30 Haziran 2017 Cuma

Teorik Müslümanlık



“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

“Biz 10 âyeti alırdık, önce bu âyetlerin helâlini-haramını öğrenirdik, amel etmemiz gereken, uygulamamız gereken, pratik olarak hayâtımıza yön vermesi gereken ilke ve prensiplerini uygulardık, sonra diğer 10 âyete yada 5 âyete geçerdik”.

İşte sahabenin Kur’ân ile olan ilişkisi böyleydi. Amel etmediği âyeti “okudum” saymıyorlardı. Çünkü idrâk etmişlerdi ki, Kur’ân, “okunup durulsun” diye değil, “okunan âyetler hayatta bir karşılık bulsun, yâni amele-eyleme dökülsün” diye gönderilmişti. Öyle ya; Peygamberin görevi nedir ki?. Peygamber Kur’ân’ın teorik çalışmalarını mı yapmaya gelmiştir sâdece. Kendisine gelen vahyi insanlara okuyup açıklamak ve âyetlerin gereğini ilk önce kendisi yerine getirerek bir örneklik sergilemek için gönderilmiştir. Yâni Allah peygamberleri, vahyin hayâta nasıl yansıtılacağının ve hayatta nasıl hâkim olacağının örneğini göstermek için göndermiştir. Yoksa Kur’ân’ı iki kapağı arasında bir yere bir şekilde indirmesini de bilirdi.

 Şeklen yapılan ibâdetler amele-eyleme dönmediğinde ibâdet değil “nüsuk”tur. Nüsukların ibâdet olması için “gereğinin yapılması” gerekir. Nüsuklar, gereği yapılınca ibâdetleşir. Yoksa gereği yapılmayan nüsuklar gafletin-yanılgının göstergesidirler: “İşte (şu) namaz kılanların vay hâline, ki onlar namazlarında gâfildirler-yanılgıdadırlar. Gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’ engellemektedirler” (Mâûn 4-7).

İslâm sâdece anlatılmaz, yaşanır. Aslında yaşanarak anlatılır en iyi şekilde. Buna göre, din; oturulup durulan yerde hakkıyla hem anlaşılamaz-idrâk edilemez, hem de hakkıyla anlatılamaz. Çünkü ilk başta okuyarak dinleyerek bilgi edinilse de, İslâm salt bir felsefî sistem olmadığı ve bir hayat-dîni olduğundan, onu en iyi şekilde hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlindeyken idrâk edebilir, tebliğ yapabilir ve amel-eylem ile örneklik sergileyebilirsiniz. Hem zâten bu din sâdece okuma-yazma bilenlere, üstün zekâlılara, dâhilere ve “cins kafalılar”a gelmemiştir ki. Okuma-yazma bile bilmeyen, aklı fazla almayan kişilere de gelmiştir ve bu kişiler Kur’ân’ı okumaktan-dinlemekten daha çok, amel ve eylemlerle idrâk ederler ve tatmin olurlar. Zâten Peygamberimiz de, Kur’ân’ın âyet-âyet, kelime-kelime bir tefsirini yapmamış, onu “sünnet” dediğimiz amel-eylem şeklinde “güzel bir örneklik” sergileyerek ortaya koymuştur ve bu örneklik toplumun -kâfirler dâhil- tüm kesimleri tarafından hemen idrâk edilmiştir. Ortada gizli-kapalı bir şey kalmamıştır ve Peygamberimizin “vedâ hutbesi”nde “tebliğimi en iyi şekilde yaptım mı?” sorusuna tüm cemaat hep bir ağızdan “evet” cevâbını vermiştir. Demek ki tebliğin en iyi şekilde yapılması, işin ilmî yönünden daha çok, amel-eylem yönü ile ilgilidir.

Kur’ân’ı, tam da modern lâik-seküler-kapitâlist-liberâl sistemin ve tâğutların istediği gibi, sâdece teorik çalışmaların konusu hâline getirmek, Kur’ân’a yapılacak en büyük zulümdür. Kur’ân hayâta hâkim olmak isterken, onu teorik çalışmaların nesnesi hâline getirmek müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedenidir. Sürekli masa-başında okuma-anlama (“okuduktan sonra anlama” ne demekse), Kur’ân’ın canını çıkarırcasına didiklemekle yaptıkları iş, Nasreddin Hoca’nın; “Koyunların yünleri çalılara takılacak, sonra onları toplayıp ip yapacağım, sonra da bu iplerden ördüğüm kumaşları pazarda satıp sana borcumu ödeyeceğim” demesine benziyor. Bu hiç-bir zaman gerçekleşmeyecek olan bir hayâldir.

Bilgi biriktirmek de bir hastalıktır (dispozofobi). İsterse bu bilgi Kur’ânî bilgi olsun. Niçin o kadar çok bilgi biriktiriliyor?. Ortalık her alandan toplanmış bilgi-çöplüğüne dönmüş durumda. Müslümanlar da buna, dînî bilgiyle katkı yapıyorlar. Ne yapacaksınız ki biriktirdiğiniz o bilgileri?. Nerede kullanacaksınız?. Bilgi hayâta yansıtılmadıkça beş para etmez. O hâlde bilginin infâkı, hem onu birileri ile paylaşmak, hem de hayatta görünür kılmaktır. Biriktirilmiş bilgi bir işe yaramaz-yaramıyor. Eyleme geçmedikten sonra bilgi bir işe yaramaz. Eyleme geçmemiş bilgi ha bi eğlencedir. Oyun ve oyalanmacadır. Ey sürekli bilgi biriktirenler!; Yapılan onca birikimin amacı hedefi ne?. Ne için bu çabalar, koşuşturmacalar?. Amacınız ne?. Bir hedefiniz var mı?. Sonunda ne yapacaksınız?. Ulaştığınız ve biriktirdiğiniz bilgileri, yazdığınız kitapları, kaydettiğiniz konferansları-konuşmaları-dersleri vs. nerede kullanacaksınız?. Bunları yazmış-konuşmuş-söylemiş olmak Allah’ın ve Kur’ân’ın bir emri ve Peygamberin örnekliği (sünnet) midir?. Bilgi biriktirme anlamındaki çalışmalarınız dünyâ-çapında bir yaraya merhem oldu mu-oluyor mu?. Pratik anlamda, ıslah anlamında bir sonuca ulaşılmış mıdır?. Meselâ Kur’ân’ı komple tefsir ederek, bu tefsiri haftalık dersler şeklinde bir-kaç senede bitirdikten sonra ne yaptınız?. Tekrar başa dönüp tekrar tefsir etmeye neden başladınız?. İlk tefsirde anlayamadınız mı?. “Kur’ân’ı yeniden okumak” mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?. Müslümanların ve Dünyâ’nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ’nın “Kur’ân’ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan sürekli okunma” kitabı değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur. Kur’ân bilgisini biriktirmek de bir çeşit biriktirmedir. Onu ancak hayatta görünür kılmakla bu birikim bir işe yarayabilir. Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm’i düşünce, biriktirilen bir düşünce değildir” der.

Mehmet Âkif Ersoy:

“Hayâta geçirmek var ya?. İşte bütün mesele orada” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.

Yapılan şey sürekli “geviş getirmek”tir. Fakat unutulmasın ki geviş getirip durmak “evcil hayvanlara” mahsustur. İnsan ise, Kur’ân’ı okuyup zikretmekle ve zikrin gereğini yerine getirmekle mükelleftir.  

Şu âyet de açıkça, bilmenin zihin ile değil kâlp ile olacağını ve ancak hareket hâlinde iken kâlbin bu bilmeyi gerçekleştirebileceğini söyler:

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac 46).

İnsan bildiği ile amel edince bilmediğini de öğrenir. İnsan oturup durduğu yerde yaptığı ilmî çalışmalarla dikey bir ilerleme sağlayamaz, yatay seyirler izleyebilir sâdece. Peygamberimiz: “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir” der (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14).  

Kur’ân tâbir-i câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü eyleme/harekete dönmüyor. Kamusal alanda, sosyâl hayatta kendini göstermiyor. Kur’ân profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaşma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama değişen bir şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyor. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyor. Bu süreç değişmediği için artık müslümanların “ışığı” sönmeye başladı. Artık “âlim” denilen kişiler bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlar. Zîrâ İslâm ve Kur’ân sâdece zihinlerinde duruyor, kâlplerinde değil. Zâten kâlplerinde olmadığı için amelde ve eylemde yâni hayatta gözükmüyor. Tüm bu teorik etkinliklerin, başta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmuyor. Şeytan “sağdan” yaklaşıyor ve müslümanları yine Allah ile aldatıyor.

Sürekli teorik çalışmalar yaparak ve İslâm’ı hayatta görünür kılmayı zinhar düşünmeyerek sûreleri, âyetleri, kelimeleri hattâ harfleri didik-didik ederek onlarda olmayan anlamları bulmaya çalışmak, bunun için arap grameri uzmanı, Dünyâ dilleri üstâdı, arapça dil-dâhisi olmak için çabalamak dînin emri değildir. Kur’ân bizden böyle bir çaba ve çalışma beklemez. Zâten böyle bir çaba dînî de değildir. Böyle bir çalışma içine girmek için müslüman/mü’min olmak hattâ inançlı olmak bile gerekmez. Pekâlâ bunu meraklı olan bir araştırmacı, oryantalistler, İslâm’ı yıkma peşinde olan din-düşmanları bile yapabilir. Yâni böyle bir çaba göstermek ve çalışma yapmak için dînî bir inanca bile sâhip olmaya gerek yoktur. Îmâna gerek yoktur. En nihâyetinde bu, filozofik, etimolojik, akademik bir çalışmanın konusudur. Teoriğin konusudur. Meselâ Toshihiko Izutsu bir semantikçidir ama müslüman değildir. Sâdece dil-bilimcidir. Gerçi Kur’ân’ın rûhunu kavrayamayanlar onun semantiğini de tam olarak idrâk edemezler. Allah’ın/Peygamberin/Kur’ân’ın hedefi için bu tarz çalışmalara gerek yoktur. İş o raddeye geldi ki; okumalar artık Kur’ân okuması değil, mushaf tekrârı, metin tilâvetidir. “Tersinden hatim”ler yapılıyor. Yâni kızdığımız birileri Kur’ân’ın orijinal metni olan arapçadan Kur’ân hatimleri yaparken, diğerlerimiz de “etimolojik hatimler” yapıyoruz. Ortalıkta ifrat ve tefrit hatimleri cirit atıyor ama hayatta gözüken bir iş yok. Bu tarz çalışmalar farkında olmadan (yada olarak) “dîne karşı din” çalışmasının bir ayağı oluyor.

Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştır bu hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştır-yapılmaktadır. Kur’ân ısrarla hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı dernekleri-vakıfları-zâviyeleri gösteriyor. Teorik çalışmaları gösteriyorlar.

Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir. Teorik yönü zâten 1.400 yıldır tartışılıyor. Tartışılıp durulan konuların içinden çıkılamıyor ve de bu çelişki de zamanla artmakta. Bunun tek ve kesin çözümü, onu hayâta taşıyarak yâni “yaşayarak bilmek”ten geçer. Yahudiler gibi, kitabın ana-temasını unutup lüzumsuz ayrıntılara dalmamak gerekir. Proudfoot:

“Dînî tecrübe alanı teorik olarak anlaşılması mümkün olmayan ve ancak yaşayarak anlaşılabilecek bir alandır” der.

Kur’ân’ın müthiş bir potansiyeli ve plânı vardır. Öyle ki bu potansiyel ve plân, Dünyâ’yı tümden değiştirebilecek güçte olan bir “eylem” içerir. İşte İslâm, medeniyetini bu eylem ile yer-yüzünde hâkim kılabilir. Devrime dönüşebilecek bu eylemin kaynağı Kur’ân’dır. Bu eylemi Kur’ân potansiyel ve plân olarak içinde taşır ve Allah’ın asıl isteği bu eylemin dışarı çıkarak ve hayatta hâkim edilerek İslâm medeniyetinin oluşturulmasıdır. Çünkü adâlet ancak tevhidle yâni İslâm medeniyeti ile sağlanabilir ve mazlûmiyet de ancak bu medeniyet ile son bulabilir. İşte bu nedenle biz diyoruz ki (Allah-u âlem), Kur’ân’da potansiyel olarak bulunan bu eylem, eğer hayat bulursa ve medeniyete dönerse Kur’ân’ın teorik kısmından üstün olur. Dolayısı ile Kur’ân’daki eylem, Kur’ân’daki sözden üstündür. Çünkü amel ve eylem, Kur’ân’ın “demek istediği”dir. Yazılı-sözlü tarafı ise “dediği”dir. “Demek istenilen”, “denilenin amacı” olduğu için “denilen”den üstündür. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder