“Hayır,
zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına
uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir
yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak
dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.
Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din
(budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 29-30).
Kurt değince
akla ilk gelen şey kurnazlıktır. Kurtlar kurnazca bir plân yaparak avı çembere
alıp kuşatır ve en sonunda da saldırıp yemeye başlarlar. “İnsan kurtlar” ise,
şeytanın ve nefsin ayartmasında ve güdümündeki tâğutlar, onların uşakları ve onlara
aldanan ve adanan insanlardır. Modern zamanlara kadar bu kurtlara karşı
çıkabilen halklar, modernite ve seküler demokrasi ile birlikte karşı çıkamaz hâle
getirilmişlerdir. Çünkü karşı çıkmamayı kabûllenmişlerdir. Bunu, çeşitli düşünce,
ideoloji ve bâzı çıkarlar nedeniyle yapmışlardır. Böylece kurtlar yâni tâğutlar
boş ve bol buldukları meydanı kuşatmış ve nice kurnazca plânlarla insanları
sömürmekte ve yemektedirler.
Evet, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-feminist-emperyâl
düşünce ve sistemlerle Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na dönüşmüştür. Bu durum öyle
bir kanıksanmış ve kabûl edilmiştir ki, insanlar artık bu duruma karşı çık(a)mamaktadırlar.
Çünkü “insandan kurtlar” insanlara da avlarından bir miktar tattırmaktadırlar
(uzlaşmacı kapitâlizm).
Bu mevcut duruma
sâdece İslâm esastan karşı çıkmaktadır. Zâten kurtların İslâm’ı ve müslümanları
düşman, “öteki” ve terörist îlân etmeleri ve birlik olup da saldırmaları bu nedenledir.
Müslümanlar kurtların ortasında kalakalmışlardır. Üstelik kurtlara karşı birlik
olmayı da bir tülü düşünmüyorlar yada becerememektedirler. Çünkü içlerinden
çoğu kurtların beslemesidir ve ortak iş yapmaktadırlar. Niceleri de kurtlara
hayrandırlar. Bunlar, dişlerini sürekli olarak enselerinde hisseden kurtlar
sürüsünün kuzuları olmuşlardır.
Kurtlar sofrasında
insan, doğumundan ölümüne kadar kurtlar tarafından kuşatılmış vâziyette doğar,
yaşar(!) ve ölür. Kurtlardan ancak ölerek kurtulur. Kurtlar sofrasında kurtlara
kulluk etmeden insanca(!() yaşamak imkânsızdır. Kurtların düzenine ve plânına
göre yaşamak şarttır. Buna îtirâz edenler kurtların hışmına uğrar, kurtlar tarafından
kuşatılır ve zamanla yenip yutulur ve yok edilir.
Kurtlar
(tâğutlar) her dâim insanı kontrôl etmek ister. Doğumunda yanındadır, hemen
kayıt altına alır, kendisine göre besletir, aşılarını yaptırır, giydirir. Okula
yine kendisinin kontrôlünde ve kendisinin plânladığı şartlarda devâm eder. İş
konusunda yine böyledir. Kurtların hedef gösterdiği işlere ulaşamayanlar, büyük
çoğunluk gibi, kurtların îtibarsız hizmetkârları olurlar. Evlenmek ve yuva
kurmak kurtların isteği ve düzenlemesine göre; ev, araba, eşyâ, yeme-içme-giyme,
gezme, doğum, emeklilik, ölüm vs. her-şey kurtlara yâni tâğutlara göre olur. Böylece
insanlar kurtlar tarafından kuşatılmış olur ve bu kuşatmanın altında yaşamak zorunda
kalırlar.
Bu bağlamda
kurtlar kuşatmalarını en bâriz şekilde para üzerinden yaparlar. Serbest Piyasa
Ekonomisi, “ahlâksız vahşî kapitâlizmin bir ürünü” olarak kurtların hayat
kaynağıdır. Ahlâksızlık açığa çıkarır. Ahlâkın
olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar sofrası”dır.
Serbest Piyasa Ekonomisi, mutlakâ “acımasız rekâbet”i de yanında getirir. Bu da
insanı “insanın kurdu” yapar. Sonuçta da Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na döner
ki, bu sofrada garibana yer yoktur.
Kurtlar
sofrasında insanın tek düşüncesi kendini kurtarabilmektir. Bu, “gemisini
yürüten kaptan” sözüyle ifâdesini bulur. Hattâ kendini kurtaranlara “kurt”
gözüyle bakılır. Sonuçta da Dünyâ bir kurtlar sofrasına döner ve Thomas Hobbes’un
dediği gibi: “Homo Homini Lupus”, “İnsan insanın kurdudur” sözü baş-tâcı
yapılır. Böyle bir dünyâda kurtlar hem avlarını hem de birbirlerini yemeye çalışırlar.
Aslında her-şey “Allah’a
göre” olmalıdır. Çünkü her-şeyi O yaratmıştır. Yaratan kim ise, plânlayan ve
emreden de o olmalıdır. Müslümanlar işte bunu şiâr edinmelidir ki aslında tüm
vahiyler bunun için gönderilmiş ve tüm peygamberler de bu uğurda mücâdele
etmişlerdir. Vahiy baştan-sona bundan bahseder. İnsanlık târihi boyunca yapılan
mücâdele ve savaş, bir şey insana-tâğutlara yâni kurtlara göre mi, yoksa Allah’a
göre mi olacağının mücâdelesidir. Allah yaratmanın amacını bu merkezde belirlemiştir
ve imtihan da bu merkezde olur. Bir tarafta “insana göre olsun” diyen haksız
ama çoğunluk, diğer tarafta ise “Allah’a göre olmalıdır” diyen haklı ama azınlık
müslümanlar vardır. Bu konuda tabî ki sâdece hakîki müslümanlar haklıdır.
Kurtlar sofrasında
müslüman kalmak iyice zorlaştırılmıştır. Çünkü İslâm, sâdece beyinlerde,
zihinlerde ve kâlplerde yaşanabilecek bir din değildir. İslâm hayatta görünür
olmak ve hattâ hayâtı kuşatmak ve hâkim olmak isteyen bir dindir. Çünkü İslâm “dinlerden
bir din” değil, “tek hak din”dir. Allah’ın dînidir. Her-şeyi Allah yarattığı için
her-şey Allah’a göre olmalıdır. Fakat kurtlar her yeri kuşatmış ve İslâm’a ve
müslümanlara neredeyse hiç-bir alan bırakmamıştır. İslâm ve müslümanlık
hakkıyla yaşanamamaktadır. İslâm kâlplere, zihinlere ve dört duvar arasına
hapsedilmek istenmektedir ve bu büyük oranda başarılmıştır. Bu nedenle kurtlar
sofrasında müslüman kalabilmek çok zordur. Tabi imkânsız değildir. Ne de olsa
bizim güzel örnekliğimiz Hz. Muhammed de kurtlar tarafından kuşatılmış bir
coğrafyayı çeşitli gayret ve çabadan sonra yarmış ve Allah’a göre bir dünyâ
kurmanın adımını atmış ve başlatmıştı.
İslâm ve Kur’ân
sâdece iç-âlemi yüceltme dîni değildir. Kur’ân sâdece bundan bahsetmez. Peygamber
örnekliğinde görüldüğü gibi İslâm, haksızlığa, adâletsizliğe, şirke, küfre ve
de zulme dur demeyi birinci şart olarak ortaya koyar. Hedef budur. Zulüm bertarâf
edilip hak ve hakîkat ortaya konulmalıdır. Zâten Mekke’liler işte buna karşı
çıkmışlardı ve günümüz müşrikleri ve kâfirleri de aynı şeye karşı çıkmaktadır. Kurtlar,
İslâm’ı sâdece kâlplerde ve zihinlerde yaşayanlara bir şey demezken, İslâm’ın
hayâta hâkim olmasını dile getirenlere aman vermemekte ve bir alan bırakmamaktadırlar.
Aslında Peygamberimiz
de kurtlar sofrasında müslüman kalabilmenin çok da mümkün olmadığını görmüş
olduğundan dolayı hicret etmek için farklı alanlar aramıştır ve bu bağlamda Habeşistan,
Taif ve diğer kavimlerin lîderleriyle görüşüp farklı bölgeleri İslâm’ın
yaşanabileceği olası yerler olarak denemiştir. En sonunda Medîne o’na ve
mü’minlere yurt olmuştur. Çünkü dediğimiz gibi kurtlar sofrası olan Mekke’de o
dönemde müslüman olabilmek ve müslüman kalabilmek çok zordu ve İslâm’ı hakkıyla
yaşayacak bir alan yoktu. Oysa İslâm hayâta hâkim olmak ister. Zîrâ İslâm, pratiği
de olan bir dindir ve bu pratiklik Dünyâ’nın her mekânını kapsar. En sonunda
Peygamberimiz Medîne’ye hicret etti ve müslümanlar kendilerine İslâm’ı hakkıyla
ve güvenlik içinde yaşayacak bir alan buldular.
O hâlde, kurtlar
sofrasında müslüman olabilmek ve müslüman kalabilmek çok da mümkün olmadığı için,
Peygamber ve sahabe örnekliğine göre bir mücâhede ve mücâdelemiz olmalıdır. Gerekirse
her-şeyden vazgeçerek yeni alanlara ve mekânlara gidilmeli, bir İslâm toplumu
ve İslâm devleti kurulmalı, savaşılmalı, şehit olunmalı ve kendimizi İslâm’a
adamalıyız. Çünkü biz Dünyâ’nın “geçici bir imtihan alanı” ve âhiretin ise “ebedî
bir cezâ ve nîmet yurdu” olduğunu biliyoruz, buna îman ediyoruz ve cenneti kazanmak
için uğraşıyoruz.
Kurtlarla
mücâdele etmenin olmazsa-olmazı, “kurtlarla safları net bir şekilde ayırmak”tır.
Kimin “kurt” olup-olmadığı meydana açıkça ortaya çıkmalıdır. Böylece hak ve bâtıl
çok net olarak açığa çıkmış olacaktır. Sonra da mücâdele başlamalıdır. Zâten
saflar ayrıldığında o mücâdele siz istemezseniz bile çıkar. Hak ile bâtılın
ayrılması, mücâdelenin otomatik olarak başlaması demektir.
Lâkin.. Günümüz
başka günler, zamânımız başka zamanlardır. Kurtlar tüm Dünyâ’yı öyle bir kuşatmışlardır
ki, insanlık târihinde böyle bir kuşatma görülmemiştir. Kuşatma müthiştir.
Üstelik kuşatılanlar hâllerinden çok memnundur. Kuşatmayı yarma düşünceleri ve
hareketlerine karşı öfke doludurlar. Hattâ kuşatmanın yarılmasından bahsedenleri
gerici, yobaz ve terörist olarak görmekte ve göstermektedirler. Buna “hoca” denilen
kesim içinden bir-çokları da dâhildir. Tabî ki örneği de olduğu için ve “bir
kere olan bir kere daha olabileceği” için kurtlar yâni tâğutlar hâlen bir korku
içindedirler ve bu nedenle İslâm’ı-müslümanları sürekli olarak kontrôl etmek ve
daha ağır bir kuşatmanın içine almak istemektedirler. Bu kuşatma sâdece fizîki
değil, mânevî ve psikolojik olarak da yapılmaktadır.
Peki târih boyunca
görülmemiş şekilde ağır olan bu kuşatma nasıl yarılacak ve de bâtıl nasıl def
olup gidecek ve hak-hakîkat yâni İslâm hayâta nasıl hâkim kılınacaktır?. Bu
süreç nasıl başlayacaktır?. Müslümanlar târih boyunca benzer kuşatmalarla
kuşatılmışlardı fakat kuşatmayı yarmasını ve kurtulmasını bilmişlerdi. Çünkü Allah’a
îman ediyorlardı ve “sâdece O’na” güveniyorlardı:
“Ey îman
edenler!; Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani size ordular
gelmişti; böylece biz de onların üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz
ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem
üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye
gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında (bir-takım) zanlarda bulunuyordunuz.
İşte orada, îman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya
uğratılmışlardı. Hani, münâfıklar ve kâlplerinde hastalık bulunanlar: ‘Allah ve
Resûlü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vâdetmedi’ diyorlardı. Onlardan bir
grup da hani şöyle demişti: ‘Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için
(burada) kalacak yer yok, şu hâlde dönün’. Onlardan bir topluluk da: ‘Gerçekten
evlerimiz açıktır’ diye Peygamber’den izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri)
açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı” (Ahzâb 9-13).
“Mü’minler (düşman)
birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu,
Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru
söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini
arttırdı” (Ahzâb 22).
Allah kendi
yoluna adananlara elbette yardım eder ve yollarını gösterir. Bu yardım sâdece peygamber
örnekliklerindeki gibi olmakla da kalmaz. Allah’ın gücü ve kudreti sonsuzdur. O
Âlim’dir ve her-şeyi bilir. Zorluğa uygun yardımını gönderir. Bu ağır kuşatmayı
da yaracak ve İslâm’ı yeniden hayâta hâklim kılmak için zamâna has yardımını da
gönderecektir. Belki de beş bin değil, beş milyon melekle yardım eder. Zorluk,
îman ve gayret oranında yardım eder O. Bunda aslâ kuşku yoktur. Allah’ın yardım
ettikleri ise mutlakâ gâlip olur. Kudreti sonsuz olan Allah’a karşı hiç
kimsenin gücü yetmez. Allah’ın yardımı yetiştiğinde hiç-bir hesap tutmaz. Allah
“hesapsız rızık verici”dir.
O hâlde bize
düşen, O’nun yardımını celbedebilmektir ki bunun yolu da Allah’ı râzı edebilmektir.
O’nun yardımına lâyık olabilmektir. “Allah’ın yardımını ve rızâsını hak edenler
gâlip gelmişler” demektir. Onları artık kimse yenemez. Fakat bu yardımı ve rızâyı
hak etmek için de hem iç-âlemde hem de dış-âlemde gerekenlerin yapılması
gerekmektedir. Üstelik bu, sâdece Allah’ın rızâsı ve hak-hakîkat için
yapılmalıdır. Hem maddî hem de mânevî olarak yapılması gerekenleri yaptığımızda
yâni elimizden geleni “sâdece O’nun rızâsı için” yaptığımızda Allah’ın rızâsı
ve yardımı yetişecek ve artık sâdece O’na kul olanlar mutlakâ gâlip gelecektir.
Bu noktada bâtıl tarafın maddî gücünün sayısına falan da bakılmaz. Mü’minler
sayıya değil, îmâna ve yüreğe bakarlar ki Allah da zâten şirkten, küfürden,
cehâletten, adâletsizlikten ve zulümden arınmış tertemiz yüreklere sâhip
olanlara yardım eder ve onların gâlip geleceğini söyler:
“..Nice küçük topluluk, daha çok olan
bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir”
(Bakara 249).
Kurtlar
tarafından görülmedik şekilde ağır bir kuşatmayla kuşatılmış müslümanlar
umûdunu yitirmiş ve bâtıldan kurtuluşu mümkün görmemektedirler. Şeytan ve
tâğutlar, insanların-müslümanların kâlplerine korku düşürmüştür. Onların
aslında hâkimiyetlerini sürdürebilmelerinin nedeni budur. Artık müslümanlara bu
duygu hâkimdir. Zâten bu nedenle kendilerine güvenemiyorlar ve bir umûd göremiyorlar.
En sonunda da “en iyisi teslim olalım ve bâtılın ortaya koyduklarını kazanımımız
olarak görelim” deme noktasına gelmişlerdir. Bizim elimizi-kolumuzu bağlayan
işte bu düşünce ve duygulardır. Bu düşünceden kurtulmak için yapmamız gereken tek
şey Kur’ân’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılmaktır. Kur’ân ve Sünnet bize muhtaç
olduğumuz dirâyeti ve cesâreti verecektir. Bu uğurda gayretli, azimli ve adanmış
yüreklere sâhip bir kurucu nesil-toplum oluşturmamız gerekmektedir. Bunun başka
bir yolu yoktur. Tüm peygamberlerdeki örneklik böyledir. Sünnetullah böyledir.
İmtihan bunu gerektirir. Bu düşünce, duygu ve amaç içinde yürüyecek müslümanlar
ancak, bu kuşatmayı yarıp İslâm’ı hayâta hâkim kılma uğruna cehd edebilir.
Zâten hakkın gelmesi ve bâtılın yok olup gitmesi ancak böyle olur:
“Hak geldi, bâtıl yok olup
gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).
Kurtlar sofrasında hakkıyla
müslüman olunamaz-olunmuyor, müslümanca yaşanamaz-yaşanmıyor ve müslüman
kalınamaz-kalınmıyor. Hakkıyla müslüman olmanın ve müslüman kalmanın yolu ve
şartı, asr-ı saadet sürecinde olduğu gibi kurtların-tâğutların kuşatmasını
yarmak ve müslümanca yaşayabilecek ve kalabilecek bir yer bulmaktır.
Mekân demek imkân demektir.
Îmânı olanların mutlakâ imkânı da olur.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder