“..Yoksa
siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Müslümanlar son 30-40 yıldır Kur’ân’a aşırı yönelerek
onu çok fazla okumaya başladılar ve Kur’ân konusunda bir-çok çalışmalar da yapmaktadırlar.
Fakat sorun şu ki, iş, amel etmeye gelince Kur’ân ile değil, modern
telâkkilere, ideolojilere ve öne çıkan dînî-siyâsi lîderlere göre
amelde-eylemde bulunuyorlar. Bu nedenle Kur’ân’ın bir-çok âyetini göz-ardı
edebiliyorlar. Modernizme, demokrasiye, lâikliğe vs. câri olan insan ürünü
ideolojilere aykırılığı çok açık olan âyetlerden bahsedenleri çok da göremiyoruz.
Hele ki bu âyetlerden bahsedenlerin ulusal kanallara çıkması sanki yasaklanmış.
Diyânet İşleri Başkanlığı bu âyetlerin zinhar sözünü etmiyor, daha doğrusu
edemiyor. Böyle olunca da mecbûren Kur’ân’ın bu göz-ardı edilen âyetleri çok
aşırı bir şekilde yoruma-te’vile-tefsire tâbi tutuluyor. Göz-ardı edilen
âyetler, anlamından saptırılana kadar yorumlanıyor, te’vil-tefsir ediliyor. Fakat
göz-ardı edilen yada edilmek istenen âyetler o kadar çok ve apaçık ki, bu âyetleri
gerçek anlamından koparmak için yapılan bu yorumların sonucunda âyet, “o âyet”
olmaktan çıkıyor ve söylediğinden çok farklı anlamlara getiriliyor.
Kur’ân-merkezli çalışanların, ellerinde Kur’ân var.
Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân okuyucuları/halkaları/meclisleri vs. olarak
kabûl ediyorlar. Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş. Bu nedenle
de eylemlerini Kur’ân-merkezli yapmıyorlar-yapamıyorlar. Bu yüzden de bâzı
âyetleri mecbûren göz-ardı etmek zorunda kalıyorlar. Böyle olunca da söylemleri
ile eylemleri bir-birini tutmuyor. Netîcede hayâtı “Allah adına” okumamış
oluyorlar. “Başkaları adına” okumuş oluyorlar. Tabî ki bu tutumdan dolayı birileri
“ödüllerini” fazlasıyla alıyor. Peki neden böyle yapıyorlar?: “Bu durumun sebebi şudur: Onlar îman
ettiler, sonra küfre saptılar da kâlpleri üzerine mühür basıldı. Artık onlar
incelikleri kavrayamazlar” (Münâfikûn 3).
Müslümanların, Kur’ân’ın bütünlüğünden habersiz olma
ve bütünlüğüne îman etme(me) sorunu var. Cımbızladıkları âyetleri çok fazla öne
çıkarıyorlar ve o göz-ardı edilen âyetlerden bahsedildiğinde; “onun demek
istediği öyle değil”, “tefsire bakmak lâzım” vs. gibi laflar ediyorlar. Bir
tanıdığım, Kur’ân’ı kabûl ettiğini söylediği hâlde, göz-ardı edilen âyetler içinde
hoşuna gitmeyen bir âyetten bahsettiğimde, “ben bu âyeti kabûl etmiyorum”
diyebilmişti.
Bâzı âyetlerden özellikle bahsetmemek de “âyetleri
göz-ardı etmek” anlamına gelir. Sözün ortasında tam o çok göz-ardı edilen
âyetin söylenme zamânı geliyor ama bir türlü söylenmiyor. Neden?. Çünkü lâikliğe,
sekülerizme, kapitâlizme, liberâlizme, konformizme, demokrasiye ters. Çıkara
ters. Hâlbuki bu tutum çok çirkin bir davranıştır ve baştaki âyetin dediği gibi
bu tür davranışın cezâsı Dünyâ’da rezillik iken, âhirette de acı bir azaptır. Üstelik
Allah, kitabın bir kısmını göz-ardı edip saklayanları adam yerine bile
koymuyor, onlarla konuşulmayacağını söylüyor:
“Allah’ın
indirdiği Kitaptan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir
şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir.
Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir
azap vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı
satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!” (Bakara 174-175).
Göz-ardı edilen âyetler, en başta “hüküm verme” ile
ilgili olan âyetlerdir ve en çok da hüküm ile ilgili olan âyetler göz-ardı
edilmektedir. Hükmün sâdece Allah’a âit olduğu ile ilgili Kur’ân’da yüzlerce
âyet vardır ve zâten Kur’ân, “hükmü sâdece Allah’a has kılmak için” gönderilmiş
bir kitaptır. Şu âyetler bunun apaçık göstergesidirler:
“Size kitabı açıklanmış
olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka hükmedici mi arayacak mışım?” (En-âm 114).
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
“Allah ve
Resûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o
işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân
ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
“Hüküm
vermek yalnızca Allah’a âittir”
(Yûsuf 40).
“İyi
biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).
“Yalnız
Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru
olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız
her-şeye gücü yeten Allah’ındır”
(Mü’min 12).
Yine; “savaş” ile ilgili âyetler göz-ardı
edilmektedir ve sanki İslâm’da savaş sâdece savunma-savaşıymış gibi
gösterilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki 1.000 km. ötede “savunma-savaşı” olmaz. Hem,
ilimlerinden şüpheye düşmediğimiz Hz. Ali ve Hz. Âişe arasında, İslâm’da
savaşın sâdece savunma-savaşı olduğunu hangisi anlayamamıştır da Cemel
Savaşı’nda birbirleriyle savaşmışlar ve bir-çok sahabe hayâtını kaybetmiştir?.
Müslümanlar; Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat
sürecinden sonra; Dünyâ’da ise 2. dünyâ savaşından; özellikle “Soğuk Savaş”ın
bitiminden ve 11 Eylül olayından sonra liberâl, demokratik, kapitâlist,
konformist, ılımlı, hoşgörülü, muhâfazakâr, “dindar” vs. gibi tâğutlar
tarafından oluşturulan ve yürürlüğe konulan kavramların etkisiyle,
sosyâl-siyâsal İslâm’dan vaz-geçtiler ve bunun netîcesinde de Kur’ân’da geçen
savaş-âyetlerini bu kavramların doğrultusunda tam da tâğutların istediği
şekilde meâllendirip tefsir etmeye başladılar. Artık medyanın ve diğer küresel
baskıların ve ondan doğan korkuların (haşyet-vâri korkular) da etkisiyle
müslümanlar (mü’minler değil), “savaş” denildiğinde sâdece “savunma-savaşı”nı
anlamaya ve konuşmaya yöneldiler ve Kur’ân’da/İslâm’da geçen
savaş-kavramlarının tamâmının sâdece savunma-savaşından bahsettiğini yoğun ve
mükerrer bir dille söylemeye başladılar.
Hâlbuki Kur’ân’a ve onun fiîliyata dönük yüzü olan
Peygamberimizin uygulamalarına baktığımızda durumun hiç de öyle olmadığını
görüyoruz ve anlıyoruz. Evet, Kur’ân’da ve Sünnette “savunma-savaşı” vardır
fakat İslâm’da savaş “sâdece savunma-savaşı”ndan ibâret değildir. Zâten,
“savunma-savaşı” tâbiri biraz abes bir tâbirdir. Kendilerine savaş açan ve
saldıran bir topluluğa karşı diğer toplumun da savaşmaması yada kendisini
savunmaması, patolojik bir vâkıa değilse eğer, a-normâl bir durum olur. Kur’ân;
“kendinizi savunun”, “size savaş açanlarla siz de savaşın” gibi âyetleri “iki
seçenekten birini (savaşma yada savaşmama) tercih edin” anlamında değil, “izin”
ve “teşvik” anlamında söyler.
Kur’ân’da hem savunma-savaşı, hem de saldırı-savaşı
vardır. Savaşın her türlüsü vardır ve âyetler bunu ortaya koyar:
“Savaş,
hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için
bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).
“Öyleyse
kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan
korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).
“Size ne
oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda
savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu
memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder!” diye yalvarıp
duruyorlar” (Nîsâ 75).
“İslâm’da savaş savunma savaşıdır” sözüne göre,
“Peygamberimiz yaptığı 65 savaşın tamâmını Medîne’de yapmıştır” demek gibi bir
safdillikle karşı-karşıya kalırız. Peygamberimiz “savaşçı” bir peygamberdir.
Bir elinde Kur’ân, diğer elinde kılıç/demir vardır ki “mîzan/düzen” ancak
bunlarla birlikte sağlanabilir. Peygamberimizin ismi ile anılan sûre olan
Muhammed Sûresi de savaş sûresidir, zâten bir adı da “kıtâl sûresi”dir bu
sûrenin.
Yine; çok göz-ardı edilen âyetler, servet ve servetin
paylaşımı ile ilgili olan âyetlerdir. Kapitâlizmin dinleştiği bu zamanda
müslümanlar da servetler edinmeye başladılar yada servet edinme hayâline
kapılıyorlar ve paylaşmak, infâk gibi hasletler unutulmaya yüz tutmuş yada
ucundan-kıyısından yapılmakta.
İnfâk, “azîmetli amel” anlamında yapılandır. İnfâk,
bedelle alâkalıdır. Zorlayıcı bir etkiye sâhiptir. Kişi infâk ettikten sonra
mâli olarak biraz zorlanmalıdır. İnfâk, biraz acıtacak derecede olmalıdır. İşte
bu seviyede yapılan infâk Dünyâ’da aç-susuz-çıplak bırakmaz. İslâm bir “infâk
dîni”dir.
“Malınızı-mülkünüzü heder edin” demez Kur’ân. Dengeli
bir harcamadan bahseder. Fakat bu, “kırkta bir”e denk gelmez. Sahabenin de
dediği gibi bu, zekat-ı bâhil=cimrinin zekatıdır. “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra
kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).
1/40 Kur’ân’dan çıkarılmış bir oran değildir. Mekke
müşrikleri de zâten aynı ölçüyü (1/40) kullanıyorlardı. Kur’ân’dan çıkan ölçü
nedir peki?. 1/12 bir Kur’ân ölçüsüdür. 12 ay da bir oruç tutarız meselâ. 12 ay
boyunca yerken, bir ay boyunca (1/12) yemeyiz. Bu bir ölçü/orandır. 12’de 1’ini
vermektir. 40’da 1’i falan geçin. Vermenin hesâbı yapılmaz.
“Ey
insanlar!: “Yoksa âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).
İslâm-dünyâ’sının hâli- pür melâlinin nedeni bu
konudur: İnfâk. Ümmetin âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır. Her
konuda ahlâklı olmayı, hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke
edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince “aslandan kaçan yaban eşekleri”ne
dönüyorlar. Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın sonu yoktur. Bu yola
müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek şeytan çarpmışa dönerler.
İslâm’ın servet hakkındaki hükmü “Kur’ân’ın Kur’ân’ı
tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir:
“Orada
(yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve
isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde
takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için
(bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece
Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin
altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler.
Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân
edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden
çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar.
Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir
azabı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah'ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet
günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı
Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Evet; en çok göz-ardı edilen âyetler, hüküm koyma,
savaş ve servet ile ilgili âyetlerdir. Kur’ân’daki göz-ardı edilenlerin
dışındaki âyetlerin sürekli gündem edilmesinden tabî ki hoşnutuz ama diğer âyetler
“mehcûr” kalıyor. İşin kötü yanı, göz-ardı edilen âyetlerin konuları, müslümanların
yerine getirmedikleri için perişanlığa mâruz kaldıkları âyetlerdir. Müslümanların
hâl-i pür melâlinin sebebi göz-ardı edilen âyetlerdir. Gelgelelim, müslümanlar
yine de modern-seküler sistemin çarkına çomak sokmayacak âyetleri öne
çıkarıyorlar ve bununla övünmekteler. Böyle yapmakla doğru bir davranışta
bulunduklarını zannediyorlar. Hâlbuki Allah bu konuda bizi ağır bir şekilde
uyarır:
“De ki:
Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber
vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken,
kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin
âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri
boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız” (Kehf 103-105).
Kur’ân’ın göz-ardı edilen âyetleri bizi “yerin en
düşük rakımı”na kadar indirdi. Rakımı yeniden yükseltmenin yolu, Kur’ân’ın
bütünlüğü bağlamında, göz-ardı edilen bu âyetleri yeniden diriltmekle
olacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder