olan bir enerji türü olduğunu düşünüyor.

 

Karanlık madde galaksileri oluşturan maddenin yörüngelerinde kalmasını sağlar. Çünkü eğer karanlık madde olmasaydı, gezegenlerin ve yıldızların hareketlerini açıklayabilecek bir kütle-çekim oluşmazdı. Madde çok yavaş dönseydi giderek galaksinin merkezine doğru çekilir ve yok olurdu. Çok hızlı dönseydi de etrâfa saçılırdı. Karanlık madde aradaki bu dengeyi sağlamaya yardımcı oluyor”.

 

Uzay büyük bir boşluksa eğer, boşluk olan yerlerde bir şey yok demektir. Boşluk bir “yer ve mekân” değildir. O hâlde “yer” ve “şey” olmayan bir yerde yol almak nasıl olacaktır?. Olmayan bir yerde yol alınabilir mi?.  

 

Demek ki, gezegen, yıldız ve galaksilerin hareket etmeleri ve yörüngelerinde gitmeleri için onlara etki edecek bir şeye ihtiyaç var. Uzay araçlarının bu etkiyi egzozlarından çıkan yakıtların artıklarından sağladığını söylüyor etki-tepki teorisi. Aracın çeşitli yerlerine yerleştirilen küçük itki sistemleri yada dönen çarklar (volanlar) yön değiştirmesini ve durmasını sağlıyormuş. Tabi bu durumda uzay aracının her yerinde onlarca sayıda egzoz olması gerekiyor.

 

Fakat boşluk, bir “ortam” değildir ki!. Ortamın olmadığı yerde, ney neyi itecek ve etkileyecektir?. Bir madde-varlık vs. etkileşimde bulunacağı bir şeyden yoksun olduğunda devinimi durur. Hiç-bir şeyin olmadığı bir yerde hiç-bir hareket de olmaz. Fakat evren materyâlleri gezegenler-yıldızlar vs. hareket ettiklerine göre, onların hareket edip içinde yüzdükleri bir şey, bir ortam olmalıdır. Tabi belki de onların hareketinin tek nedeni, Allah’ın verdiği ilk hareket ve Allah’ın kontrôlünde olan sürekli hareketlerdir. İnsanların yaptıkları ise, -uzayda hareket edecek bir etken ve ortam bulamayacakları için- uzayda hareket edemezler. Dünyâ’dan uzaya doğru çıkan bir araç, etkenin-ortamın bittiği yerde duracak yada sonsuza kadar kontrôlsüz bir şekilde yol alıp duracaktır.

 

Peki uzay yolculuğunun amacı nedir?. Bilimsel merak mı?. Yoksa “başka bir şey” mi?. Gücü elinde tutanların bir gösterisi mi yoksa!. “Bakın biz uzayda fink atıyoruz, sizin ise daha yayan yürüyecek yolunuz bile yok” demeye getiriyorlar sanki. “İnsanlara, “eller Ay’a gidiyor, biz yaya gidiyoruz” dedirtiyorlar. Birileri de “Dünyâ’nın yok olacağı ve o yüzden yaşanacak başka bir yer aranması için” falan diyor. Fakat bu ancak masalların yada filmlerin konusu olabilir.

 

“Mars’ta su mu varmış?”, “uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?” haberleri gündem oluyor ve gerçek gündemleri perdeliyor. Dünyâ’yı ifsâd edenler, başka dünyâlar arıyorlar. Bulsalar kısa sürede orayı da ifsâd edecekler. Dünyâ’ya zarârı dokunmayanlar ise, “Dünyâ’yı nasıl yeniden cennete çeviririm” derdinde olanlardır.

 

Uzayla ilgi veriler, teoriler ve uzay yolculuğu konusu bir-çok soru(n) açığa çıkartıyor. Çünkü verilen cevaplar ve yapılan açıklamalar tatmin edici değil. İnsan düşünmeden edemiyor. “Acaba bir yalanı mı sürdürüyorlar, yoksa bir şeyleri mi gizliyorlar?” diye.

 

Yazının başlarında, “uzaya çıkıldığına dâir şüphem olduğunu” söylemiştim. Aslında yalan söyledim. Çünkü şüphem yok; uzaya çıkıldığına ve çıkılabileceğine resmen inanmıyorum. Evet; îtirâf ediyorum; insanlı yada insansız bir şekilde uzaya çıkıldığına ve çıkılabileceğine inanmıyorum. Yâni “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ilerisine gidildiğine ve gidilebileceğine inanmıyorum. Hattâ bunu hiç-bir zaman yapamayacaklarını düşünüyorum ve biliyorum. Mars’a aslâ gidilemeyeceği gibi, bir asteroide inip, üzerine sondaj falan yapmamışlardır, yapılamaz. Üzerinde bir sondaj makinesi olan bir uzay aracının bilmem kaç milyon uzaklıktaki bir asteroide inerek orada sondaj yaptığını ve oradan çıkardıkları parçaları Dünyâ’ya gönderdiği ve getirdiği söylenmişti. Herhâlde insanlık târihinde daha önce böyle büyük bir yalan söylenmemiştir. Tabi Ay’a da gidilmemiştir ve gidilemez. Çünkü Alçak Dünyâ Yörünge’si geçilemez. Zîrâ atmosferin en üst-tabakası olan Van Allen Kuşağı, oradan ileriye gidilmesine izin vermez. Çünkü göktaşları bile bir bütün olarak yeryüzüne ulaşamayıp da yanıp kül olurken, bir uzay aracının Van Allen Kuşağı’nı geçebileceğinden bahsedilemez. Dünyâ’yı ışınlardan ve göktaşlarından koruyan çok sağlam ve güçlü bir kalkan olan Van Allen Kuşağı, Van Allen tarafından 1958’de keşfedilmişti.

 


 










Alçak Dünyâ Yörüngesi

 

Yeni nesil uzay aracı olan Orion adlı uzay aracının amacı, Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçerek Güneş Sistemi’ni keşfetmek olduğu söylenmişti. Çünkü Alçak Dünyâ Yörüngesi hiç geçilmemişti. Zâten çeşitli açıklamalarda; “şu-anda sâdece Alçak Dünyâ Yörüngesi içinde uçabiliyoruz, gidebileceğimiz en uzak nokta bu. İnşâ edilecek olan yeni uzay araçlarıyla Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni aşıp Güneş Sistemi’nin içine geçmeyi umuyoruz. Ay, Mars ve asteroidler gibi gidebileceğimiz bir-çok hedef var, bu hedefe ulaşabilmek için çalışmalarımız devâm ediyor” diyorlar. Yine; “yeni araçlarla Van Allen Kuşağı’na ulaşıp yapısını inceleyeceğiz, çünkü insanları bu tehlikeli bölgelere göndermeden önce oluşacak problemleri çözmeliyiz. Tabi  asıl amacımız Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçmektir” diyorlar. Zâten eski ABD başkanı Obama da 2016 yılında; “önceki programın aksine, özel ve ulaşılabilir bir dönüm noktası için bir yön belirliyoruz. Önümüzdeki on yıl içinde mürettebatlı uçuşlar Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ötesini keşfetmek için gerekli sistemleri test edip deneyecek” demişti. 2016 yılında NASA da Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediğini söylemişti. Bütün bunlar ne demektir?. Elbette; “daha önce Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediği ve ilerisine gidilemediği” demektir. Alçak Dünyâ Yörüngesi 160 km. yükseklikten başlıyor ve 1930 km’ye kadar devâm ediyor. Van Allen Kuşakları ise 500 ile 58000 km. yüksekliktedir. Van Allen Kuşağı’nın zararlı olmayan ilk bir-kaç yüz kilometresine kadar çıkılabilse de, bunun bir sınırı vardır ve o sınır ortalama 500-600 km. yüksekliktir. Böylece bu yükseklikten yâni 500-600 km. yükseklikten ilerisine gidilemeyeceği açığa çıkmış oluyor. Bu aynı-zamanda Ay’a gidilmediği gibi, Mars’a falan da gidilemeyeceği anlamına geliyor. Daha Van Allen Kuşağı bile geçilemiyor yâni 80 ilâ 690 km. yükseklikteki Termosfer geçilemiyor. Kaldı ki 380 bin km. uzaklıktaki Ay’a gidilebilsin. Bir yazıda Termosfer hakkında şunlar söylenir: “Adını ‘ısı’ anlamına gelen Yunanca θερμός’dan (termos olarak telaffuz edilir) alan termosfer, deniz seviyesinden yaklaşık 80 km (50 mil) yüksekte başlar. Bu yüksek irtifalarda, artık atmosferik gazlar, moleküler kütleye göre katmanlara ayrılır. Yüksek enerjili güneş-radyasyonunun soğurulması nedeniyle termosferik sıcaklıklar irtifâ ile artar. Sıcaklıklar büyük ölçüde Güneş aktivitesine bağlıdır ve 1.700 °C’ye (3.100 °F) kadar yükselebilir. Termosfer, Uluslararası Uzay İstasyonu hâricinde tamâmen ıssızdır. Uluslararası Uzay İstasyonu, 408 ila 410 kilometre (254 ila 255 mil) arasında, termosferin ortasında Dünyâ’nın etrâfında dönüyor”.

 

Zâten bu nedenlerden dolayı Uluslararası Uzay İstasyonu 408 km. yükseklikte; Hubble Uzay Teleskopu 559 km. yüksekliktedir. Dolayısı ile Uluslararası Uzay İstasyonu ile Hubble Uzay Teleskopu “uzayda” değil, Alçak Dünyâ Yörüngesi’ndedir. Yapay uydular ise 160 km. yüksekliğe konumlandırılır. Çünkü Güneş’ten gelen güçlü radyasyonları ve göktaşlarını bile Dünyâ’ya düşmeden önce saptıran ve eritip toz hâline getiren Van Allen Kuşağı’nı bu en yoğun olduğu bölgedeki radyasyon oranı, bu -sözde- uzay araçlarını da eritip yok eder. Van Allen Kuşağı düşük seviyedeki yapay uydulara bile zarar verebiliyor.

 

Birileri Karman Sınırı denilen ve 100 km. yükseklikte olan bir sınır belirlenmiştir ve bu sınırın üzerini “uzay” olarak kabûl etmektedirler. Zengin milyarderlerin roketlerle 101 km. yüksekliğe kadar çıkıp geri gelerek “uzaya çıktık geldik” demelerinin nedeni budur. Çıktıkları yer sâdece 100 km. yükseklikten başkası değildir. Fakat orası “uzay” değildir.

 

Adamlar daha Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçemiyorlar ama yalanı sürdürüyorlar ve bırakın Dünyâ’yı; Güneş Sistemi’nden bile ötelere gidebiliyorlar ve hattâ galaksinin de dışına çıkıp Samanyolu Galaksisi’nin fotoğrafını çekiyorlar. Sonra da diyorlar ki; “işte Samanyolu Galaksisi!”. Herkes de buna inanıyor.

 

“Uzay” deyince Dünyâ’nın dışı yâni Güneş Sistemi boşluğu anlaşılmalıdır. Yâni Dünyâ’nın o sözde küre şeklindeki görüntüsünü profilden görebilecek kadar Dünyâ’dan uzaklaşılan yere “uzay” denir. Fakat 100 km. yüksekliği uzay olarak kabûl ediyorlar ve bu yüksekliğe çıktıkları anda “uzaya gidip-geldiklerini sanıyorlar.

 

 “Dünyâ yörüngesi” dedikleri şey ya 100 km.’nin hemen üstüdür yada “Alçak Dünyâ Yörüngesi”dir, yoksa Dünyâ’yı profilden görecek şekilde Dünyâ-dışı bir yerden bahsedilmemektedir. Zîrâ o yüksekliğe hiç-bir zaman çıkılamamıştır ve çıkılamaz da. Hattâ “Dünyâ’nın dışı diye bir yer mi var ki!” diye bir îtiraz bile vardır. “Uzaya çıkan astronotlar Dünyâ’nın çevresinde dolaşacaklar” denildiğinde, en fazla “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nde tur atacakları” anlaşılmalıdır.

 

Ralph René, “ellerindeki imkânlarla Ay’a gidebilmelerinin kesinlikle hiç-bir yolu yoktu. Gerçekte ne onların ne de başka bir canlının Ay’a gidebilmesinin hiç-bir yolu yoktu. Bir maymun bile yollayamadığınız bir yere insanları yollayamazsınız” der.

 

Ay’a giden Apollo 11 aracının Ay’a ilk iniş ânını gösteren bir videosu vardır. Peki bunu kim çekti?. Ay’a gerçekte gidilmediğini ve görüntüleri bir stüdyoda kendisinin çektiğini îtirâf eden Stanley Kubrick mi?. Çünkü bunun için uzay aracından önce Ay’a inmiş birinin olması yada bir kameranın yerleştirilmiş olması gerekir.

 

Ayda çekilen ama gösterilmeyen görüntülerde, görüntülerin bir stüdyoda çekildiği çok bellidir. Hattâ iniş sırasında bir kaza da yaşanmış ve ortamı aydınlatan lambalar, bağlı oldukları aksam ile birlikte yerinden koparak yere düşmüş ve bu kazâ kameraya yansımıştır. Tabi bunu sildiler ve hiç-bir şey olmamış gibi yaptılar.

 

Film yapımcısı Bart Sibrel, Apollo isimli uzay araçlarıyla Ay’a gittikleri ve Ay’da yürüdükleri söylenen kişilere, “Kutsal Kitab’a el basıp Ay’a gittiğinize ve Ay’da yürüdüğünüze dâir yemin edebilir misiniz?” diye sorunca, astronotlar Kutsal Kitab’a el basmaktan ve konuşmaktan kaçınıyorlar. Aynı soruyu Edwin Buzz Aldrin’e de soruyor ve Aldrin; “git NASA’ya sor” cevâbını alıyor.

 

Ay’a gidildikten sonra günümüze kadar bir daha gidilmedi. Çünkü artık teknolojik âletlerle daha net resimler ve görüntüler yayınlamaları gerekir. Bunu yaptıklarında ise gösterilenlerin Ay görüntüleri olmayacağından dolayı bir daha Ay’a gitmekten(!) çekinmektedirler.

 

Evet; tüm bu anlatılanlar nedeniyle, Ay’a gitmek ve uzaya çıkmak hakkında söylenenlerin ve gösterilen görüntülerin hepsi uydurmadır, tiyatrodan başka bir şey değildir. Çünkü uzaya çıkılamaz. Zîrâ baştaki âyette de söylendiği gibi Van Allen Kuşağı geçilemez. Kur’ân bunu 1.400 yıl önceden bildiriyor:

 

“Gökyüzünü ‘korunmuş bir tavan’ kıldık; onlar ise âyetlerinden yüz çeviriyorlar” (Enbiyâ 32).

 

O “korunmuş tavan”dan cinler bile geçemez. Çünkü cinler şöyle der:

 

“Doğrusu biz o göğü yokladık da onu kuvvetli muhâfızlar ve atılmaya hazır ateşin aleviyle (şihâb) doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz dinlemek için onun bâzı mevkilerinde otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor” (Cin 8-9).

 

The New York Times, 1936’da şöyle diyordu: “Roketler, hiç-bir zaman Dünyâ’nın atmosferini aşabilecek kadar güçlü olamayacaklar”.

 

Böyle olduğu için uzaylılar-UFOlar falan da hikâyedir. Zâten “Dünyâ’nın dışı” anlamında bir uzayın olup-olmadığı bile tartışmalıdır. Zîrâ daha uzayın ne olduğu bile belli değildir.  

 

Dünyâ, insan için, “mezarlardan kalkış günü”ne kadar oradan aslâ çıkamayacağı bir açık-hava hapis-hânesidir. Hiç-bir zaman Dünyâ’dan çıkıp da dünyâ-dışında bir yerde bulunmayacak, yaşamayacak ve orada ölmeyecektir:

 

“(Allah) dedi ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır. Dedi ki: Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız” (A’raf 24-25).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder