1 Ağustos 2020 Cumartesi

Fildişi Kulesi Müslümanlığı


“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münafikûn 4).

 

Vahyin ilk âyeti “oku” idi ve Peygamberimiz de önem sırasının ilk başına okuma, idrâk etme ve bilinçlenmeyi koydu. Bu amaçla ilk müslümanlar ilk üç yıl gibi bir zamanda çok yoğun bir şekilde Kur’ân’ı okuyup idrâk etmek ve iç-âlemlerini arındırmakla ve bilinçlendirmekle işe başladılar. Dâr-ûl Erkam bunun için vardı. Lâkin İslâm, sâdece kâlpleri, zihinleri, beyinleri değiştirecek bir kitap değildir. Bilinçlenme ve iç-âlemin değişimi elbette okuma ve idrâk etme ile yâni bilinçlenme ile başlar ve bu aslında kişinin ölümüne ve kıyâmete kadar da sürer. Fakat İslâm, iç-âlemlerin bilinçlenmesi, aydınlanması ve değişmesi belli bir seviyeye geldiğinde tebliğ, dâvet ve uyarı sürecine sokar müntesiplerini. Peygamberimiz ve sahabe de böyle yapmışlar, hakkı ve hakîkati tebliğ etmişler, haykırmışlar ve küfrü, şirki ve zulmü eleştirip zulme isyân etmişlerdir. Yâni meydana inmişlerdir, zîrâ Kur’ân dört duvar arasına sıkıştırılacak ve hapsedilecek bir kitap değildir. Çünkü dört duvar arasına sığmaz, Dünyâ’ya yayılmak ister.

 

İslâm’ın ve Kur’ân’ın nûru, Dünyâ’yı aydınlatacak potansiyele ve enerjiye fazlasıyla sâhip olduğu için durduğu yerde duramaz ve tüm Dünyâ’ya yayılmayı ister ki Allah da zâten Peygamber göndererek bu hedefi ortaya koyar ve harekete geçirir insanları. Kur’ân aslında en iyi; “meydanda”-”açık alanda” kavranabilir. Çünkü Kur’ân, “sâdece ilim” değil, “ilim ve amel kitabı”dır. İslâm da zâten “ilim ve amel dîni”dir. Birinden birinin eksikliğinde kişinin eksikliğe ve yanlışa düşmesi neredeyse kesin gibidir. Modern zamanlarda Kur’ân’ın o kadar çok okunup, anlatılıp, meâli-tefsiri yapılıp, yazılıp-çizilip-konuşulup yaygınlaştırılmasına rağmen, yine de Dünyâ’da işlerin yolunda gitmemesi, şirkin, küfrün, adâletsizliğin, ahlâksızlığın ve zulmün her geçen gün artarak Dünyâ’nın küresel bir zindana dönmesinin nedeni; “İslâm sâdece ilim dîni değil; îman, ilim ve amel dînidir” gerçeğini ıskalamaktır. Müslümanlar Kur’ân’ı idrâk edip de amele-eyleme dönmediğinde iş ters teper ve “şeytanın sağdan yaklaşması” başlar. Çünkü haddi aşmak her alanda geçerlidir. Haddi aşınca iş tersine inkılâp edebilir. Kanımca günümüzde olan şey budur. İslâm ve Kur’ân ilme indirgenmiştir. Sâdece bilgilenmek ve bilgiyi arttırmak için kullanılmaktadır. Bilgiye indirgenmiştir. Amel-eyleme dökülmediği ve hedefleri göz-ardı edildiği için amel-eylem süreciyle hayâta hâkim olma yoluna sokulmadığı için ters tepmeye başlamış ve “günahın cezâsı kendi türünden olur” sözünde olduğu gibi, vahyi amel-eyleme dökmeyenleri ve hayâta hâkim kılma yoluna girmeyenleri Allah dört duvar arasına ve sayfalar içerisine hapsetmiştir. Artık bu kişiler amel-eylemi düşünemezler, hattâ amel-eylemden bahsedenlere düşman olup, onu “aşırılık ve terörizm” olarak görmeye başlarlar. İşte bunun baş temsilcileri “fildişi kulesi müslümanları”dır.

 

 İslâm, doğunun ahlâk dinleri gibi, oturup hiç-bir şey yapmayarak ve sözde hiç günaha girmeyerek, hiç-bir arzu duymayarak inzivâya çekilmeyi emretmez. Hattâ bunu yasaklar. Zâten Peygamberimiz de vahyi aldığı anda Hira’dan indi ve oraya bir daha hiç çıkmadı. Eğer İslâm inzivâ dîni olsaydı ve sâdece iç-âlemleri, kâlpleri ve zihinleri beslemek için gelmiş bir din olsaydı Peygamberimiz Hira’yı mesken edinirdi.

 

Eleştirisi, îtirazı, isyânı, ameli-eylemi, direnişi, vazgeçişi, hicreti, cihadı olmayan din “hak din” değildir. Tek “hak din” vardır, o da İslâm’dır. İslâm ise, Peygamber örnekliğinde de görüldüğü gibi, îman ve amel dînidir. “Îman edenler ve sâlih amel işleyenler” der pek-çok yerde. “Îman edenler ve oturup okuyanlar, zikir ve tesbih çekenler, sohbet edip duranlar” vs. demiyor. Çünkü sahih îman kişiyi yerinde oturtmaz. Gerçekten îman etmiş olanlar, bir-şekilde amel-eylem hâlinde olurlar. Zîrâ Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve bu nedenle de imtihanın, sünnetullahın ve Dünyâ’nın formatı gereği Dünyâ’da sürekli olarak şirk, küfür ve zulüm olacaktır. Mü’minlere düşen şey, bunlarla hem ilmen hem de amel olarak mücâdele etmektir. O yüzden Peygamberimiz’in sahabelerle sürekli zikir, sürekli mistik sohbetler, sürekli fıkıh yorumları ve sürekli olarak Kur’ân tefsiri çalışması yaptığı görülmez. Onlar sürekli olarak ilim, tebliğ, dâvet, uyarı ve de amel-eylem hâlinde olmuşlardır. Apaçık tebliğ-dâvet, mücâhede-mücâdele, direniş-sabır, vazgeçiş ve hicretten ve de devlet olduktan sonra 70 tâne savaş-seriyye-gazve düzenleyen ve yapan bir Peygamber’in, İslâm’ı ilme indirgediğinden bahsedilemez. Peygamberimiz için, -hâşâ- “yerine mıh gibi çakılıp kalmış” olduğundan bahsedilmesi söz-konusu olmaz. Hiç-bir peygamber, inzivâya çekilip de etliye-sütlüye karışmadan fildişi kulesinde sâdece iç-âlemini aydınlatma ile meşgûl olmamıştır. Verilen ağır görevi izinsiz terk eden Hz. Yûnus örneği bizim için yeterlidir. Peygamberimiz’i ihtiyarlatan ve belini büken şey, “Hûd Sûresi’ni anlayıp idrâk etmek” değil, Hûd Sûresi’nde emredilen “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitâbıdır.

 

O-hâlde bir ömür-boyu fildişi kulesinde müslümanlık yapmak söz-konusu olamaz. Böyle bir müslümanlık makbûl değildir. Zâten İslâm’ı fildişi kulelerine hapsedenler bir zaman sonra eleştiri, îtirâz, isyân ve amel-eylemde bulunmamalarının cezâsı olarak, yanlış düşünmeye, saçmalamaya ve sapıtmaya başlarlar. 10 sene 20 sene önce Kur’ân hakkında doğru yargılarda bulunanların bir-çoğuna baktığımızda, mıhlandıkları yerde dura-dura ve okuya-okuya, sonunda İslâm’ın ve Kur’ân’ın düşman olduğu ve yıkmak için çalıştığı şeyleri savunmaya başladıklarını görürüsünüz. İlk başta uydurmaları ve hurâfeleri eleştirirler haklı olarak, ama sonra Peygamberin Sünnet’ini ve sahih hadisleri tümden inkâr etmeye başlarlar. Sonra Peygamber’i tümden inkâr etmeye ve onu postacı konumuna indirgemeye başlarlar. Böyle olunca ölçüleri kaybolur ve “sâdece Kur’ân” demeye başlarlar ama Kur’ân’ı da rahat bırakmazlar ve birileri Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini, bâtıl sistemlerine uymadığı için Kur’ân’dan olmadığını söyleyerek inkâr etmeye başlarlar. Derken diğer birileri ise Medenî sûreleri tümden inkâr ve iptâl etme yoluna düşerler. Çünkü Peygamber örnekliği inkâr edilmeye ve modernite örnek alınmaya başlamıştır. En sonunda da İslâm’ı ahlâka indirgerler ve sâdece bir-kaç âyetin bizi bağladığını, bizim de hüküm koyma yetkimizin olduğunu ve modern insanın ürettiği beşerî-şeytânî ideolojileri, sistemleri, düşünceleri vs. kanıksamamızı ve onları kazanımımız olarak görmemizi savunurlar. İslâm’ın aslında bu olduğunu söylerler. Hâlbuki İslâm, onların meftûn olup râm olarak savundukları şeyleri yıkmaya gelmiştir.

 

Peki niçin böyle oluyor?. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm insanın sâdece iç-âlemine sığacak ve orada hapsedilebilecek bir din değildir, Kur’ân da sâdece iç-âlemi inşâ eden bir Kitap değildir. Amel-eyleme dönmediğinde hayâtın tam merkezinde hakkıyla yaşanıp de hayâta hâkim olmayınca, aynen günümüzde de görüldüğü üzere, hayâta aktarılmayan aşırı nûru ve enerjisiyle insanları yakar ve insanlar bundan sonra Kur’ânî nûr ve bilinç ile amele-eyleme dönmedikleri için saçmalamaya ve sapıtmaya başlarlar. İşte bu nedenle İslâm fildişi kulelerin dîni olamaz. Fildişi kulelerde müslümanlık olmaz.

 

Kur’ân, “fildişi kuleler”de, rezidanslarda okunup anlaşılabilse bile, “idrâk” edilemez yâni fildişi kulelerde okunan Kur’ân îmanları arttırmaz. İdrâk edilemeyen Kur’ân ve artmayan îman ile amel-eyleme dökülüp de İslâm hayâta hâkim olamaz. Kur’ân, saraylarda, fildişi kulelerde, rezidanslarda, yatlarda-katlarda okunsa da idrâk edilemeyecek bir Kitap’tır. Onu normâl hayâtın tam merkezinde okumayanların yaptıkları şey; “modern mukâbeleler”den başkası değildir.

 

Mevcut çağ, âlimliğin yerine entelektüalitenin öne çıktığı ve onun dizayn ettiği bir Dünyâ’dır. Fakat Dünyâ’yı sâdece fildişi kulelerinin penceresinde gören entelektüellerin Dünyâ’nın ne hâle geldiğini net olarak görmeleri imkânsızdır. Entelektüeller hayâta içinden ve ortasından bakmadıkları, tam tersine, fildişi kulelerinden baktıkları ama bir-çok şeyi göremedikleri ve de görmek istemedikleri için hayâtı doğru olarak okuyamazlar ve hayat hakkında doğru yargılarda bulunamazlar. Fildişi kulesi entelektüelleri, dînin ılımlılaşmasına ve de laytlaşmasına da zemin hazırlarlar ve bu konuda iktidarları desteklerler. Bir şirk sistemi olan demokrasiyi, binbir taklalar atarak “İslâm’ın ulaşması gereken hedefi” olarak gösterirler. İslâm’ı, “demokratik İslâm” olarak îlan ediyorlar. Entelektüeller hükümdârın dînindendirler, Allah’ın değil.

 

“Allah’tan en çok âlimler korkar” denilirken, âlimin bu korkusu “bilmekten” değil, îmânın vermiş olduğu haşyetten doğan korkudur. Haşyet, “Allah’ın ilgisini kaybetme korkusu”dur. Yoksa bir şey hakkında bilgi-sâhibi olmak o şeyden korkmayı da yanında getirmez. Bilmek ayrı, korkmak ayrı şeylerdir. Filozof da bilir fakat korkulması gereken şeyden korkmaz. Allah korkusu, bilmeden ziyâde haşyet ile alâkalıdır ve âlim, bir bilginden çok, “haşyet-sâhibi” olandır. Bu korku yâni haşyet, onu fildişi kulesinde eylemsiz olarak oturmaktan men eder. Âlim, etliye-sütlüye karışmamaktan çok korkar. Bu nedenle hayâtın tam ortasında sözünü söyler ve eylemini gerçekleştirir.

 

“Piramidin tepesinden bakana her-şey hoş görünür”. Plâzalardan, fildişi kulelerden bakınca birilerine her-şey hoş görünür. Onlara göre her-şey yerli-yerindedir. Buradaki kişiler ne kadar da hoşgörülüdür!. Peki ya acı çekenler?; açlık ve susuzluktan ölenler, ağlayan, inleyen, ölen, feryât-figân edenler?. Onların durumu böyle iken, yine de onları o durumda bırakanları hoş görebiliyor musunuz?. Kur’ân bu durumda olanlara için yapılacak şeyi apaçık bir şekilde söyler:

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Fildişi kulelerde müslümanlık yapmaya çalışanlar bu âyeti nasıl yorumlayacaklarını bilemezler. Bu nedenle de mecbûren aşırı yoruma sığınılar. Nice âyetleri aşırı yoruma boğarak çarpıtırlar.

 

İslâm delikanlılığı; kaşânelerinde, fildişi kulelerinde modern araştırmalar yapanlara; ticâretlerinin içine gömülmüş vaziyette olanlara; “halk”tan alabildiğine kaçanlara; sapık-şerefsiz ideolojilere kulluk yapanlara; çıkarı yada cehâleti nedeniyle bâzı kişilere kapılanlara; paraya meftûn olanlara; gölgesinden bile korkanlara; ölümü bir trajedi olarak görenlere vs. nasip olmaz. Bu delikanlılık; Üstün bir bilgi-türü olan vahiy-merkezli bilginin, belli şartlarda ve koşullardaki kişilere, yâni; kerîm öfke sâhiplerine, ezilmişlere, âleme yerin en düşük rakımından bakanlara, yer-yüzünün lânetlisi sayılanlara, Dünyâ’nın neresinde olursa-olsun, ölen, tecâvüz edilen, aç bırakılan kardeşleriyle berâber ölen, aç kalan, bu nedenle de boğazı yumruk-yumruk düğümlenen, aziz haykırışlara-feryatlara sâhip ve eyleme dönük ciddî-samîmi-gayretli çalışmalarını sürdürenlere nasip olur. İşte bunlardır peygamberlerin vârisleri. Çünkü asıl âlimler bu delikanlılardır. “Bilinen şeyler, eylenen şeylerdir”, zîrâ bilmek, “yapmak” demektir. Bilip de yapmamak yada en azından yapmayı istememek münâfıklıktır. Vahiy-merkezli bilgi-türü ile inşâ olmuş delikanlıların bildikleri, edip-eyledikleridir.

 

Kur’ân, “filozof Muhammed”in bir kitabı değildir. “Peygamber Muhammed”in Kitabı’dır ki böyle olunca Kur’ân hem iç-âlemi aydınlatıp iç-âleme hâkim olur, hem de dış-âlemi aydınlatıp dış-âleme yâni Dünyâ’ya da hâkim olmak için çalışır. Peygamber örnekliğinde gördüğümüz budur. Fakat bu örneklik fildişi kulelerinde müslümanlık yaptığını zannedenlere çok ağır gelir. Böylece fildişi kulesi müslümanı(!), yapması gerekeni değil de yapmaması gerekeni yapmaya başlar. Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar.

 

Maalesef bir “ilim zübbeliği” oluşmuştur. (Züppe=Giyinişte, konuşma biçiminde, dilde, düşüncede hakka ve hakîkate aykırı bulunan, yapmacıklara ve aşırılıklara kaçan kimse). Bu zübbelik en çok da fildişi kulelerde kendini gösterir. Fildişi kulesi müslümanları(!), kendilerinin ilimde bir deryâ olduğu zannını yayarlar. Oysa bildikleri, “amel etmedikleri”dir. Bildikleri, amele-eyleme geçmediği için ters tepmiş ve rûhunu kaybetmiş olduğundan dolayı çok basittir. Şeytan onların diline hâkim olmuş gibidir. Ne söylerlerse-söylesinler ruhsuzdurlar, zîrâ ilme rûh katan şey, fildişi kuleler değil, amel-eylemde bulunulan ve gayretle çaba gösterilen meydanlardır.

 

Fildişi kulesi müslümanlığında bir amaç, hedef, rûh, anlam, gayret, özveri, adanma vs. gözükmez. Onlar sürekli olarak okumayı ve yazmayı çoğaltmakla uğraşırlar ve bununla övünürler. Zâten baktığınızda yoğun ve mîde bulandırıcı bir kibir gözükür yüzlerinde. Yüzleri ve tavırları “siz câhilsiniz, ben bilirim” mesajını verir durur. Oysa Allah bilgi sâhibi olanları değil, takvâ sâhibi olanları üstün görür. Takvâ ise, sorumluluk bilincidir ve sorumluluğunu en çok kim yerine getiriyorsa ve Allah’tan en çok kim korkuyorsa, en takvâlı ve dolayısı ile en üstün kişi o olur.

 

Fildişi kulesi müslümanları Dünyâ sanki güllük-gülistanlıkmış gibi hareket ederler. Sanki hiç sorun yokmuş da, geriye sâdece okumak, araştırmak ve incelemek işi kalmış gibi hareket ederler. Oysa hiç-bir peygamberde böyle bir örneklik yoktur. Böyle bir örneklik olmadığı gibi zâten Dünyâ’nın formatı da fildişi kulesi müslümanlığına uygun değildir. Hiç-bir peygamber entelektüel değildir ama âlimdir. Âlimler, îman, ilim ve amel bütünlüğüne göre davranırlar. Hiç-bir âlim fildişi kulesine kapanamaz. Bunun peygamberlerde ve âlimlerde bir örneği yoktur, olmamıştır. Çünkü onlar ilimden sonra amel, eylem, tebliğ, dâvet, uyarı, direniş, vazgeçiş, çaba, gayret, azîm, adanma, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet için üstün gayretlerde bulunmuşlar ve ömürlerini bu uğurda sarf etmişler ve de kendilerini buna adanmışlardır.

 

Fildişi kulesi müslümanlığı “şeytanın sağdan yaklaşması”dır. Şeytan bunları entelektüellikle aldatmaktadır:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız” (Kehf 103-105).

 

Oysa Kur’ân, mü’minler için tüm zamanlarda ve mekânlarda  yapılması gereken şeyin ne olduğunu çok net ve apaçık bir şekilde söyler:

 

“Ey Îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

 

“Şüphesiz îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).

 

Ey fildişi kulesinde müslümanlık yaptıklarını zannedenler!; gün gelir tüm bildiklerinizi “bilmez” duruma gelebilirsiniz, fakat hiç-bir zaman, yaptıklarınızı “yapmamış” durumuna gelemezsiniz.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2020

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder