“Mü’minlerden,
özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri
oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir;
ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün
kılmıştır” (Nîsâ 95).
“Biz 10 âyeti alırdık, önce bu âyetlerin helâlini-haramını
öğrenirdik, amel etmemiz gereken, uygulamamız gereken, pratik olarak hayâtımıza
yön vermesi gereken ilke ve prensiplerini uygulardık, sonra diğer 10 âyete yada
5 âyete geçerdik”.
İşte sahabenin Kur’ân ile olan ilişkisi böyleydi.
Amel etmediği âyeti “okudum” saymıyorlardı. Çünkü idrâk etmişlerdi ki, Kur’ân, “okunup
durulsun” diye değil, “okunan âyetler hayatta bir karşılık bulsun, yâni
amele-eyleme dökülsün” diye gönderilmişti. Öyle ya; Peygamberin görevi nedir
ki?. Peygamber Kur’ân’ın teorik çalışmalarını mı yapmaya gelmiştir sâdece.
Kendisine gelen vahyi insanlara okuyup açıklamak ve âyetlerin gereğini ilk önce
kendisi yerine getirerek bir örneklik sergilemek için gönderilmiştir. Yâni
Allah peygamberleri, vahyin hayâta nasıl yansıtılacağının ve hayatta nasıl
hâkim olacağının örneğini göstermek için göndermiştir. Yoksa Kur’ân’ı iki kapağı
arasında bir yere bir şekilde indirmesini de bilirdi.
Şeklen yapılan
ibâdetler amele-eyleme dönmediğinde ibâdet değil “nüsuk”tur. Nüsukların ibâdet
olması için “gereğinin yapılması” gerekir. Nüsuklar, gereği yapılınca
ibâdetleşir. Yoksa gereği yapılmayan nüsuklar gafletin-yanılgının
göstergesidirler: “İşte (şu) namaz
kılanların vay hâline, ki onlar namazlarında gâfildirler-yanılgıdadırlar.
Gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’
engellemektedirler” (Mâûn 4-7).
İslâm sâdece anlatılmaz, yaşanır. Aslında
yaşanarak anlatılır en iyi şekilde. Buna göre, din; oturulup durulan yerde
hakkıyla hem anlaşılamaz-idrâk edilemez, hem de hakkıyla anlatılamaz. Çünkü ilk
başta okuyarak dinleyerek bilgi edinilse de, İslâm salt bir felsefî sistem
olmadığı ve bir hayat-dîni olduğundan, onu en iyi şekilde hayâtın tam ortasında
amel-eylem hâlindeyken idrâk edebilir, tebliğ yapabilir ve amel-eylem ile örneklik
sergileyebilirsiniz. Hem zâten bu din sâdece okuma-yazma bilenlere, üstün
zekâlılara, dâhilere ve “cins kafalılar”a gelmemiştir ki. Okuma-yazma bile bilmeyen,
aklı fazla almayan kişilere de gelmiştir ve bu kişiler Kur’ân’ı okumaktan-dinlemekten
daha çok, amel ve eylemlerle idrâk ederler ve tatmin olurlar. Zâten
Peygamberimiz de, Kur’ân’ın âyet-âyet, kelime-kelime bir tefsirini yapmamış,
onu “sünnet” dediğimiz amel-eylem şeklinde “güzel bir örneklik” sergileyerek
ortaya koymuştur ve bu örneklik toplumun -kâfirler dâhil- tüm kesimleri
tarafından hemen idrâk edilmiştir. Ortada gizli-kapalı bir şey kalmamıştır ve Peygamberimizin
“vedâ hutbesi”nde “tebliğimi en iyi şekilde yaptım mı?” sorusuna tüm cemaat hep
bir ağızdan “evet” cevâbını vermiştir. Demek ki tebliğin en iyi şekilde
yapılması, işin ilmî yönünden daha çok, amel-eylem yönü ile ilgilidir.
Kur’ân’ı, tam da modern
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl sistemin ve tâğutların istediği gibi, sâdece
teorik çalışmaların konusu hâline getirmek, Kur’ân’a yapılacak en büyük
zulümdür. Kur’ân hayâta hâkim olmak isterken, onu teorik çalışmaların nesnesi
hâline getirmek müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedenidir. Sürekli
masa-başında okuma-anlama (“okuduktan sonra anlama” ne demekse), Kur’ân’ın
canını çıkarırcasına didiklemekle yaptıkları iş, Nasreddin Hoca’nın;
“Koyunların yünleri çalılara takılacak, sonra onları toplayıp ip yapacağım,
sonra da bu iplerden ördüğüm kumaşları pazarda satıp sana borcumu ödeyeceğim”
demesine benziyor. Bu hiç-bir zaman gerçekleşmeyecek olan bir hayâldir.
Bilgi biriktirmek de bir hastalıktır (dispozofobi).
İsterse bu bilgi Kur’ânî bilgi olsun. Niçin o kadar çok bilgi biriktiriliyor?.
Ortalık her alandan toplanmış bilgi-çöplüğüne dönmüş durumda. Müslümanlar da
buna, dînî bilgiyle katkı yapıyorlar. Ne yapacaksınız ki biriktirdiğiniz o
bilgileri?. Nerede kullanacaksınız?. Bilgi hayâta yansıtılmadıkça beş para
etmez. O hâlde bilginin infâkı, hem onu birileri ile paylaşmak, hem de hayatta
görünür kılmaktır. Biriktirilmiş bilgi bir işe yaramaz-yaramıyor. Eyleme
geçmedikten sonra bilgi bir işe yaramaz. Eyleme geçmemiş bilgi ha bi
eğlencedir. Oyun ve oyalanmacadır. Ey sürekli bilgi biriktirenler!; Yapılan
onca birikimin amacı hedefi ne?. Ne için bu çabalar, koşuşturmacalar?. Amacınız
ne?. Bir hedefiniz var mı?. Sonunda ne yapacaksınız?. Ulaştığınız ve
biriktirdiğiniz bilgileri, yazdığınız kitapları, kaydettiğiniz
konferansları-konuşmaları-dersleri vs. nerede kullanacaksınız?. Bunları
yazmış-konuşmuş-söylemiş olmak Allah’ın ve Kur’ân’ın bir emri ve Peygamberin
örnekliği (sünnet) midir?. Bilgi biriktirme anlamındaki çalışmalarınız
dünyâ-çapında bir yaraya merhem oldu mu-oluyor mu?. Pratik anlamda, ıslah
anlamında bir sonuca ulaşılmış mıdır?. Meselâ Kur’ân’ı komple tefsir ederek, bu
tefsiri haftalık dersler şeklinde bir-kaç senede bitirdikten sonra ne yaptınız?.
Tekrar başa dönüp tekrar tefsir etmeye neden başladınız?. İlk tefsirde
anlayamadınız mı?. “Kur’ân’ı yeniden okumak” mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?.
Ne değişecek?. Müslümanların ve Dünyâ’nın böyle bir beklentisi yok.
Müslümanların ve Dünyâ’nın “Kur’ân’ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve
beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan sürekli okunma” kitabı değildir.
Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur. Kur’ân
bilgisini biriktirmek de bir çeşit biriktirmedir. Onu ancak hayatta görünür
kılmakla bu birikim bir işe yarayabilir. Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’i düşünce, biriktirilen bir düşünce değildir” der.
Mehmet Âkif Ersoy:
“Hayâta geçirmek var ya?. İşte bütün mesele orada” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.
Yapılan şey sürekli “geviş getirmek”tir. Fakat
unutulmasın ki geviş getirip durmak “evcil hayvanlara” mahsustur. İnsan ise,
Kur’ân’ı okuyup zikretmekle ve zikrin gereğini yerine getirmekle mükelleftir.
Şu âyet de açıkça, bilmenin zihin ile değil kâlp ile
olacağını ve ancak hareket hâlinde iken kâlbin bu bilmeyi
gerçekleştirebileceğini söyler:
“Yeryüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri
ve işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak
sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac
46).
İnsan bildiği ile amel edince bilmediğini de öğrenir.
İnsan oturup durduğu yerde yaptığı ilmî çalışmalarla dikey bir ilerleme sağlayamaz,
yatay seyirler izleyebilir sâdece. Peygamberimiz: “Bildiği ile amel edene
Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir” der (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten,
nak. İbni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14).
Kur’ân tâbir-i câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü
eyleme/harekete dönmüyor. Kamusal alanda, sosyâl hayatta kendini göstermiyor. Kur’ân
profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaşma “pik”
yaparak en üst dereceye yükseliyor ama değişen bir şey olmuyor, mazlûmiyet
bitmiyor. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyor. Bu süreç değişmediği
için artık müslümanların “ışığı” sönmeye başladı. Artık “âlim” denilen kişiler
bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın
düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlar. Zîrâ İslâm ve Kur’ân sâdece
zihinlerinde duruyor, kâlplerinde değil. Zâten kâlplerinde olmadığı için amelde
ve eylemde yâni hayatta gözükmüyor. Tüm bu teorik etkinliklerin, başta
mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmuyor. Şeytan “sağdan”
yaklaşıyor ve müslümanları yine Allah ile aldatıyor.
Sürekli teorik çalışmalar yaparak ve İslâm’ı hayatta
görünür kılmayı zinhar düşünmeyerek sûreleri, âyetleri, kelimeleri hattâ
harfleri didik-didik ederek onlarda olmayan anlamları bulmaya çalışmak, bunun
için arap grameri uzmanı, Dünyâ dilleri üstâdı, arapça dil-dâhisi olmak için
çabalamak dînin emri değildir. Kur’ân bizden böyle bir çaba ve çalışma
beklemez. Zâten böyle bir çaba dînî de değildir. Böyle bir çalışma içine girmek
için müslüman/mü’min olmak hattâ inançlı olmak bile gerekmez. Pekâlâ bunu
meraklı olan bir araştırmacı, oryantalistler, İslâm’ı yıkma peşinde olan
din-düşmanları bile yapabilir. Yâni böyle bir çaba göstermek ve çalışma yapmak
için dînî bir inanca bile sâhip olmaya gerek yoktur. Îmâna gerek yoktur. En
nihâyetinde bu, filozofik, etimolojik, akademik bir çalışmanın konusudur. Teoriğin
konusudur. Meselâ Toshihiko Izutsu bir
semantikçidir ama müslüman değildir. Sâdece dil-bilimcidir. Gerçi Kur’ân’ın rûhunu
kavrayamayanlar onun semantiğini de tam olarak idrâk edemezler. Allah’ın/Peygamberin/Kur’ân’ın
hedefi için bu tarz çalışmalara gerek yoktur. İş o raddeye geldi ki; okumalar
artık Kur’ân okuması değil, mushaf tekrârı, metin tilâvetidir. “Tersinden hatim”ler
yapılıyor. Yâni kızdığımız birileri Kur’ân’ın orijinal metni olan arapçadan Kur’ân
hatimleri yaparken, diğerlerimiz de “etimolojik hatimler” yapıyoruz. Ortalıkta
ifrat ve tefrit hatimleri cirit atıyor ama hayatta gözüken bir iş yok. Bu tarz çalışmalar
farkında olmadan (yada olarak) “dîne karşı din” çalışmasının bir ayağı oluyor.
Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan
kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın
tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştır bu hayattan
koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştır-yapılmaktadır. Kur’ân ısrarla
hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı
dernekleri-vakıfları-zâviyeleri gösteriyor. Teorik çalışmaları gösteriyorlar.
Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir. Teorik
yönü zâten 1.400 yıldır tartışılıyor. Tartışılıp durulan konuların içinden
çıkılamıyor ve de bu çelişki de zamanla artmakta. Bunun tek ve kesin çözümü,
onu hayâta taşıyarak yâni “yaşayarak bilmek”ten geçer. Yahudiler gibi, kitabın
ana-temasını unutup lüzumsuz ayrıntılara dalmamak gerekir. Proudfoot:
“Dînî tecrübe alanı teorik olarak
anlaşılması mümkün olmayan ve ancak yaşayarak anlaşılabilecek bir alandır” der.
Kur’ân’ın müthiş bir potansiyeli ve plânı vardır.
Öyle ki bu potansiyel ve plân, Dünyâ’yı tümden değiştirebilecek güçte olan bir “eylem”
içerir. İşte İslâm, medeniyetini bu eylem ile yer-yüzünde hâkim kılabilir.
Devrime dönüşebilecek bu eylemin kaynağı Kur’ân’dır. Bu eylemi Kur’ân
potansiyel ve plân olarak içinde taşır ve Allah’ın asıl isteği bu eylemin
dışarı çıkarak ve hayatta hâkim edilerek İslâm medeniyetinin oluşturulmasıdır.
Çünkü adâlet ancak tevhidle yâni İslâm medeniyeti ile sağlanabilir ve
mazlûmiyet de ancak bu medeniyet ile son bulabilir. İşte bu nedenle biz diyoruz
ki (Allah-u âlem), Kur’ân’da potansiyel olarak bulunan bu eylem, eğer hayat
bulursa ve medeniyete dönerse Kur’ân’ın teorik kısmından üstün olur. Dolayısı
ile Kur’ân’daki eylem, Kur’ân’daki sözden üstündür. Çünkü amel ve eylem, Kur’ân’ın
“demek istediği”dir. Yazılı-sözlü tarafı ise “dediği”dir. “Demek istenilen”, “denilenin
amacı” olduğu için “denilen”den üstündür.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder