“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin açıklayıcısı,
müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nahl 89).
Mukâbele: “Karşılıklı
yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma, câmide Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup halka dinletmek”.
Hatim: “Hitâma erdirmek, sonlandırmak,
son söz, nihâyet, bitirmek, mühür basmak”.
Peygamberler ve vahiy, cehâletin,
zulmün, acının ve feryatların ayyuka çıktığı zamanlarda Rahmân ve Rahîm olan
Allah tarafından bir aydınlanma, bilinçlenme, amelde-eylemde bulunma ve
cehâletten ve zulümden kurtuluş için gönderilmiştir. Vahiy gelmeden önce
toplumun en duyarlı insanları genel durumdan rahatsız olmalarına ve bu kötü durumu
düzeltmek gerektiğini idrâk etmelerine rağmen ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını
bilmemekteydiler. Peygamberimiz de çok rahatsız olduğu bu kötü durumdan
kurtulmanın çâresini sürekli düşünüyor ama ne yapacağını bilemiyordu,
bulamıyordu: “Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru
yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 7). Bu duyarlı insanlar durumları çok kötü
olan kişilere kendilerince bâzı maddî desteklerde bulunuyor olsalar da bu,
değerli fakat “geçici” bir iyilikti. “Kökten çözüm” için “başka bir şey”
gerekiyordu. İşte Allah, bu kökten çözümü Peygamberimize vahyederek göndermeye
başladı ve 23 yıl boyunca bu çözüm kılavuzu aşama-aşama bildirildi ve gereği
yapıldı. Vahiy, toplumun ve Dünyâ’nın genel kötü durumunu düzeltmek için “ne
yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğini gösteren bir kılavuzdur.
Peygamberlik de zâten bu kılavuzluğun pratik örnekliğidir.
Peki vahiy nedir ki de
toplumu değiştirmeye ve düzeltmeye başlar ve sonuçta bir devlet ve medeniyet
kurarak hayâta hâkim olur?. Vahiy, insanları cehâletten kurtaracak olan ve bilgi
ve bilinç kaynağıdır. Yâni vahiy bilgi ve bilinç içerir ve bu bilgilerin
toplamı Kur’ân’ı oluşturur. Bu bilgiler Allah kelâmı olduğu için içi boş sözler
değildir ve tüm zamanlarda insanları aydınlatacak bilgi ve bilinci içerir. Zâten
kıssalar ve Peygamber örnekliği de apaçık ortadır. Tüm zamanların kitabıdır
Kur’ân. O hâlde ilk başta yapılması gereken şey, Kur’ân’ı açıp okumak ve ondaki
bilgiyi tanımak, onu idrâk etmek ve bilgimizi bilince dönüştürmektir. Bu bilinç
daha sonra amelde ve eylemde kendini gösterecek ve Allah’ın izni ile devlete ve
medeniyete dönerek yeryüzünde tüm zulümleri ve cehâleti kaldırarak insanlığı
aydınlatacaktır.
Peygamberimizle başlayan bu
aydınlanma süreci, haçlı-seferleri ve moğol işgâliyle sarsıntıya uğradıktan
sonra, Endülüs’ün yıkılmasıyla çatırdamış ve Rönesans ve Aydınlanma hareketi ile
dur(durul)muştur. O günden bêri de bir-kısım insanların gayretli çalışmaları hâriç,
yeniden aynı sürece girememektedir. Artık insanlar yanlış bir müslümanlık yoluna
düşmüştür. “Kur’ân’dan mushafa inmek” diyebileceğimiz, vahyi idrâk ederek
okumak ve bu okumayı sürekli yaparak bir bilinç kazanmak, sonra da bu bilinç
ile amelde ve eylemde bulunmak yolunun bırakılıp, vahyi sâdece orijinâl
dilinden seslendirmek, bunu dil kurallarına, tecvide, belâgata vs. en iyi uygun
şekilde “olabildiğince çok mukâbele yapmak ve hatim indirmek” yoluna
girmişlerdir. Yâni vahyi zihin ve yürekle değil de sâdece dil ve gırtlak ile
okumalar yapılmaya başlanmış ve “Kur’ân’ı okumak”tan bu anlaşılır olmuştur.
Oysa bu, Kur’ân okuma değil, mushaf tilâvetidir. Bu durum öyle bir noktaya gelmiştir
ki, artık dili arapça olanlar bile sâdece sese odaklanmış ve vahyi duysalar da
işitmemeye başlamışlardır. Yâni mesele aslında arapça bilmekle de alâkalı
değildir.
Müslümanların geneli hattâ
Kur’ân hâfızları da dâhil, Kur’ân’ın ne dediğinden habersizdir. Sanki Kur’ân herhangi
bir şey söylemiyormuş da sâdece seslerden ve notalardan ibaretmiş gibi
davranıyorlar Kur’ân’a. Kur’ân, hiç-bir söylemeyen, “do re mi fa” şeklinde
müzik notaları gibi seslerden oluşan bir kitap değildir. Bu bağlamda da
mushafın (Kur’ân değil) tilâvetini en çok, en güzel sesle, en iyi belâgatla ve
tecvid kuralları ile okumaktan başka bir şey yapmıyorlar. Dindarlığı bu
zannediyorlar. Bunu da doğru ve “iyi Müslümanlık” olarak biliyorlar. Tamam;
Kur’ân’ı en iyi sesle ve tecvid-tilâvet ile okuyalım, gönlümüze bir huzûr
versin. Fakat Kur’ân’ın bir de “söylediği bir şey” vardır ve zâten Kur’ân
seslendirilmek için değil de, bu söylenenleri idrâk edip ona göre hareket etmek
için gönderilmiştir. Çünkü Kur’ân, idrâk edip de ona göre hareket etmekten
vazgeçildiği anda, ümmet coğrafyası karanlığa da gömülmeye başlamıştır. Yine
aynen, tıpkı Mekke müşriklerinin zamânındaki gibi bir zulüm ve cehâlet
karanlığı zamânına dönülmüştür. Bu nedenle de Kur’ân’ı yeniden idrâk ve amel-merkezli
okumak gerekmektedir.
İş, “sâdece tilâvet”e
döndüğü zamanlarda sâdece Kur’ân tilâveti ve hatmi ile kalmamış ve Buhâri
tilâvetleri ve hatimleri de yapılmaya başlanmış, tıpkı Kur’ân hâfızları gibi “Buhâri
hâfızları” da çıkmıştır ortaya. Hem de bu hâfızlar övünç kaynağı olmuşlardır.
Tabi şimdi kimse takmıyor Buhâri hâfızlığını. Tüm târikatlâr ve cemaatler de kendi eserlerini, şiirlerini,
duâlarını vs. ezberleyip seslendirmekle-hatmetmekle yetinmişler, böylelikle
Kur’ân’ı mehcûr bırakmışlardır-bırakmaktadırlar. Mehcûr bırakmak, “Kur’ân
ellerde olmasına rağmen onu işlevsiz kılmak” demektir. Sonuçta Kur’ân, ortada
öylece garip kalmıştır. Elden Kur’ân’ı hiç bırakamamak ama içinde ne yazdığını
bilmemek, Allah’ın bizden ne istediğini düşünmemek nasıl bir cehâlettir?. Allah
bir şey diyor; bize 604 sayfalık, 114 sûre ve 6.400 âyetten oluşan bir Kitap
göndermesine rağmen, bunu hiç okuyup anlamadan seslendirmek yâni hatim etmek
nasıl bir cehâlettir?.
Fakat şunu da söyleyelim ki,
vahyi orijinâl dilinden sistemli bir şekilde okuyanlar da, (idrâk
edemediklerinden dolayı bir-çok yönden yanlış düşünce ve tavırlarda olsalar da),
genel hâllerinde bir düzelme olmaktadır. Yâni vahyin lafzı bile insanı
değiştirebiliyor. Fakat Kur’ân sâdece bu tarz okumalar için gönderilmemiştir.
Onun bir gönderiliş nedeni ve amacı vardır. Bu amaç, idrâk ederek okunduğunda
anlam kazanır.
Aslında tilâvet etmek bile
bir anlamayı gerektirir: (Âl-i İmran 93). Tilâvet, yaygın anlamında; “güzel
sesle Kur’ân okuma” olarak bilindiği için kullanıyoruz bu kelimeyi. O hâlde mukâbele ile yapılan şey, “Kur’ân’ın
kelimelerini seslendirmek”tir ki bu seslendirme arapça yapıldığından, seslerin
ne anlama geldiği bilinmeden yapılan bir seslendirme olur. Tabi böyle olunca
buna “okumak” denemez. Fakat arapça bilenler için Kur’ân’ı tilâvet etmek “okumak”
(kıraat) demek olacaktır.
Tevrat’ta da hemen her sene ve
belli zamanlarda Tevrat’ın okunması yâni “hatim edilmesi” emri vardır:
“Ve Mûsâ bu şeriatı yazdı ve
onu ahit sandığını taşıyan Levi-oğulları kahinlerine ve İsrâil’in bütün
ihtiyarlarına verdi ve onlara emredip dedi: Her yedi yılın sonunda, borçları
bağışlama yılında, Çardak Bayramı’nda bütün İsrâilliler Tanrınız Rabbin önünde
bulunmak üzere seçeceği yere geldiğinde bu şeriatı onlara okuyacaksınız.
Halkı-erkekleri, kadınları, çocukları ve kentlerinizde yaşayan
yabancıları-toplayın. Öyle ki herkes duyup öğrensin. Tanrınız Rabden korksun.
Bu yasanın bütün sözlerine uymaya dikkat etsin” (Tesniye 31/9-12).
Diyelim ki yaşadığınız
ülkenin Cumhurbaşkanı size arapça alfabeyle yazılmış bir mektup göndermiş
olsun. Zarfın üzerinde de, “bu mektup Cumhurbaşkanından … kişiye yazılıp
gönderilmiştir” yazsın. Ne yaparsınız?. Mektup arapça ya!. Arapça yazıyı
okumayı biliyorsanız onu arapça olarak anlamadan okuyup-okuyup hatim mi
edersiniz, yoksa hemen mektubu birine çevirtip çok dikkatli bir şekilde okumaya
mı başlarsınız?. Tabî ki de, belki masraf da ederek mektubu en kısa zamanda
kendi dilinize çevirttirerek dikkatli bir şekilde belki de defâlarca okursunuz
ve Cumhurbaşkanının size ne dediğini, sizden ne istediğini öğrenmeye anlamaya
çalışırsınız. Bunu yapmayacak bir insanın olacağını sanmıyorum. Peki ya âlemlerin
Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah, size yedi kat göklerden, hem de bir melek aracılığıyla,
ahlâk timsâli, El Emin (çok güvenilir) diye çağırılan birine, size okuması ve
iletmesi için gönderdiği mesajda, yâni Kur’ân’da ne var diye niçin merâk edip
de bakmıyorsunuz ve onu okumuyorsunuz?. Üstelik Kur’ân kendi dilinize bir-çok
kişi tarafından ayrı-ayrı çevrilmiş ve elinizin altında kolayca
ulaşabileceğiniz yerde olmasına rağmen, Allah’ın ne dediğine, sizden ne
istediğine bakmıyorsunuz ve bu mesajı iyice belleyip de idrâk etmiyor ve bir
bilince ulaşıp da ona göre amel ve eylemde bulunmuyorsunuz?. Bu Kur’ân “müslümanım”
diyen her bir insana gönderilmiştir. Bizzat size gönderilmiştir. Sana
gönderilmiştir. Allah göndermiştir yaa!. Daha ötesi var mı?. Allah size bir
mesaj göndermiş. Allah sana bir şey diyor. Ne dediği Kur’ân’ın iki kapağın
arasında. Açıp okuyuversen göreceksin. Senden ne istediğini bileceksin. Öyleyse
ne duruyorsun?.
Yok.. İlle de anlamdan sâdece
arapçasından okuyacak. Mukâbele yapıp hatmedecek ve nice sevaplar kazanıp
duracak. Hele bir Ramazan ayı gelsin, gör bak kaç mukâbele tâkip ediyor ve kaç
kere hatmediyor Kur’ân’ı. “Ramazan gelsin de sen müslümanlık gör” demeye
getiriyorlar. İyi de hatmedince yâni baştan sona okumayı bitirince ne olacak?.
Tekrar baştan. İyi de ne oluyor?. İçinde bir huzur oluyor. Biraz da, “bir kere
daha hatim yapmanın gurûru”. Peki müslümanların durumunda değişen bir şey oluyor
mu?. Meselâ sen mukâbele yaptıkça ve hatim ettikçe (pardon, hatim indirdikçe)
meselâ açlıktan-susuzluktan ölenlerin sayısında bir azalma oluyor mu?. Bu kadar
çok mukâbele yapılmasına, bu kadar çok hatim indirilmesine rağmen, bu
çalışmalar hiç-bir yaraya merhem olmadığı gibi, zulüm her geçen gün iktidârını
güçlendiriyor, özellikle de ümmet coğrafyasında. Zâten zâlimlerin de istediği,
Kur’ân’ın idrâk edilmemesi. İdrâk edilip da ona göre amele-eyleme geçilmemesi.
Yoksa 24 saat seslendirilmesinden rahatsız olmuyorlar. Ümmet perişân. Mukâbeleler
ve hatimler üzerine bombalar yağıyor. Çünkü Kur’ân Dünyâ’da en çok okunan ama
en az anlaşılan kitaptır ve her geçen gün bu anlamama daha artıyor. Cehâlet
artıyor ve ortalığı zifiri bir karanlık kaplıyor. Karanlıklar, bilinçli bir
“Lâilâheillallah” sözünü bekliyor.
Aynı şey; “gereği yerine
getirilmeyen meâl-tefsir okumaları” için de geçerlidir. Birileri de sürekli olarak
meâl-tefsir okumaları ve çalışmaları yapıyor fakat bu okumalar bir bilince dönmediği
için amele-eyleme de dönmüyor ve bu sefer de “anlayarak yapılan mukâbeleler ve
hatimler” devreye giriyor fakat yine değişen bir şey olmuyor. Kur’ân’ın kavramlarını
kelimelerini harflerini didik-didik ediyorlar ve en ince ayrıntısına kadar
inceliyorlar ve böylece Kur’ân’ı baştan sona okuyorlar. Bitince de yine baştan
başlıyorlar. İyi de değişen bir şey olmadı ki!. Onun bilgisini aldın ama
bilincini alamadın. Çünkü Kur’ân seni amele-eyleme sevk-etmedi. Yeryüzünde
zulüm artarak devâm etmekte. Yine adâletsizlik kök salmakta. Demek ki hiç-bir
eylemde bulunmadan ve bir eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak)
sâdece okuyup-tefsir edip yorumlayarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek
ve zannetmekle; anlamadan, sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir şeylerin
değişebileceğini beklemek ve zannetmek arasında fark yoktur.
“Semi’na ve ata’na=işittik ve itaat
ettik” âyetinde “semi’na=işittik” diyoruz fakat bir türlü “ata’na=itaat ettik”
diyerek “ne bedel ödenecekse ödeyelim” deyip eyleme-amele geçemiyoruz. Tam bir
itaat edemiyoruz. Böyle bir anlayışla hiç-bir şey değişmez ve her-şey şeytanın
ve tâğutların istediği gibi olur.
Eylemden kopuk salt zihinsel
aşırı okuma-anlama-yorumlama yöntemi, sürekli olarak sivrisineklerle mücâdele
etme yöntemidir. Hiç-bir zaman sorun bitmez. Bu yöntemde çözülmüş bir sorun
örneği yoktur. Sorunları çözmek için bataklığı kurutmak şarttır.
Mevcut durum, değirmen
taşını çeviren eşeğin durumu gibidir. Taşın arasında bir miktar buğday olsa da,
buğdaydan ziyâde taşı öğüten bir değirmendir o. Bu nedenle, yapılan şey geviş
getirmektir ve geviş getirmek “evcil hayvanlara” mahsustur.
Unutmayalım ki ne kadar
uğraşsak da şeytan kadar “âlim” olamayız. Hattâ Belam-ı Baura kadar bile “âlim”
olamayız belki. Zâten olmamalıyız da. Onlar işi eyleme dökmeye îtiraz
etmişlerdi çünkü.
Kur’ân’ı aşırı
anlama-yorumlama çalışmaları müntesipleri de, Kur’ân’ı sanki anlamak için değil
de anlamamak için okuyorlar. Çünkü, “anladık” dediklerinde birileri de “hadi
öyleyse meydana” diyecektir. Bu durum görece zor bir durum olduğu için bir
türlü “anladık” diyemiyorlar. Artık “anlama” çalışmaları, “yapılacakları
erteleme çalışmaları”na dönüyor, yapılan şey artık bir tiyatro oluyor.
Kur’ân’ı anlayarak okumak,
anlamayarak okumaktan daha değerlidir tabî ki. Fakat kardeşlerim!, yaptığınız
şeyler işe yaramıyor. Kur’ân’ın kelimelerinin sâdece analizini yaparak,
insanları-Dünyâ’yı mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı düşünmek,
zavallılıktır.
Hatim “bitirmek” demek
olduğu için, hatim edince “bitmiş” oluyor. Biten şeyi tekrar ele almanın bir
anlamı olmuyor tabi. Bu nedenle de toplumda, “bir kere hatim edildiğinde” artık
“görevin” yapılmış olduğu zannı var. Kişi bir kere kara-zorla hatim etmeye görsün,
bir daha zinhar eline aldıramazsınız Kur’ân’ı. “Kur’ân okuyor musun” sorusuna, “hatim
ettim” cevâbını verirler. Yâni, “hatim ettim bir daha niye okuyayım ki” demeye
getirirler. Oysa yaptığı şey Kur’ân okumak değil, “mushaf seslendirmesi”dir ki
onu da doğru-düzgün yap(a)mamıştır. “Hatim edildiğinde” ikinci kez ele almak
zor ve anlamsız geliyor insanlara.
Peki hatim ettin de ne oldu?.
Ne anladın?. Meselâ her hafta bir hatim yaptın. Ne diyeceğiz buna?. Övülmek mi
istiyorsun?. “Vay maaşallah!, her hafta bir hatim indiriyor” övgüsünü mü duymak
istiyorsun?. Birileri de arapçasından okuyamayınca parmaklarını gezdiriyor
Kur’ân’ın her satırının üzerinde. Her satıra bir İhlas okuyor ve o şekilde hatim
edip sevâbını aldığını zannediyor. İyi de sen Türkçe okuma biliyorsun, niye
meâlinden-tefsirinden okumuyorsun?. Tamam; Allah kâlplere bakar ve samîmice
yapılan eylemi kabûl eder ama câhilce, körü-körüne yapılan her eylemi de kabûl
etmez ki!. Allah akıl vermiş, neden o aklı dünyevî alanda kullandığın gibi
İslâmî alanda da kullanmıyorsun?. Kimin hangi îmanla-inançla ne yaptığı sâdece
O bilir. Bu dînin de din-gününün de sâhibi O’dur. Yargılamak O’na âittir. Fakat
biz, bilinçli bir Kur’ân okumasından bahsediyoruz. Çünkü samîmi de olsa
bilinçli olmadığında bir farkındalık olmuyor.
Kur’ân sürekli bitirilip-bitirilip
yâni hatmedilip-hatmedilip bilinçsizce kuru-kuru baştan-sona okunacak bir kitap
değil; okuyup öğrendiğini başkalarıyla paylaşıp, onu amele-eyleme döndürmek için
okunmalıdır.
İnsan her gün namazlarda
okuduğu kısa sûrelerin olsun ne dediğini bir merâk eder yaa!. Her gün 40 kere
okunan; “İyyâke na’budu ve iyyâke neste’in” sözü ne demek
diye bir bakar. Fakat bakmıyor ve bu yüzden gün boyunca 40 kere okumasına
rağmen, gün boyunca “İyyâke na’budu ve iyyâke neste’in”e aykırı
hareket ettiiğinin farkında değil. Sâdece Allah’tan istemesi gereken yardımı O’ndan
başka herkesten istiyor da, “İyyâke
na’budu ve iyyâke
neste’in” okumaya devâm ediyor. Peki neden böyle yapıyor?.
Çünkü birileri taa çocukluğunda bêri ona öyle öğretmiş ve “bu şekilde yaparsa
sevaplarını arttıracağını ve kurtulacağını” söylemiş. Yâni “büyüklerin” sözleri
onu uçurumun kenarına kadar getirmiş:
“Ve dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz,
efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan
saptırmış oldular” (Ahzâb 67).
Eskiden çocuklara küçük yaşlarda
Kur’ân-ı Kerim ezberletilirdi. Ve bu hâfızlar arasından, zihni iyi gelişmiş
sayısız dehâ çıkardı. Yâni Kur’ân’ı arapçasından okumak-ezberlemek zihnî açıdan
yararlıdır. Mukâbele yapmak da bu açıdan özellikle yaşlılar için yararlı bir
zihni-kâlbî etkinlik olabilir. Bizim îtirâz ettiğimiz nokta, Kur’ân’ın, sâdece
bu tarz okumaların bir nesnesi hâline getirilmesidir.
Kur’ân; anlamadan, idrâk
etmeden okunacak mukâbele ve hatim kitabı değil, “hayat kitabı”dır. Bilgi-bilinç
ve amel-eylem kitabıdır. Onu idrâk ederek dikkatli, disiplinli ve gayretli bir
şekilde okumalı, bilgisini ve bilincini almalı, sonra da o bilince göre amelde
ve eylemde bulunulmalı ve ona göre tebliğ ve dâvet yapılamalıdır. Hayat bu
bilinçle yeniden inşâ edilmelidir. Aksi-hâlde perişanlığın önüne
geçilemeyecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder