“Ey cin ve
ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz,
hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız” (Rahmân 33).
Âyetten
anlaşılan mânâ, “sultan güç’ü kullanın da yerin bucaklarını aşın” mânâsı mı,
yoksa; “o ‘sultan güç’e hiç-bir zaman ulaşamazsınız” mânâsı mıdır?. Sanki “bu güce
hiç-bir zaman ulaşamazsınız” anlamı öne çıkıyor gibidir. Bakıldığında bu anlam
daha uygun gibi duruyor. Aksi-hâlde, “Peygamber, sahabe ve uzay çalışmalarına
kadar geçen sürede yaşayan insanların bu âyet karşısında mecbûren câhil ve
suskun kaldıkları” gibi bir sonuç ortaya çıkar. Hâlbuki Peygamber ve sahabenin,
kendilerine gelen âyetler içinde anlamadıkları ve anlam veremedikleri âyetler
olmamıştır. Zâten Mekke müşrikleri de bu tür âyetleri ve özellikle Rahmân 33.
âyeti dillerine dolamamışlardır. Zîrâ Rahmân 33. âyet uzaya çıkmakla ilgili
değildir. İleride uzaya çıkılabileceğinden de bahsetmemektedir. O hâlde
-Allâhuâlem- Peygamber ve sahabe bu âyetten, “o üstün güce hiç-bir zaman
ulaşamazsınız” mânâsını anlıyorlardı?. Bu bağlamda bir yazıda Rahmân 33. âyet
hakkında şunlar söylenir:
“İslam’ın
kutsal metninin uzay ile ilgili bu mûcizesini büyük bir sevinç ve coşku ile
kucaklayanların ufak bir sorunları vardır: Rahmân 33. âyette insanlar kadar
‘cinler’e de seslenilmekte ve onların da uzaya gidebilecekleri söylenmektedir;
üstelik Allah, uzaya gitsinler diye cinleri de füze kullanmaya teşvik
etmektedir. Oysa ne acıdır ki, görünmeyen cinlerin uzaya gidip-gitmediklerini,
eğer şimdiye kadar gittilerse de füze kullanıp-kullanmadıklarını bilmek
imkânsızdır; bu sebeple Rahmân Sûresi’nin 33. âyetinde yazılı olduğu iddiâ
edilen kehânetin ancak bir kısmı gerçekleşmiştir ve bu da âyetin mûcizevîlik
oranını % 100’den % 50’ye düşürmektedir.
Diğer önemli bir husus
da, Kur’ân’da Rahmân Sûresi’nin 33. âyetine benzer bir-kaç âyetin daha
bulunmasıdır ve bu âyetler de (âyeti uzaya çıkmak olarak yorumlayanların)
yorumlarının ne kadar hatâlı olduğunu göstermektedir. Örneğin, Kur’ân’da cinler
(insanlar gibi uzaya çıkmaları beklenen!) şöyle demektedirler: ‘Anladık ki
yeryüzünde bulunsak da, yukarılara kaçsak da Allah’ı aslâ âciz kılamayacağız’
(Cin Sûresi 12).
Bu cümlede cinler nerede
bulunurlarsa-bulunsunlar, Allah’ın kendilerine ulaşacağını korku içinde îtirâf
etmek için ‘yeryüzünde’ ve ‘yukarıda bulunmak’ ifâdesini kullanmaktadırlar; ki
bu kelimelerin Rahmân 33’deki ‘yerin ve göğün kenarından çıkıp gitmek’ ifâdesi
ile benzerliği ortadadır. Cinlerin değindiği bu öğretiyi ufak bir değişiklikle
dile getiren bir başka âyet: ‘Sizler yeryüzünde saklansanız da, veyâ gökte
olsanız da Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz’ (Ankebût 22).
Bütünlük içinde okunduğunda, bu Kur’ân
cümlesinin insanlara hitâp ettiği anlaşılacaktır; ancak âyetin diğer önemli bir
özelliği, ‘insanların gökyüzünde bulunabileceklerini’ belirtmesidir, üstelik
füzeye gerek bile duymadan?!. Her nasılsa, füzeye karşılık gelen ‘büyük güç’
kavramını dışladığı için olsa gerek, bu Kur’ân âyeti birilerinin dikkatini
çekmeyi başaramamıştır. Cin ve Ankebût sûrelerindeki söz-konusu âyetleri görmezden
gelmelerinin tek sebebi, bu iki âyetin Rahmân 33’de cin ve insan gruplarına
yönelik uyarının gerçek bağlamını göstermede anahtar görevi görmesidir. Açıkça
görülmektedir ki; Rahmân Sûresi’nin kehânet içerdiği söylenen 33. âyeti,
cinlerin (Cin 12) ve insanların (Ankebût 22) ‘Allah’ın herkese her mekânda
ulaşabileceği’ yolundaki îtiraflarının Allah’ın alaylı bir uyarısına dönüşmüş
biçimidir ve uzay yolculuklarıyla yakından-uzaktan alâkası yoktur. Hepsinden
önemlisi, Arapça’daki kelime ‘fiziksel bir güç’ kavramından çok ‘yetki ve
iktidar’ kavramlarına karşılık gelmektedir. Başka bir deyişle, Rahmân Sûresi’ndeki
ilgili âyette Allah insanların ve cinlerin kıyâmet gününde ilâhî yargıdan kaçma
yetkisine sâhip olmadıklarını söylemektedir. Bunu destekler bir şekilde,
Kur’ân’ın başka bir âyetinde aynı kelime (sultân) insan-üstü bir gücün simgesi
olarak değil de insanın sâhip olduğu ancak Kıyâmet gününde kaybedeceği iddiâ
edilen güç anlamında kullanılmaktadır: ‘Kuvvetim benden
zâil oldu (heleke anniy sultâniyeh)’ (Hakka 29).
Bu âyeti uzaya çıkmayla
ilgili zannedenlerin çevirisine göre yeniden okuduğumuzda şöyle bir Kur’ân
cümlesi ile karşılaşırız: ‘Teknolojik gücüm (füzelerim) elimden alındı’.
Görüldüğü gibi, Kur’ân tahrifâtı sürüp giderken, bilim-yanlısı yorum peşinde
koşanlar Allah’ın sözü olduğu savunulan ve yüceltilen bir metni son derece
komik bir duruma düşürmektedir. Son olarak belirtelim ki; sırf bilimsel
gelişmelere uygun benzetmeler içeriyor diye tahrifâta kurban giden Rahmân 33.
âyetin aslında, ‘insanların Allah’tan aslâ kaçamayacaklarını’ öğretmekten başka
hiç-bir işlevi yoktur”.
Zâten âyetlerde,
belli bir seviyede yukarı çıkıldığında hem insan hem de cinler için bir engelle
karşılaşılacağı söyleniyor:
“İkinizin de
üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman
salıverilir de kurtulup-başaramazsınız” (Rahmân 35).
“Şüphesiz biz dünyâ
göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık. Ve itaatten çıkmış
her azgın şeytandan koruduk; Ki onlar, Mele’i Â’lâ’ya kulak verip
dinleyemezler, her yandan kovulup atılırlar; uzaklaştırılırlar. Onlara
kesintisiz bir azab vardır. Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık
onu da delip geçen ‘yakıcı bir alev’ izler (ve yok eder)” (Saffât 6-10).
Bu durumda âyet,
uzaya çıkılamayacağını söyler gibidir. Fakat söylendiği gibi, âyetin asıl
konusu “uzaya çıkmak” değildir.
Uzay araçlarının
kalkışları niçin çok havalı oluyor?. Hâlbuki uzay araçları olan roketlerin kalkışını
izlerken, roketlerin ilk kalkışını tam dik olarak yaptıklarını ama biraz
yükseldikten sonra aynen uçaklar gibi yatay bir seyir izlediklerini görüyoruz.
Peki bu seviyeye kadar niçin uçak gibi kalkıp yükselmiyorlar?. Sanki biraz artistlik
yapılıyor gibi. Uzay mekiği Dünyâ’ya dönüşte de yere kadar dik değil yatay
iniyor. Bu konuda yapılan açıklamalar ve verilen cevaplar çok tatmin edici
değil. Zâten “yeni uzay araçları, dik değil de uçak gibi kalkacak şekilde
yapılıyor” deniyor.
Kalkış yapan uzay aracının,
Dünyâ’nın çekiminden ve atmosferden etkilenmemek
için sâniyede 11.2 km.
hıza ulaşması gerekir. Bu çok yüksek bir hızdır. Roket gerçekten de bu
hıza ulaşabiliyor mu?. Çünkü F-16’nın sâniyedeki hızı sâdece 600 metredir. Ses
hızı bile sâniyede 343 metredir. Sâniyede 11.2 km. yâni 11.200 metre hızla giden uzay aracı,
Dünyâ yörüngesinden ayrıldığında, uzayda onu durduracak bir etken de yok iken nasıl duracaktır?. Kendini o hızda giderken nasıl yavaşlatacak ve durduracaktır?.
Van Allen Kuşağı
olarak bilinen manyetik alan, insanlar için hayâti sonuçlar doğuracak kadar kuvvetlidir. Çok güçlü yakıcı-delici (şihâb) bir manyetik alana sâhip olan Van
Allen Radyasyon Kuşağı, enerji yüklü parçacıkların bir bölgesi olup,
bunların çoğunluğu, gezegenin manyetik alanı tarafından yakaladığı ve etrâfında tuttuğu Güneş rüzgârından kaynaklanmaktadır. “Aslında
buradaki radyasyon gündelik hayatta karşılaştığımız hızlar için anlam ifâde
ediyor. Uzay aracı ise bu kuşaktan belli bir hızda geçtiği için etkilenmiyor”
deniyor. Fakat Güneş’ten gelen ışınlar da yüksek hızda geliyor ve Van Allen Kuşağı
bunları tutabiliyor. Yine; “Dünyâ’nın koruyucu tabakası, uzaydan yüksek
hızlarda gelen göktaşlarını sürtünmeye mâruz bırakarak ya tamâmen yada büyük
oranda yakıp küçültüyor ve böylece Dünyâ’ya büyük göktaşları düşmüyor. Uzay
araçları ise bu tabakadan “belli bir açıyla geçtikleri için etkilenmiyor”
diyorlar. İyi de göktaşları bu koruyucu kuşağa hep aynı açıdan mı geliyor?.
Bir-çok farklı açıdan gelebiliyorlar. O zaman da göktaşlarından bâzılarının hiç
etkilenmeden ve büyüklüğünden hiç kaybetmeden geçip Dünyâ’ya düşmesi gerekirdi.
Koca göktaşları Dünyâ’ya düşerken istisnâsız hepsi yanıyor da, onlarca uydu ve
uzay aracı Dünyâ’dan benzer hızlarla çıkarken yada geri dönerken niye
yanmıyor?. Tabi uzay boşluğundaki radyasyonu da hesâba katmak gerekir. Bu yoğun radyasyonlu ortamda ne kadar
durulabilir ki?.
Aslında
bunlardan daha çok, uzay araçlarının uzayda nasıl yol aldığı, nasıl durduğu ve
yön değiştirdiği ilginçtir. Çünkü havanın olmadığı yerde bunların yapılması
teorik olarak mümkün gibi gözükse de pratikte mümkün gibi gözükmüyor.
Araba, gemi,
tren ve uçak; yolu, rayı, suyu ve havayı iterek ilerlerler ve yine bunlar sâyesinde
dururlar ve yön değiştirirler. Sürtünme bu işi sağlar. Fakat uzayda hava, su ve
kara yada sürtünmeye sebep olacak bir etken yoktur. O hâlde uzay araçları
uzayda nasıl yol alıyorlar ki?. Bu etkenler olmayınca nasıl gidiyor, duruyor ve yön
değiştiriyor?. Newton, “her etkinin bir de tepkisi vardır” (etki-tepki) der. Buna
göre, “uzay araçları sıvı yakıt kullanırlar ve egzozdan atılan kullanılmış
yakıtın partikülleri uzay aracının itilmesi için bir tepki oluşturur ve partiküller
uzay aracına bir itki sağlayarak yol alır” diyorlar. Peki teorik olarak mantıklı
gibi gözüken Newton’un etki-tepki teorisi pratikte de gerçekleşir mi ve
gerçekleşiyor mu?. Çünkü egzozdan çıkan atıklar çok hızlı bir şekilde atıldığı
için uzay aracında hızlıca uzaklaşıyorlar. Bu durumda egzozdan çıkan
partiküller bir tepkime yapabilir mi?. Yâni egzozdan çıkan bu partiküllerin
sâbit olmaması sorun teşkil etmez mi?.
Şimdi; arabalar,
tekerleklerine verilen güç sâyesinde asfaltı-betonu-toprağı itiyor ve araç yol
alıyor. Gemiler ise suyu iterek yol alıyor. Trenler rayları itiyor ve yol alıyor.
Uçaklar ise havayı itiyor ve yol alıyorlar. Araçlara etki eden tepkiler, kara,
hava ve su’dur. Uzayda ise tepkime yapacak bir şey yok. Bu etki “egzozdan çıkan
yanmış yakıtın partikülleri ile olur” deniyor. Açıkçası bu açıklama benim için
çok da iknâ edici değil. Yâni pratikte gerçekleşeceğini sanmıyorum. Çünkü uzay
aracı sâdece düz ilerleme yapmıyor ki, bunun bir de dönmesi ve durması var. Yâni
uzay aracı nasıl yön değiştiriyor ve duruyor?. Bunu yapan etken nedir?. Bâzı
açıklamalar var ama, iknâ için yeterli midir?. Tabi böyle olunca da; “eee!; o
hâlde uzaya hiç çıkılmadı mı diyorsun yâni” sorusu sorulacaktır. Açıkçası
şüphem yok değil.
Bu araçlar dönüşlerini
nasıl yapıyorlar ve bu araçların durması nasıl oluyor?. Sürtünme olmadığında
nasıl dönüyorlar ve duruyorlar?. Motorları ters yönde çalıştırmak bir “aksi sürtünme”den
bahsedilemeyeceği için mümkün olmayacaktır. Bu sefer de aksi-yönde çalışan
motorların kullanılmış yakıtının egzozdan çıkan partikülleri mi bunu
sağlayacaktır?. Fakat bu durumda aracın her yerinde egzoz olması gerekir.
Tabi bir de
şöyle bir şey var; araba, yolu iterek gidiyor ama suyu iterek gidemez, havayı
iterek de gidemez. Gemiler suyu iterek,
uçak da havayı iterek yol alabilir ve başka şeyleri iterek gidemezler. Peki roket
neyi iterek gidiyor?. İlk kalkışta havayı itiyor, yer çekimini itiyor. Fakat
uzaya çıkınca neyi itiyor?. Tüm araçlar ancak kendine has bir şeyi iterken,
roket hem havayı hem de uzay ortamını yada egzoz partikülünü mü itiyor?. Yâni
öyle deniyor. Uzay mekiği havalanırken egzozundan çıkan partiküllerini
itmiyorken, uzaya çıkınca mı egzoz partiküllerini itmeye başlıyor yada
hareketini bu partiküllerden alıyor?. Yâni uzayda katı yada gazdan oluşan bir
maddeyi itiyor.
Üstelik bir de
şunu söylüyorlar: “Yerçekiminin etkisinden kurtulan uzay-aracı artık
yerçekiminden kurtulduğu anda aynı hızla yoluna devâm etmeye başlar. Artık
roketlere ihtiyâcı yoktur. Bir etki ile karşılaşmadıkça sonsuza kadar aynı
hızda yoluna devâm eder durur”. Tabi buna göre bu araç hiç durmayacak ve
yavaşlamayacaktır.
Zamânında bu
sorunu aşmak için “eter” yada “esir” denilen bir şeyden bahsediliyordu. Çünkü
ışığın yayılması için de bir etken gerekiyordu. “Işık hangi ortamda yayılıyor
ve yol alıyor” diye sorulunca “eter” diyorlardı. Bir yazıda eter için şunlar
söylenir:
“19.yüzyılda fizikçiler ışığın dalga yapısında yayıldığı
konusunda hem-fikirdiler. Fakat bir sorun vardı, ışık dalgaları nasıl
yayılıyorlardı?. Işık bir dalga olduğuna göre yayılması için bir ortama ihtiyaç
duymalıydı, tıpkı ses dalgalarının havada yayılmaları gibi. Dönemin
fizikçilerine göre bu ortam, eter, atomlar-arası boşluğu yâni evreni dolduran,
ağırlığı olmayan, ışığı ileten bir tözdü. Eter çok gizemli ve belirsiz bir
maddedir. Fikre göre katı ama geçirgen, sonsuz esnek, hareketsiz, her yeri
dolduran bir ortamdır ve Dünyâ’daki hiç-bir cihaz ile tespit edilememektedir.
Tüm bu tutarsızlıklara rağmen eter yerine koyulabilecek başka bir teori yoktu
ve fizikçiler bu fikri özümsemişlerdi. Eter hakkındaki tüm bu belirsizlikler ve
deneysel başarısızlıklara rağmen fizikçiler bu fikri terk edemedi. Bu durum
sahneye Albert Einstein çıkana kadar devâm etti. 1915 yılında yayınlanan Genel
Görelilik’le birlikte uzayın yapısı çok daha iyi açıklanmış ve böylece eter
fikri de çürümüş, rafa kaldırılmıştı. Bugün biliyoruz ki ışık, yayılmak için
eter veyâ benzeri herhangi bir ortama ihtiyaç duymuyor”.
Şimdi de “karanlık
madde-enerji”den bahsediliyor. Zîrâ “karanlık” bir şeyler olmadan teoriler
tutmuyor ve işler yoluna girmiyor. Karanlık madde ve karanlık enerji hakkında ise
şunlar söylenir:
“Karanlık
madde görülebilir ışıkla veyâ diğer ışıma (radyasyon) türleriyle etkileşime
geçmediği için gözlemlenemiyor. Ancak yine de, kanıtlar evrende alışageldiğimiz
-protonlar, nötronlar ve elektronlar
gibi- maddeden çok daha fazla karanlık madde olduğuna işâret ediyor. Bu
karanlık maddenin doğası fiziğin çözülememiş sorunlarının başında geliyor. Karanlık
madde başka bir fizik oluşumu olan karanlık enerjiden farklıdır. Bilim-insanları
karanlık enerjinin, galaksileri birbirinden iterek evrenin genişlemesine
neden olan bir enerji türü olduğunu düşünüyor.
Karanlık madde galaksileri oluşturan maddenin yörüngelerinde
kalmasını sağlar. Çünkü eğer karanlık madde olmasaydı, gezegenlerin ve
yıldızların hareketlerini açıklayabilecek bir kütle-çekim oluşmazdı. Madde çok
yavaş dönseydi giderek galaksinin merkezine doğru çekilir ve yok olurdu. Çok
hızlı dönseydi de etrâfa saçılırdı. Karanlık madde aradaki bu dengeyi sağlamaya
yardımcı oluyor”.
Uzay büyük bir boşluksa
eğer, boşluk olan yerlerde bir şey yok demektir. Boşluk bir “yer ve mekân” değildir.
O hâlde “yer” ve “şey” olmayan bir yerde yol almak nasıl olacaktır?. Olmayan
bir yerde yol alınabilir mi?.
Demek
ki, gezegen, yıldız ve galaksilerin hareket etmeleri ve yörüngelerinde
gitmeleri için onlara etki edecek bir şeye ihtiyaç var. Uzay araçlarının bu
etkiyi egzozlarından çıkan yakıtların artıklarından sağladığını söylüyor
etki-tepki teorisi. Aracın çeşitli yerlerine yerleştirilen küçük itki sistemleri
yada dönen çarklar (volanlar) yön değiştirmesini ve durmasını sağlıyormuş. Tabi
bu durumda uzay aracının her yerinde onlarca sayıda egzoz olması gerekiyor.
Fakat boşluk,
bir “ortam” değildir ki!. Ortamın olmadığı yerde, ney neyi itecek ve
etkileyecektir?. Bir madde-varlık vs. etkileşimde bulunacağı bir şeyden yoksun
olduğunda devinimi durur. Hiç-bir şeyin olmadığı bir yerde hiç-bir hareket de
olmaz. Fakat evren materyâlleri gezegenler-yıldızlar vs. hareket ettiklerine
göre, onların hareket edip içinde yüzdükleri bir şey, bir ortam olmalıdır. Tabi
belki de onların hareketinin tek nedeni, Allah’ın verdiği ilk hareket ve Allah’ın
kontrôlünde olan sürekli hareketlerdir. İnsanların yaptıkları ise, -uzayda
hareket edecek bir etken ve ortam bulamayacakları için- uzayda hareket edemezler.
Dünyâ’dan uzaya doğru çıkan bir araç, etkenin-ortamın bittiği yerde duracak
yada sonsuza kadar kontrôlsüz bir şekilde yol alıp duracaktır.
Peki uzay
yolculuğunun amacı nedir?. Bilimsel merak mı?. Yoksa “başka bir şey” mi?. Gücü
elinde tutanların bir gösterisi mi yoksa!. “Bakın biz uzayda fink atıyoruz, sizin
ise daha yayan yürüyecek yolunuz bile yok” demeye getiriyorlar sanki. “İnsanlara,
“eller Ay’a gidiyor, biz yaya gidiyoruz” dedirtiyorlar. Birileri de “Dünyâ’nın
yok olacağı ve o yüzden yaşanacak başka bir yer aranması için” falan diyor.
Fakat bu ancak masalların yada filmlerin konusu olabilir.
“Mars’ta su mu
varmış?”, “uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?” haberleri gündem oluyor ve
gerçek gündemleri perdeliyor. Dünyâ’yı ifsâd edenler, başka dünyâlar arıyorlar.
Bulsalar kısa sürede orayı da ifsâd edecekler. Dünyâ’ya zarârı dokunmayanlar
ise, “Dünyâ’yı nasıl yeniden cennete çeviririm” derdinde olanlardır.
Uzayla ilgi
veriler, teoriler ve uzay yolculuğu konusu bir-çok soru(n) açığa çıkartıyor.
Çünkü verilen cevaplar ve yapılan açıklamalar tatmin edici değil. İnsan
düşünmeden edemiyor. “Acaba bir yalanı mı sürdürüyorlar, yoksa bir şeyleri mi
gizliyorlar?” diye.
Yazının başlarında,
“uzaya çıkıldığına dâir şüphem olduğunu” söylemiştim. Aslında yalan söyledim.
Çünkü şüphem yok; uzaya çıkıldığına ve çıkılabileceğine resmen inanmıyorum.
Evet; îtirâf ediyorum; insanlı yada insansız bir şekilde uzaya çıkıldığına ve
çıkılabileceğine inanmıyorum. Yâni “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ilerisine
gidildiğine ve gidilebileceğine inanmıyorum. Hattâ bunu hiç-bir zaman
yapamayacaklarını düşünüyorum ve biliyorum. Mars’a aslâ gidilemeyeceği gibi,
bir asteroide inip, üzerine sondaj falan yapmamışlardır, yapılamaz. Üzerinde bir
sondaj makinesi olan bir uzay aracının bilmem kaç milyon uzaklıktaki bir
asteroide inerek orada sondaj yaptığını ve oradan çıkardıkları parçaları
Dünyâ’ya gönderdiği ve getirdiği söylenmişti. Herhâlde insanlık târihinde daha
önce böyle büyük bir yalan söylenmemiştir. Tabi Ay’a da gidilmemiştir ve
gidilemez. Çünkü Alçak Dünyâ Yörünge’si geçilemez. Zîrâ atmosferin en
üst-tabakası olan Van Allen Kuşağı, oradan ileriye gidilmesine izin vermez.
Çünkü göktaşları bile bir bütün olarak yeryüzüne ulaşamayıp da yanıp kül
olurken, bir uzay aracının Van Allen Kuşağı’nı geçebileceğinden bahsedilemez.
Dünyâ’yı ışınlardan ve göktaşlarından koruyan çok sağlam ve güçlü bir kalkan
olan Van Allen Kuşağı, Van Allen tarafından 1958’de keşfedilmişti.
Alçak Dünyâ Yörüngesi
Yeni nesil uzay
aracı olan Orion adlı uzay aracının amacı, Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçerek
Güneş Sistemi’ni keşfetmek olduğu söylenmişti. Çünkü Alçak Dünyâ Yörüngesi hiç
geçilmemişti. Zâten çeşitli açıklamalarda; “şu-anda sâdece Alçak Dünyâ
Yörüngesi içinde uçabiliyoruz, gidebileceğimiz en uzak nokta bu. İnşâ edilecek
olan yeni uzay araçlarıyla Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni aşıp Güneş Sistemi’nin
içine geçmeyi umuyoruz. Ay, Mars ve asteroidler gibi gidebileceğimiz bir-çok
hedef var, bu hedefe ulaşabilmek için çalışmalarımız devâm ediyor” diyorlar. Yine;
“yeni araçlarla Van Allen Kuşağı’na ulaşıp yapısını inceleyeceğiz, çünkü
insanları bu tehlikeli bölgelere göndermeden önce oluşacak problemleri
çözmeliyiz. Tabi asıl amacımız Alçak
Dünyâ Yörüngesi’ni geçmektir” diyorlar. Zâten eski ABD başkanı Obama da 2016
yılında; “önceki programın aksine, özel ve ulaşılabilir bir dönüm noktası için
bir yön belirliyoruz. Önümüzdeki on yıl içinde mürettebatlı uçuşlar Alçak
Dünyâ Yörüngesi’nin ötesini keşfetmek için gerekli sistemleri test edip
deneyecek” demişti. 2016 yılında NASA da Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin
geçilemediğini söylemişti. Bütün bunlar ne demektir?. Elbette; “daha önce Alçak
Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediği ve ilerisine gidilemediği” demektir. Alçak
Dünyâ Yörüngesi 160 km. yükseklikten başlıyor ve 1930 km’ye kadar devâm ediyor.
Van Allen Kuşakları ise 500 ile 58000 km. yüksekliktedir. Van Allen Kuşağı’nın
zararlı olmayan ilk bir-kaç yüz kilometresine kadar çıkılabilse de, bunun bir
sınırı vardır ve o sınır ortalama 500-600 km. yüksekliktir. Böylece bu
yükseklikten yâni 500-600 km. yükseklikten ilerisine gidilemeyeceği açığa
çıkmış oluyor. Bu aynı-zamanda Ay’a gidilmediği gibi, Mars’a falan da
gidilemeyeceği anlamına geliyor. Daha Van Allen Kuşağı bile geçilemiyor yâni 80
ilâ 690 km. yükseklikteki Termosfer geçilemiyor. Kaldı ki 380 bin km.
uzaklıktaki Ay’a gidilebilsin. Bir yazıda Termosfer hakkında şunlar söylenir: “Adını ‘ısı’
anlamına gelen Yunanca θερμός’dan (termos olarak
telaffuz edilir) alan termosfer, deniz seviyesinden yaklaşık 80 km (50 mil)
yüksekte başlar. Bu yüksek irtifalarda,
artık atmosferik gazlar, moleküler kütleye göre katmanlara ayrılır.
Yüksek enerjili güneş-radyasyonunun soğurulması
nedeniyle termosferik sıcaklıklar irtifâ ile artar.
Sıcaklıklar büyük ölçüde Güneş aktivitesine bağlıdır
ve 1.700 °C’ye (3.100 °F) kadar yükselebilir. Termosfer, Uluslararası Uzay İstasyonu
hâricinde tamâmen ıssızdır. Uluslararası Uzay
İstasyonu, 408 ila 410 kilometre (254 ila 255 mil) arasında, termosferin
ortasında Dünyâ’nın etrâfında dönüyor”.
Zâten bu
nedenlerden dolayı Uluslararası Uzay İstasyonu 408 km. yükseklikte; Hubble Uzay
Teleskopu 559 km. yüksekliktedir. Dolayısı ile Uluslararası Uzay
İstasyonu ile Hubble Uzay Teleskopu “uzayda” değil, Alçak Dünyâ
Yörüngesi’ndedir. Yapay uydular ise 160 km. yüksekliğe konumlandırılır. Çünkü
Güneş’ten gelen güçlü radyasyonları ve göktaşlarını bile Dünyâ’ya düşmeden önce
saptıran ve eritip toz hâline getiren Van Allen Kuşağı’nı bu en yoğun olduğu
bölgedeki radyasyon oranı, bu -sözde- uzay araçlarını da eritip yok eder. Van
Allen Kuşağı düşük seviyedeki yapay uydulara bile zarar verebiliyor.
Birileri Karman
Sınırı denilen ve 100 km. yükseklikte olan bir sınır belirlenmiştir ve bu
sınırın üzerini “uzay” olarak kabûl etmektedirler. Zengin milyarderlerin
roketlerle 101 km. yüksekliğe kadar çıkıp geri gelerek “uzaya çıktık geldik”
demelerinin nedeni budur. Çıktıkları yer sâdece 100 km. yükseklikten başkası
değildir. Fakat orası “uzay” değildir.
Adamlar daha Alçak Dünyâ
Yörüngesi’ni geçemiyorlar ama yalanı sürdürüyorlar ve bırakın Dünyâ’yı; Güneş Sistemi’nden
bile ötelere gidebiliyorlar ve hattâ galaksinin de dışına çıkıp Samanyolu Galaksisi’nin
fotoğrafını çekiyorlar. Sonra da diyorlar ki; “işte Samanyolu Galaksisi!”.
Herkes de buna inanıyor.
“Uzay” deyince Dünyâ’nın
dışı yâni Güneş Sistemi boşluğu anlaşılmalıdır. Yâni Dünyâ’nın o sözde küre
şeklindeki görüntüsünü profilden görebilecek kadar Dünyâ’dan uzaklaşılan yere
“uzay” denir. Fakat 100 km. yüksekliği uzay olarak kabûl ediyorlar ve bu
yüksekliğe çıktıkları anda “uzaya gidip-geldiklerini sanıyorlar.
“Dünyâ yörüngesi” dedikleri şey ya 100 km.’nin hemen üstüdür yada “Alçak Dünyâ Yörüngesi”dir,
yoksa Dünyâ’yı profilden görecek şekilde Dünyâ-dışı bir yerden
bahsedilmemektedir. Zîrâ o yüksekliğe hiç-bir zaman çıkılamamıştır ve çıkılamaz
da. Hattâ “Dünyâ’nın dışı diye bir yer mi var ki!” diye bir îtiraz bile vardır.
“Uzaya çıkan astronotlar Dünyâ’nın çevresinde dolaşacaklar” denildiğinde, en fazla “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nde
tur atacakları” anlaşılmalıdır.
Ralph
René, “ellerindeki imkânlarla Ay’a gidebilmelerinin kesinlikle hiç-bir yolu
yoktu. Gerçekte ne onların ne de başka bir canlının Ay’a gidebilmesinin hiç-bir
yolu yoktu. Bir maymun bile yollayamadığınız bir yere insanları yollayamazsınız”
der.
Ay’a giden
Apollo 11 aracının Ay’a ilk iniş ânını gösteren bir videosu vardır. Peki bunu
kim çekti?. Ay’a gerçekte gidilmediğini ve görüntüleri bir stüdyoda kendisinin
çektiğini îtirâf eden Stanley Kubrick mi?. Çünkü bunun için uzay aracından önce
Ay’a inmiş birinin olması yada bir kameranın yerleştirilmiş olması gerekir.
Ayda
çekilen ama gösterilmeyen görüntülerde, görüntülerin bir stüdyoda çekildiği çok
bellidir. Hattâ iniş sırasında bir kaza da yaşanmış ve ortamı aydınlatan
lambalar, bağlı oldukları aksam ile birlikte yerinden koparak yere düşmüş ve bu
kazâ kameraya yansımıştır. Tabi bunu sildiler ve hiç-bir şey olmamış gibi
yaptılar.
Film yapımcısı
Bart Sibrel, Apollo isimli uzay araçlarıyla Ay’a gittikleri ve Ay’da
yürüdükleri söylenen kişilere, “Kutsal Kitab’a el basıp Ay’a gittiğinize ve
Ay’da yürüdüğünüze dâir yemin edebilir misiniz?” diye sorunca, astronotlar
Kutsal Kitab’a el basmaktan ve konuşmaktan kaçınıyorlar. Aynı soruyu Edwin Buzz Aldrin’e de soruyor ve Aldrin; “git NASA’ya sor” cevâbını alıyor.
Ay’a gidildikten
sonra günümüze kadar bir daha gidilmedi. Çünkü artık teknolojik âletlerle daha
net resimler ve görüntüler yayınlamaları gerekir. Bunu yaptıklarında ise
gösterilenlerin Ay görüntüleri olmayacağından dolayı bir daha Ay’a gitmekten(!)
çekinmektedirler.
Evet; tüm bu
anlatılanlar nedeniyle, Ay’a gitmek ve uzaya çıkmak hakkında söylenenlerin ve
gösterilen görüntülerin hepsi uydurmadır, tiyatrodan başka bir şey değildir.
Çünkü uzaya çıkılamaz. Zîrâ baştaki âyette de söylendiği gibi Van Allen Kuşağı
geçilemez. Kur’ân bunu 1.400 yıl önceden bildiriyor:
“Gökyüzünü
‘korunmuş bir tavan’ kıldık; onlar ise âyetlerinden yüz çeviriyorlar” (Enbiyâ 32).
O “korunmuş
tavan”dan cinler bile geçemez. Çünkü cinler şöyle der:
“Doğrusu biz
o göğü yokladık da onu kuvvetli muhâfızlar ve atılmaya hazır ateşin aleviyle (şihâb) doldurulmuş bulduk. Doğrusu
biz dinlemek için onun bâzı mevkilerinde otururduk. Fakat şimdi her kim
dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor” (Cin 8-9).
The New York Times, 1936’da
şöyle diyordu: “Roketler, hiç-bir zaman Dünyâ’nın atmosferini aşabilecek kadar
güçlü olamayacaklar”.
Böyle olduğu için
uzaylılar-UFOlar falan da hikâyedir. Zâten “Dünyâ’nın dışı” anlamında bir
uzayın olup-olmadığı bile tartışmalıdır. Zîrâ daha uzayın ne olduğu bile belli
değildir.
Dünyâ, insan için, “mezarlardan
kalkış günü”ne kadar oradan aslâ çıkamayacağı bir açık-hava hapis-hânesidir.
Hiç-bir zaman Dünyâ’dan çıkıp da dünyâ-dışında bir yerde bulunmayacak, yaşamayacak
ve orada ölmeyecektir:
“(Allah) dedi ki: Kiminiz
kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir
yerleşim ve meta (geçim) vardır. Dedi ki: Orada yaşayacak, orada ölecek ve
oradan çıkarılacaksınız” (A’raf
24-25).
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder