30 Ağustos 2020 Pazar

Çalışan Anneler ve Zulüm

 

“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin..” (Ahzâb 33).

 

Allah, kadınları oturmaya uygun yaratmıştır. Oturmak için en iyi yer ise evdir. Kadınların fizîkî yapıları oturmaya, erkeklere göre daha uygundur. Kalça, yağ ve kas yapıları, kadınların uzun süre oturmasına uygundur. Erkek ise uzunca bir süre otursa, hemen kemikleri batmaya, pişikler oluşmaya başlar ve uzun süre oturamazlar. Zâten kadınların kolesterôl oranları erkeklerden fazla olsa da sorun teşkil etmez. Kadınlar yüksek kolesterôlü daha iyi tolere edebilirler. Erkeklerde genel kolesterôl 200 iken kadınlarda 250 olması normâl görülür. Çünkü kadınlar kolesterôle daha dayanıklıdır. Zîrâ kadınların, ev-merkezli bir hayatları olması gerektiği için, oturmaya uygun yaratılmışlardır. Tabi bu “oturma”, “vakarlı bir oturma” olmalıdır. 

 

Modern çalışma hayâtında; daha az îtirâz eden, direktifleri tam olarak yerine getiren ve de bunu düşük bir ücretle yapmayı kabûl edebilen kadınlar tercih ediliyor. Zâten artık makineler nedeniyle kol-kas gücüne de fazla gerek kalmadığından dolayı, çalışan kadın sayısı erkek sayısını yakın zamanda geçecek gibi görünüyor.

 

Mesele şu ki, kadın çalıştığında masrafı artıyor. Çalışan kadın, çalışmayan kadına göre 3 kat daha fazla harcama yapabiliyor ve yapılan bu harcamaların %90’ı isrâf, yâni “olmasa da olur” cinsindendir.

 

Kadınlar çalıştığında kazandığından fazlasını harcıyor. Evde kalsa toplam para daha fazla yetecek. Zîra kapitalizm, “ne kadar kazancın varsa o kadar masrafın artar” yalanını söyleyerek insanları kandırıyor ve insanlar da “ne de olsa çalışıyoruz” diyerek fazla harcama yapıyorlar ve zamanla harcamaya alışıyorlar ve sonuçta hiç de ihtiyaçları olmayan şeyleri, “geleceklerini ipotek ederek” yâni kredi-kartı ile alıyorlar ve fâize de bulaşarak kapitâlizme hizmet (kulluk) etmiş oluyorlar. Bu nedenle kadın çalışsa da yine para yetmez, çünkü İslâmî duyarlılığı olan kadın, para kazandığında hem zekatını verme, hem kurban kesme hem de hac vs. gibi ibâdetlerin sorumluluğunu üzerine almış olur.

 

Kadınlar için ev dışındaki sâbit bir işte çalışmak “modern” dönemin bir uygulamasıdır ve aslında “modern bir proje”dir. 100-150 yıldır uygulanmaktadır. Bundan önce kadınlar ve hattâ erkeklerin çoğu kendi işleri dışında başkalarının işlerinde çalışmazlardı. Eskiden kadınlar köylerde (imece hâriç) sâdece kendi işlerini yaparlardı. Şimdiki kadınlar ise işyerlerinde hem başkalarının işlerini, hem de eve dönünce kendi işlerini yapmak zorunda kalmaktadırlar. Tabî ki kadınlar bu nedenle fizîki ve psikolojik olarak çökmekte ve fizikî ve psikolojik anlamda büyük zarar (zulüm) görmektedirler.

 

Modernite, anneliği küçümsemiş ve sonunda “eziklik” olarak göstermiştir. Modernite için bu olmazsa-olmaz bir şeydir. Zîrâ modernite, hâkimiyetini “kadının evden çıkması ve dışarı olması” sûretiyle devâm ettirebilmektedir. Aliya İzzetbegoviç, “annelik” hakkında şunları söyler:

 

Uygarlık bilhassa analığı küçük düşürmüştür. Satış, mankenlik, mürebbiyelik, sekreterlik, temizlik işleri gibi meslekleri ‘analık vazîfesine tercih etmiştir. Uygarlık analığı kölelik’ îlân ederek kadına ondan kurtulmayı vaâd etmiştir. Ne kadar kadını âilesinden ve çocuklarından ayırarak (onlar ‘kurtararak’ diyor) mêmur veyâ işçi yaptığını iftiharla belirtiyor. Öbür tarafta kültür ezelden beri anneyi yüceltmiş; onu bir sembôl, bir sır yapmış, mukaddes kılmış, en güzel şiirler, en müessir sesler, en güzel resim ve heykeller ona ithaf edilmiştir.

 

Kadına “ille de çalışmalı” diyenler, aslında kadının evde kalmasından rahatsız olup onu dışarı çekmek istiyorlar. Zîrâ ürettikleri ürünlerin çok büyük çoğunluğu kadınlara hitâp ediyor. “Çalışan ve para kazanan kadın” bu ürünleri mutlakâ satın alacaktır. Dolayısı ile kadının çalışmasını en çok isteyen ve bunu zorlayan etken, kapitâlist zihniyettir. Ahmet Hakan Çakıcı, iş-hayâtına özellikle kadınların alınması ile ilgili şunları söyler:

 

“Noah Harari; ‘İş bulabilenler, daha çok kadınlar olacak’ der. Çünkü çalışan kadın kapitâlizmin olmazsa-olmazlarından. Kadın sanâyiye girdiğinde işçi-açığını kapatıp işsiz bir sınıfın oluşturulabilmesini sağlıyor. İşçi arzının artması maaşları düşürüyor. Düşen maaşlarla sermâye, bir kişinin ücreti ile iki kişiyi üstelik daha uzun mesâilerle çalıştırabiliyor. Kadın çalışınca ev-içi ekonomi diye bir şey kalmıyor; ev bütünüyle dışarıya bağımlı hâle geliyor. Kozmetikten estetiğe, konfeksiyondan hazır yemeğe, kreşlerden huzur-evlerine kadar bir-çok sektör canlanıyor ve böylece kadın sermâyeden aldığını hemen geri iâde etmiş oluyor. Ancak bunlar geçmiş dönem kapitâlizm eleştirileri. Şimdi ise kadının iş dünyâsında olmasını, kadının iş-dünyasında olduğunda erkekle uzun süreli berâberliği götürebilme yeteneğinin azalması ve çok daha az çocuk yapması nedeni ile istiyorlar. Üstelik ‘kadının güçlenince’ babasına ve kocasına karşı güçlenmiş oluyor, ‘egemene karşı’ değil. Kocasından yada babasından kopan kadınlar egemen/patron/âmir karşısında çok daha itaatkârlar ve emirleri erkeklere oranla çok daha az sorguluyorlar. Egemenlerin düşündükleri dünyâda kadın; evi, işi, ekonomiyi, -izin verilirse- çocuğu tek başına (yalnızlık içinde) yüklenecek gibi duruyor. Yâni kadınlara ağır hayat şartlarında, yalnızlık ve depresyon hapları ile donatılmış bir hayat öngörülüyor”.

 

Evet; kapitâlist-modernist sistemin iş-gücünde kadını tercih etmesinin sebebi; kadının “ucuz iş-gücü” olması, verilen tâlimatları îtirazsız bir şekilde ses çıkarmadan yerine getirmesi, müşteriyi bağlamak ve bâzen de “şerefsizce niyetler” içindir. Bu durum kapitâlizmin ve liberâl ekonominin yâni şeytanın tam da istediği şeydir.

 

Tabî ki toplumda “sâdece kadınların” yapması gereken işler de vardır. Bâzı “kadın hastalıkları” için bayan doktorlar-hemşîreler olması, doğumda ebeler ve ölümde kadınları yıkamak için “kadın gassal”lar vb. gibi. Fakat bu durum, bu kadınların haftanın 7 gününde tüm gün boyunca çalışması gerekeceği anlamına gelmez. Yarı-zamanlı ve dönüşümlü bir çalışma takvimi uygulanabilir. Kadınların yapacağı bu işler için gerekli olan kadın iş-gücü ihtiyâcı, Türkiye çapında söyleyecek olursak, en fazla 10-15.000 bin kişi olabilir. Bunlar da yarım gün ve dönüşümlü olarak çalışmalıdırlar.

 

Moderniteye göre kadın evde çalışınca “çalışan” olmuyor ama dışarıda, -bir köpeğe bile yetmeyecek asgarî ücretle- köle gibi çalışınca “çalıştı” oluyor. Yâni kendi evindeki ev işlerini yapınca “çalışmıyor” oluyor ama başkalarının evlerini temizlediklerinde ve işlerini yaptıklarında “çalışıyor” oluyorlar. Aynı işi kendi evinde yapında “iş” olmuyor, fakat başkasının evinde yapınca “iş” kabûl ediliyor. Biraz yüksek maaşlı çalışan kadınlar evlerine ücretli kadın tutabiliyorlar ama az maaşlı kadınlar işten gelince bir de kendi evlerindeki işleri yapmak zorunda kaldıklarından, insanlık târihinde hiç görülmemiş şekilde bir zulme mâruz kalıyorlar, daha doğrusu mâruz bırakılıyorlar.

 

Bu yazıda asıl dikkat çekmek istediğimiz şey, çalışan çocuklu kadınların, çocuklarına baktırdıkları bakıcılara yaptıkları haksızlıktır. Çocuklarını anne yada kaynanasına bırakmak durumu olmayan çalışan çocuklu kadınlar, çocuklarına baktırmak için mecbûren bakıcı bir kadın buluyorlar ve belli bir ücretle çocuklarına baktırıyorlar. Fakat burada %99 oranında bir haksızlık, adâletsizlik ve sömürü dolayısı ile zulüm yapılmaktadır.  

 

Örneğimizi, çalışan ilk ve orta derecedeki mêmurlar üzerinden yaptığımızda; yeni mêmur olmuş bir bayan mêmurun 2020 Hazîran îtibârıyla maaşı 4.000 TL civârındadır. Bu kişinin bir tâne çocuğu olduğu düşünüldüğünde ve çocuk 1-1,5 yaşına geldiğinde annenin artık görevine dönmesi gerektiğini düşündüğümüzde, çocuğunu ya annesi veyâ kaynanasına bırakarak belli bir yaşa gelmiş olan bu kişilere yük olacak ve onları zora sokacak, yada -eğer ki farklı bir şehirde yaşıyor iseler bu kişilerin çocuğa bakmaları mümkün olmayacağından dolayı- bir bakıcı bulacak ve bakıcıya ücret karşılığında çocuğunu baktıracaktır. Fakat işte burada ya mantıksız bir şey yapılarak çalışan mêmur kadının maaşı çocuğun bakımı ve kadının kişisel masrafları için tükenecek, yada çocuğa bakacak olan kişiye ağır bir haksızlık yapılarak bakıcı sömürülecektir. Şöyle ki;

 

Net asgarî ücret, an îtibârıyla (2020) 2.324 TL’dir. 4857 sayılı iş kânununun 102. maddesine göre asgarî ücretin altında bir maaşla işçi çalıştırmak yasaktır. Zâten işçilerin ücretleri bankalar aracılığıyla ödenmek zorundadır. Bu da bu ücretlerin oranının kayıt altına alındığı anlamına gelir. Yine; SSK prim ödemelerinde herhangi bir indirim yada teşvikten yararlanılmıyorsa, ödenmesi gereken tutar yaklaşık 950 TL’dir. İşveren yâni çalışan anne, çocuğuna baktırdığı kadının sigorta primlerini düzenli olarak ödüyorsa ve herhangi bir geçmiş prim borcu yoksa %5’lik indirimden faydalanabilmektedir. Bu durumda ödenmesi gerek prim tutarı yaklaşık 850 TL civârındadır. SSK primi ile birlikte bakıcının-işçinin masrafı 3.175 TL’ye çıkmaktadır. İşçinin ayrıca yıllık izinleri ve hastâne rapor ve özel izin durumları da vardır.

 

Bu durumda, çalışan anne, 4.000 TL’lik maaşının 3.175 TL’sini bakıcıya vermesi gerekir. Bu parayı ödedikten sonra geriye kalan para 850 TL’dir ki bu para, çalışan kadının yol, yemek, giysi vs. masraflarını karşılayamaz. Çalışan kadın, emzirme ve çocuğa göstermesi gereken diğer ilgiler için işyerinde normâlden daha fazla bulunup da mesâi de yapamayacağından dolayı gelirini arttırmayacaktır. O hâlde çalışan kadının kazancından çok gideri olacaktır. Çalışan kadınlar bu nedenle doğala, normâle ve fıtrata aykırı olarak, hem evliliklerini ertelemekte, evlendiklerinde ise çocuk doğurmayı geciktirmekte, yada tek çocukla idâre etmektedirler. Fakat bu da soruna yeterli derecede çâre olmamaktadır. Çünkü bakıcıya gerek duyulmadığında bile kreş, anaokulu vs. gibi yerlerde ve ileride de özel okullarda çocuğun masrafları katlanarak artacaktır.

 

Bu durumda çalışan çocuklu kadınlar ne yapmalıdırlar?. İşte burada yapılacak ve çoğunlukla yaptıkları şey, yasalara aykırı iş yapıp, çocuğuna baktırmak için bakıcıya, asgarî ücretin çok daha altında bir maaşla bakacak bir bakıcı bulmak olacaktır ki, işsizliğin çok fazla olduğu ve geçimin alabildiğine zorlaştığı yerlerde 1.000 TL.ye bile çalışacak bakıcı bulmak zor olmayacaktır. Üstelik bu kişinin SSK’sını da ödemeyecektir. Hattâ bunu düşünmeyecektir bile. Bu durum aslında “bakıcılık yapacak olanların zor durumlarından istifâde edilmesi” anlamına gelir. Aslında yasal olmamasına rağmen, bir şikâyet de yoksa modern devlet de bunu görmezden gelmektedir. Çünkü modern seküler devlet fıtrata ve dîne karşı olduğu ve bâtılın peşine takıldığı için ve hem kadını alabildiğince iş hâyatına sokmak istemekte, hem de zâten patronların da bunun benzerini yapmasına izin vermektedir. İşverenler işsizliğin çok olmasından faydalanmaktadırlar ve işsizliğin artmasını hem desteklemekte hem de istismâr etmektedirler. Zâten işsizlik, işverenin sigortası durumuna gelmiştir. Böylece işçi fiyatlarını şerefsizce; “işine gelirse çalışırsın” diyerek istedikleri gibi düzenleyebilmektedirler. Modern kölelik böylece el altından yürütülmektedir. İşte çalışan anneler de bu zulme ortak olmakta ve bu kahpe sistemi desteklemektedirler.

 

  Bu durum, “çalışan kadınlar”ın yanında çalışan bakıcıların sömürülmesi demektir. Bu durum kânunlara aykırı olduğu gibi, aslında dînen de hem günah hem de haramdır. Hattâ ayıptır da. Zîrâ insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmaktadır. Bu da bencillik ve acımasızlık yapmak anlamına gelir.

 

O hâlde kânunlara da aykırı bir şekilde çocuğa bakması için işçi çalıştırmak hem yasak hem günah hem de ayıptır. İslâm’da bu iş çok sıkı tutulur. Hattâ öyle âyetler vardır ki, modern müslümanların çoğu bu âyetlerden haberdar değildir. Meselâ şu âyet karşısında modern müslümanlar ve çalışan ve bakıcı çalıştıran müslüman anneler ne düşüneceklerdir:

 

 “Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara (yâni işçilerine) onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

Âyet açıkça; “ellerinde fazla mal-para bulunanlar, bu fazla malı-parayı, köleleri yada işçileriyle eşitleninceye kadar dağıtıp vermek zorundadırlar. Aksi-hâlde o nîmeti inkâr etmiş olurlar” diyor. Bu âyet nefse ağır gelen bir âyettir. Fakat, yaratmayı Allah yaptığı için, mülk de emir de O’na âittir. O hâlde O’na îman edip Kur’ân’a bağlananlar bu âyete uymak zorundadırlar. Hiç öyle aşırı yorumlamaya giderek âyete farklı bir mânâ verilmeye çalışılmasın. Âyet çok açık. Allah’ın murâdı, “rızkta eşitlik” sağlamaktır.

 

Düşünsenize; birisi temel ihtiyaçlarını çok rahat karşılayabilirken, diğeri ay-sonunu nasıl getireceğinin hesâbını yapıp duruyor. Temel ihtiyacını karşılayabilecek seviyede bir geliri yok. Hâlbuki her-gün işe gidip-geliyor. Üstelik yanında çalıştığı kişiden daha ağır şartlarda çalışıyor fakat yanında çalıştığı kişi gönlünce yaşayabiliyorken, işçi ise tamı-tamına yetirebilmenin derdindedir.

 

İşte İslâm dîni bunu değiştirmek ister ve zâten ana-amaçlarından biri de budur. Köle de efendi de temel ihtiyaçlarını aynı şekilde karşılayabilmelidir. Hz. Ömer döneminde genelkurmay başkanı ile onun yâveri aynı maaşı alıyordu. Zâten bir yolculuk sırasında efendi ile köle, deveye sırayla biniyorlardı. Peygamberimiz de: “Elinizin altındakiler (köleler, hizmetliler, çalışanlar) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emânet etmiştir. Şu-hâlde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veyâ yüklerseniz siz de yardım edin” (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 40) diyerek “rızıkta eşitliğin” emrini verir ve uygulamasını yapar.

 

Buna rağmen ille de çalışmak isteyen çocuklu kadınlar yasaklara ve günaha aldırmayarak, çocuğuna çok düşük bir ücretle baktırmaktan çekinmeyecek ve çocuğunun bakıcısına zulmedecektir. Zâten başta ABD ve Avrupa’da da durum böyle olduğu için ya Avro-Amerika baz alınmakta ve zulüm güyâ meşrûlaştırılarak kolayca sürdürülmekte, yada çocuklara bakanlara ödenecek “yasaların gösterdiği” maaşlardan sonra kendi maaşlarından geriye pek bir şey kalmayacağından dolayı kadınlar ya hiç evlenmemekte yada evliliği geciktirerek fıtratlarına aykırı hareket etmektedirler. Üstelik doğal cinsi ihtiyaçları da gayrı meşrû bir yoldan karşılamanın kapısı açılmaktadır. Evli olanlar da çocuk yapmamakta yada çocuk yapmayı geciktirmektedir. Bu durum, pek-çok sorunu yanında getiren “tek çocuklu âileler”in çoğalmasına neden olmaktadır. Ne yazık ki bu yaşam tarzı Türkiye’de ve müslüman ülkelerde de yaygınlaşmaya başlamıştır. Dünyâ’nın ifsâd olmasının bir nedeni budur.

 

Yine bu durum yâni kadının çalışması, toplumda insanları bâriz bir şekilde ayrıştırmaktadır. Sistem, çalışan kadını “acımasız” yapmaktadır. Zîrâ aksi-hâlde bir mantıksızlık olacaktır. Kadının çalışmasının da bir anlamı kalmayacaktır. Sonuçta acımasız ve bencil anneler ortaya çıkmakta ve bu tüm toplumda yaygınlaşmaktadır. Acımasızlaşan çalışan kadınlar, işsizliği kullanmakta ve geçim sıkıntısı nedeniyle iş arayanların zor durumlarını kullanarak çok düşük ücretlere insanları râzı edebilmektedirler. Üstelik çalışan kadınların pek-çoğu çalıştırdıkları bakıcılara sâdece çocuk bakımını değil, ev işlerini ve yemek yapmayı da şart koşmaktadırlar. Böylece ortaya modern bir kölelik şekli çıkmaktadır.

 

Peki bunu yaparlarken yâni kendilerinin aslâ kabûl etmeyeceği ücretlerle ve şartlarla kadınları çalıştırmaya hiç utanmıyorlar mı?. Bu ne densizliktir ve bu nasıl bir bencilliktir?. Kendilerine böyle bir şey yapılmasını isterler mi?. Devlet çok sıkı tedbirler alsa ve asgarî ücret meselâ 2.500 TL olsa ve SSK şart koşulsa ve sıkı bir şekilde denetlense ve kânunlara uymayanlara ağır cezâlar verilse, bu durumda çalışan kadınlar ne yapacaklardır?. Fıtrata, doğala, normâle, toplumsal duruma ve en önemlisi de sünnetullaha (Allah’ın değişmez yasalara) bâriz bir şekilde aykırı olan kadının çalışması, -çok zorunlu birkaç şart hâriç- zulümden başka nedir ki?. Üstelik çalışan kadın çocuğunu yaşlanmış ve tâkatten düşmüş annesi yada kaynanasına bırakmış olsa bile, eve gelince bir de evinin işini yapmak zorunda kalarak kendine de zulmetmiş oluyor. Çünkü yüksek maaşlı olmayan kadınlar bir de ev işlerini yaptırmak için kadın tutamayacaklardır. Böyle olunca da çalışan kadınlar ya çocuk işini erteleyebildiği kadar erteleyecek ve yine fıtratlarına zulmetmek zorunda kalacaklardır.

 

Çok iyi bilinen şey şudur ki; çalışan kadınlar, bütün gün işteki yorgunluğun üzerine Allah’ın günü evde yemek yapmak istemeyecekleri için ayın yarısında dışarından yemek ısmarlayacaklar ve hem fazla para harcamış hem de sağlıksız beslenmiş olacaklardır.

 

Peki tüm bunlar ne için?. Tüm bunlar, pohpohlanmaya çok müsâit olan ve nefisleri moderniteye çok uygun olan kadınların; küresel güçler, sermâyedarlar, küresel teorisyenler yâni “tâğutlar” tarafından ev-dışına çekilmek istenmesi nedeniyledir. Artık tüm kızlar okumaktadır ve dandik de olsa bir bölümü bitirmektedirler. Fakat bunların %90’ı iş bulamamakta, ama “üniversite bitirmiş” olmanın verdiği sahte kibirle ve havayla ne adam beğenmekte ne de iş beğenmektedirler. Bu nedenle de evlilikleri geciktirmekte yada iptâl etmektedirler. Küresel güçlerin istediği de zâten budur. Çünkü böylelikle bireyciliği yaygınlaştırarak, hem daha fazla kişi-başı tüketim artacak hem de bireyselleşmiş insanlar daha kolay yönetilebilecektir.

 

Çalışan annelerin içinde, maddî yetersizlik nedeniyle çalıştırmak için birini tutamayanlar, çalıştıkları için ancak hafta sonları evlerinde iş ve temizlik yapabildiklerinden dolayı, haftada bir gün evde kalan koca ve çocuklar bulunuyorken her tarafı kaldırıp camları-kapıları silemeye kalkışmaları evde bir huzursuzluk ve stres doğuruyor. Böylece çalışan anne, kendine zulmettikten başka, ev-halkına da zulmetmiş oluyor.

 

O hâlde kadınların çalışması hem kendilerine, hem âilelerine, hem topluma hem de dîne ve fıtrata karşı yapılan bir zulümdür. 80 milyonluk ülkeye sâdece 10-15 bin kişilik çalışan kadın gerekir ki bunlar da yarı-zamanlı çalışma şeklinde olmalıdır. Üstelik çalışacak bu kadınlar, önünde engeli olmayan kadınlardan seçilmelidir. Yâni ya bir-nedenle evlen(e)memiş, ya erken evlenip çocukları evlenip ayrılmış yada çocukları olmamış kişilerden olacaktır. Aksi-hâlde dediğimiz ve apaçık bir şekilde görüldüğü gibi, Dünyâ çalışan kadınlar tarafından ifsâd olacaktır ki bu ifsâd zâten yayılmaya başlamıştır bile.

 

Şu da var ki; “kadın mutlakâ çalışmalı” diyenler ve “ille de çalışacağım” diyen ortalama 3.000-4.000TL geliri olan kadınlar, mecbûren yeterince yada “sonuna kadar” dürüst olamayacaklar ve en nihâyet bir süre sonra da yaptıkları uygulamayı (yâni “yarı dürüstlüğü”) ölümüne savunmaya başlayacaklardır.

 

Çalışan annelerin çocukları, sabahları anne-babaları işe giderken babalarının işe gitmesine içerlemiyorlar fakat annelerinin evden çıkmasına çok içerliyorlar ve gitmelerinden dolayı kendilerini paralıyorlar. Sonuçta çocuklar, annelerinin çalışmasını kaldıramıyor. Böylelikle çalışan anneler işe gitmekle bakıcılara zulmettikten sonra, çocuklarına da zulmetmiş oluyorlar. O hâlde annelerin çalışması “çifte zulüm” oluyor.  

 

Çalışan anneler anneliği iyi bilmemektedirler. Çünkü işin pratiğini yapmamaktadırlar ve bu işi başkalarına devretmektedirler. Annelik bir meslektir. Üstelik bu meslek kadına ilk başta Allah tarafından öğretilmiş ve fıtratlarına yerleştirilmiştir. Sonra ise bir tecrübe olarak anneden kıza aktarıla-gelmiştir. İnsanlık târihi kadar eski bir meslektir annelik. O yüzden değeri ölçülemez. Zâten “cennetin annelerinin ayaklarının altında olması”nın nedeni de budur.   

 

Doğal ortamları olan evlerden çıkan kadınlar, Dünyâ’nın şeytan lehine bozulmasına neden olarak büyük bir zulmün tetikleyicisi ve sürdürücüsü olmuşlardır. Zîrâ kadın ev-dışına çıktığında ya eziyet görür, yada eziyet eder.

 

Çalışan anneler fıtratlarında olan o vicdânı, merhâmeti ve annelik duygusunu zamanla yitiriyorlar yada en azından bu duygular zamanla azalıyor. Kadınların kendi işleri dışında çalışması, Sanâyi Devrimi ile birlikte batı’da başladı. Batı’lı kadınlar o günden bu yana çalıştıkları için bu duygulardan neredeyse tamâmen uzaklaşmıştır. Muhammed İkbal bu nedenle; “batı’lı kadın kâlpsiz ve kadınlık duygularından mahrûmdur” der. Bu durum artık doğu’lu kadınlar için de geçerli olmaya başladı. Bu, kadınların hem kendi fıtratlarına, hem de çocuklarına yaptıkları bir zulümdür.

 

Modernizm anneliğin gözden düşürülmesidir. Modernite ve modern insan anneliği kötülemektedir. Hayati İnanç şöyle der:

 

“Ana-okullarında ‘ana’ yok, huzur-evlerinde huzûr yok. Annelik Dünyâ’nın en zor işidir. Kadının yapacağı hiç-bir iş ‘annelik’ten daha önemli olamaz. Cennet erkeklerin, kadınların ve babaların değil, annelerin ayağı altındadır. Beşiği sallayan, Dünyâ’yı da sallar. Ayağının altında cennet olan kadın hakkında ileri-geri konuşulmaz”.

 

Annelerin çalışmasıyla evler “akşam girilip yatılan ve sabah çıkılıp gidilen oteller” hâline gelmiştir. Baş-örtüsünün sistemin istediği tarzda “serbest” bırakılmasıyla kadınların yüksek okul ve çalışma hayâtına katılması kapitâlist-feminist bir projedir. Modern baş-örtüsü, ‘İslâmî tesettürün bir parçası” olmaktan çıktı ve modern kadın için “özgürlük simgesi” hâline geldi. Fakat bu özgürlük “ahlâk ve adâletten arındırılmış özgürlük”tür (emansipasyon). Modern kadın, mekânın modernleştirilmesinin (apartman) de sonucunda evi bir hapis-hâne gibi görmektedir. O yüzden kendini “dışarı” atmak istemektedir. Fakat kamusal alan da aslında bir “açık-hava hapis-hânesi”dir. Kamu kurumları ise tam bir hapis-hâne şeklindedir. Eskisi gibi tarlalarda açık-havada çalışmaya benzemez.

 

Kadının çalışması hiç-bir şekilde tam anlamıyla mahremiyet konusunu öteleyemez. Mahremiyeti önce tesettüre sonra da baş-örtüsüne indirgeyerek kadını kamusal hayâta taşımak, onun hem mahremiyetine hem de anneliğine zarar verir-verdi. Kadın evden ayrılınca aslında sâdece eşinden-çocuklarından değil, anne-baba, kaynana-kayınbaba ve hattâ komşularından ayrılmış olur. Çalışan kadının komşuluk ilişkileri otomatikman biter yada çok azalır. Abdurrahman Arslan bu konuda şunları söyler:

 

“Müslüman kadının, tesettürlü olduğunda kamusal alanda sanki her işi/şeyi yapabilme imkânını elde etmiş birisi gibi kendini görmekte oluşu, artık bugün yanlış bir şekilde kabûl gören bir kanaât hâlini almıştır. Cinsiyetten bağımsız rôl telâkkisine sâhip bu düşüncede bütün amel-biçimleri kadar beden de aslında baş-örtüsüne indirgenmiştir. Baş-örtüsünün serbestlik kazanması, hayâtın pratiğine bir tercih olarak katılmayıp muhâlefet eden müslüman kadının/evin nihâyette emeğin/üretimin tanımlanmış eril dünyâsına eklemlenmesinden başka bir şey olmadı. Nihâyette müslüman kadın murâdına erdi ve kapitâlizmin ‘çalışma dînine’ katılma imkânı bulmuş oldu.

 

Kapitâlizme âit bu telâkkinin önemli husûsiyeti, çalışmayı mekân ve zamânı olarak evin hâricinde, âile ve dinden bağımsız tanımlamasıdır. Haddizâtında bu, insanın sâhici sosyâl dünyâsı olan evi sâhipsiz/insansız bırakmış bir tanımdır. Batı-dışı toplumlarda ve tabî ki bilhassa müslüman dünyâda âile, kadın, kadının çalışması ve onun evle özdeşleşmiş rôlü sıkça bir ‘geri kalmışlık sorunu’ şeklinde ele alınır. Çağdaş müslüman kadın kadar erkek de gördükleri eğitime paralel olarak artık bugün meseleye bu zâviyeden bakmakta, böyle bakmaktan da bir türlü kurtulamamakta. Bilhassa yeni kuşaklar, ‘geleneksel’ diyerek damgaladıkları değerlerin değişmesi gerektiğine ve erkekle eşitliğin sağlanmasına vurgu yapmaktadır. Bu fikrin taşıyıcısı olan müslüman için kadın meselesi, bir ‘katılım’ meselesi olarak anlaşılmakta, bu yüzden de geleneksel kabûl edilen değerlerin değişmesiyle kadının erkek dünyâsına kolayca katılabileceği ve böylece eşitliğin sağlanacağına inanılmakta. Öte-yandan da aldığı eğitimin zorlayıcı teşvikine rağmen taşıdığı baş-örtüsünden dolayı mahrum bırakıldığına inanan müslüman kadın da aşırı şekilde çalışma isteği taşımaktadır. Dün mahrum bırakılmış olsa da aslında bu, günümüzün neo-liberâl siyâset ve kültürüne de uygun düşen bir taleptir. Müslüman kadın çalışma dolayısıyla evi terk etme isteğini meşrûlaştırmak üzere cinsiyet ve anneliği ertelemektedir. Zîrâ aldığı eğitimden dolayı ev, oryantâlist söylemi doğrular gibi onun için artık bir hapis-hâne görünümündedir. Kamusal alanın aslında duvarları olmayan bir hapis-hâne olduğunu anlayabilmesi için daha bir miktar zamânın geçmesi gerekecektir.

 

Eğitimli yeni kuşaklar, anneleri gibi olmak istemiyor. Ama onları güçlü âile/akrabâ bağları içinde, rûh sağlığı yerinde insanlar olarak yetiştirenlerin, evi kendisine yurt edinen anneleri olduğunu nedense unutuyorlar”.

 

Bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Modern çağda kadınlar, gelenekleri terk etmeden zamâna ayak uydurmaya çalışan bireyler hâline dönüşüyor. Bir yandan geleneksel kalmaya çalışarak anne olan, evine bakan; bir yandan modern olmaya çabalayan, kariyer hedefleri olan kadınların yaşadığı bu çatışma âileler için zorlu bir gerilim hâline gelebiliyor. Mükemmel kariyer, mükemmel anne, mükemmel eş… Tüm bunlar kadınların kaldırabileceğinden çok daha fazla sorumluluk üstlenmesine bunun sonucunda da hem kendisini hem âile bireylerini mutsuz edecek tutumlar sergilemesine yol açıyor”.

 

Fakat buna rağmen kadınlar yine de işi bırakmayı ve çalışmamayı düşünmüyor. Zîrâ kapitâlist-modern hayat ve nefs onlara; ikinci bir ev, ikinci bir yazlık, sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, kolejde okuyan çocuk ve bolluk içinde bir yaşam arzulatıyor. Bundan vazgeçemeyerek doğala, normâle ve fıtratlarına aykırı davranan anneler, mecbûren kendilerine zulmediyorlar.

 

Çalışan anneler; ya ev-hanımlığını terk edecek ve genelde haklarını tam olarak vermedikleri “ücretli ev hanımı” tutarak çalışanına zulmedecek, yada çalıştığı işinden sonra bir de evinde “ev-hanımlığı işi”ni de yaparak kendine zulmedecektir. O hâlde -çok özel şartlar dışında- kadınların çalışması mutlakâ zulümle sonuçlanacaktır.

 

Annelerin çalışmak, babaların ise yoğun olarak çalışmak zorunda kaldığı kapitâlist-seküler düzenlerde artık âile çocuk terbiyecisi” olma rôlünü büyük ölçüde kaybetmiştir. Okulların ise çocukları yetiştiremediği bal gibi ortadadır.

 

Kadının çalışması gerçekten hem kadın için hem de insanlığın gelişmesi için çok önemliyse, o zaman zenginlerin, devlet başkanlarının ve devlet adamlarının eşleri niye çalışmıyorlar?. Diğer kadınlar gibi sabah altıda-yedide kalksınlar, işlerine gitsinler ve akşama kadar çalışsınlar. Kadınların çalışması bu kadar önemliyse bahsettiğimiz kişilerin eşleri niye çalışmıyor ki?. Dünyâ’yı yönetenlerin eşlerinin çalışması söz-konusu bile edilmiyor; çok zenginlerin eşleri çalışmıyor, orta-hâllilerin eşleri ise kıyak işler yapıyorlar. Olan  garibanların hanımlarına oluyor. Zîrâ onlar en düşük ve ezici işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar ve çalışmaya zorlanıyorlar. Demek ki “kadın çalışmalı, ayakları üzerinde durabilmelidir” denilen kadınlar, garibanların kadınlarıdır. Nerden baksanız tutarsızlık, nerden baksanız ahmakça, nerden baksanız zulüm.

 

Annelerin çalışması ve çalıştırılması, hiyerarşik bir zulüm sistemidir. Anneleri çalışmak zorunda bırakan ideolojiler, sistemler ve uygulamalar bu zulmü başlatmış, sonra da bu sistemlere uyan yada uymak zorunda kalan kadınlar da bu zulmü sürdürmüş ve sürdürmektedir.

 

Velhâsıl kelam; Kadının işyeri, evidir. İşyerini dışarıya taşımak, zulmü de mutlakâ yanında getirir. Zîrâ doğala, normâle ve fıtrata aykırı davranmak zulmü ateşlemek demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder