“Onların
demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl” (Müzzemmil 10).
Daha ilk inen âyetlerde “kâfirlerden-müşriklerden
ayrılma” emri vardır Kur’ân’da: Nüzûl sıralamasında 3. sıraya konulan Müzzemmil
Sûresi’nin 10. âyeti, müşriklerden ayrılmayı emreder. Zîrâ onlardan zihnen ve
daha sonra da bedenen kopup ayrılmadan İslâm hakkıyla idrâk edilemeyecek ve
yaşanamayacak, nihâyetinde de hayâta hâkim kılınma yoluna giremeyecektir. İslâm’ı
hayâta hâkim kılma yoluna girilememesinin nedeni, müşrik toplumdan ayrıl(a)mamaktır.
Ayrılmayınca hak (İslâm) ile bâtıl karışıyor ve İslâm’ın fikriyatı net olarak
ortaya konamıyor. Günümüzdeki büyük problem budur. Bu nedenle büyük bir kavram
karmaşası vardır. İslâm, şirkin hâkim olduğu yerde hakkıyla takdir edilip de
yorumlanamıyor ve yaşanamıyor. Zâten idâreyi elinde tutan şirk, İslâmî
yaşantıya da İslâm’ın gerçek yorumlarına da katlanamadığı için karşı çıkıyor ve
vahyin sesini kesmeye çalışıyor.
Bu nedenle Peygamberimiz risâletin daha ilk
yıllarında İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecekleri Mekke-dışı bir ortam arıyordu.
Bunun için de sahabenin bir kısmını Habeşistan’a göndermişti. Bu, bâtıl
toplumdan bir ayrılış denemesiydi. Habeşistan’da çok iyi ağırlanmalarına rağmen
“oturmuş bir devlet düzeni” vardı orada ve Habeşistan’ı İslâm Devleti yapmak
pek de olanaklı değildi. Daha sonra bâtıl toplumdan ayrılıp bir İslâm alanı
bulmak için Taif denendi ama burada da umduğunu bulamayan Peygamberimize en
nihâyetinde Medîne kucak açtı. Hicret ile başlayan ayrılış, devlet ve cihad ile
devâm etti, tebliğ ve dâvetlerle yayıldı. Nihâyet de ayrılınan yerin fethiyle
sonuçlanan bir noktaya gelindi.
Demek ki Peygamberimiz daha ilk baştan bêri bâtılın
hüküm sürdürdüğü yerde İslâm’ın hem hakkıyla yaşanamayacağını, hem de zorluklar
içinde olunacağını görmüştür ve bunun için olanaklar aramıştır.
İslâm, hak ile bâtılı kaynaştıran değil; hak ile
bâtılın arasını “uzlaşmaz bir şekilde” ayıran bir dindir. Zîrâ hak geldiğinde
bâtıl yok olur gider. (İsrâ 81). Hak geldiğinde bâtıl yok olur gider. Çünkü
hakkın gelmesi “her yönüyle gelmesi” demektir. Bâtılın hüküm sürdüğü yerde ise hak,
her yönüyle değil, sâdece ilmî yönüyle geliyor ve uygulamaya bir türlü geçilemiyor.
O hâlde uygulamanın da yapılıp İslâm’ın hakkıyla yaşanacağı ortam önemlidir.
Öyle bir ortam yoksa oluşturulmalıdır. Zîrâ bâtıl toplumdan ayrılmadan yâni
İslâm toplumu ile câhiliye toplumu ayrışmadan hak açığa çıkamıyor ve bu yüzden Allah’ın
yardımı da gelmiyor. Allah, bâtıl toplumdan ayrılma gayretini görmek istiyor.
Hz. İbrâhim onca mücâdelesine ve getirdiği aklî delillere rağmen yine de batıl
topluma yaranamamış ve tutunamamıştı orada da bâtıl toplumdan ayrılmak zorunda
kalmıştı. Çünkü bırakın ameli, düşüncesine bile katlanılamamıştı ve onu yakmak
istemişlerdi. O da ayrılarak hicrete koyuldu:
“Sizden ve
Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime duâ ediyorum.
Umulur ki, Rabbime duâ etmekle mutsuz olmayacağım” (Meryem 48).
Tüm peygamberler bâtıl toplumlarından ayrılmışlardır.
Bu, bâtıl toplum içinde İslâm’ın-îmânın hakkıyla yaşanamayacağının delîlidir. Bu
Allah’ın ilâhi bir takdiridir ve aynı-zamanda büyük bir imtihandır da. İslâm
bir anlamda “vazgeçmek” anlamına gelir. İşte bu nedenle bâtıl toplumdan
ayrılmak bâtıldan ve onun olanaklarından vazgeçmek anlamına geliyor. Allah bu
fedâkârlığı ve kararlılığı görmek istiyor nîmetini ve yardımını göndermek için.
İmtihanı görmek istiyor. Bu imtihanı geçenler Allah’ın yardımına kavuşurlar ve
çok daha iyi durumlara gelirler. Zâten ilk başta azaptan kurtulurlar ki bir-çok
peygamber bâtıl toplumdan ayrılarak aslında onlara gelen azaptan kurtulmuştur.
Bâtıl toplumdan ayrılmak hak ile bâtılın
ayrılmasıdır. Hak ile bâtılın ayrılması, hak ile bâtılın savaşmaya başlaması
anlamına gelir. İslâm hak ile bâtılı ayırmakla, İslâm toplumu ile bâtıl
câhiliye toplumunu karşı-karşıya getirir. İslâm toplumu ayrılmakla, tüm bâtıl
toplumlardan ve câhiliyeden ayrılmış olur. Tabi böyle olunca da tüm bâtıl toplumlar
ve câhiliye İslâm toplumunun karşısında olarak onun ortak düşmanı olur.
Peygamberimiz bir Mekke müşrikine; “Gel Allah’ın
birliğine ve benim O’nun resûlü olduğuma îman et” dediğinde: Müşrik; “Sen
bana diyorsun ki, zamânımızın süper gücü Bizans’a karşı savaş!. Bu çok zor,
kabûl edemem” cevâbını almıştır. Müşrik o dâvetin bâtıl toplumların
tamâmından ayrılmak ve onlarla savaşmak demek olduğunu ânında anlamıştır. Ayrılmanın
ne demek olduğunu ânında idrâk etmiş ve bu ayrılışın ağır bir bedeli olduğunu
hemen fark etmiştir ve “Ben Bizans’a karşı savaşamam” demiştir. Peygamber “îman
et ve bâtıl toplumdan ayrıl” diyor, o “Bizans’la savaşamam” diyor. “Îman
etmenin îcâbında bâtıl toplumdan ayrılmak ve Sasani ile, Bizans’ ile (günümüzde
meselâ Amerika-Rusya ile) savaşmak demek” de olabileceğini hemen idrâk ediyor.
Bâtıl toplumdan ayrılmak bir îman göstergesidir ve
îmânın sınanmasıdır. Allah’ın sınaması böyle olur. Allah hak ile bâtılı
karşı-karşıya getirerek de sınar müslümanları. Zâten İslâm ve müslümanlık anlamını
bu şekilde bulur. Yoksa kuru-kuruya zihnî tartışmalar yapmak değildir İslâm
dîni. Bâtıl toplumdan ayrılmak, bâtıl toplumla savaşmak demektir ki işte münâfıklara
çok zor gelen bu zorluğu “mü’minler” bunu kolayca göze alabilir. Allah’ın
rızâsı ve cennet karşılığında her türlü bedeli ödemeyi göze alabilirler. Tüm
savaşlar bu sınamanın bir parçasıdır. Sınamadan kaçmak İslâm’dan kaçmak demek
olacağından, o kişinin-toplumun artık “Müslüman” diye anılmasına da gerek
kalmaz. Belki onlar sâdece “kültürel müslüman”lardır. Fakat İslâm %100 İslâm’dır
ve zihnî-kâlbî yönleri olduğu gibi, güzel ve hoş yönleri olduğu gibi, ağır ve
zorlu yönleri de vardır İslâm’ın. İslâm’da bir Kur’ân tilâveti dinlemek de
vardır, savaş meydanında olmak da vardır. Fakat bâtıl toplumdan ayrılmayı göze
almak demek, “bâtılla savaşmayı da göze almak” demektir ki bu savaşı göze alamadıktan
sonra kişinin bâtıl toplumdan ayrılmasının da, nerede olduğunun da bir anlamı
kalmaz. Ali Şeriati:
“Hak ile bâtılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şâhidi,
toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol!. İster namaza dur, ister
içki sofrasına otur; ne fark eder!” der.
Bâtıl toplum câhiliyedir
ve câhiliyeden ayrılmak hak ve bâtılın ayrılmasıdır. İslâm’a göre sürekli
olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern
dünyâda; İslâm toplumu câhiliye toplumu, câhiliye toplumu ise İslâm toplumu
olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun, kendilerine gösterildiği gibi
olduğunu zannediyor. Sonuçta ise müslümanlardan başka zarar gören olmuyor. İşte
bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye
toplumunun ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir
zihnî-kâlbî ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde görülecek bir ayrılışla
devâm edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl olarak açığa
çıkmalıdır. Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görsün. Seyyid Kutub:
“Câhiliye sâdece, yaşanmış bir târihi dönem değildir.
İnsanın insana kulluğu söz-konusu olan bütün hayat-sistemleri ve nizamları
câhiliyedir. Bugün yeryüzünde egemen olan bütün hayat-sistemleri ve düzenleri
istisnâsız olarak bu kapsamın içindedirler. Beşerin tâbi olduğu bugünkü
sistemlerin tümünde insanlar; düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini,
değerlerini şeriat ve kânunlarını gelenek ve göreneklerini kendileri gibi
insanlardan alıyorlar. Bu durum, her yönüyle câhiliyenin ta kendisidir.
Bâzısının bâzısını Allah (Subhânehu ve
Tealâ)’dan başka rabler edinmesiyle, beşerin beşere kulluğu esâsına
dayanan câhiliye... İslâm ise, insanların düşüncelerini, ilkelerini,
ölçülerini, değerlerini, şeriat ve kânunlarını, gelenek ve göreneklerini
aldıkları yegâne mercî Allah olduğundan, beşerin beşere kulluk yapmaktan
kurtulduğu biricik sistemdir.
İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda
buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki
câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural
dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye
için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir.
İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak
imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir.
Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu
değildir” der.
Câhiliyeden hicret etmek yâni onların sisteminden,
ölçülerinden, kânun ve yasalarından, coğrafyasından ayrılıp uzaklaşmak peygamberlerin
sünneti ve temel misyonudur ki bu, hak ile bâtılın mutlakâ ayrılması
gerektiğinin bir işâretidir. Hakkın gerçek anlamda açığa çıkması için bu
ayrılış, olmazsa-olmazdır. Ancak ve ancak böyle bir ayrılış ile “hak” apaçık
olarak ortaya konacak ve insanlar hak ile bâtılın ne olduğunu çok net bir
şekilde görebilecekler ve tercihlerini yapabileceklerdir.
Bâtıl toplumdan ayrılmak, “her türlü bâtıldan
ayrılmak” anlamına gelir. Bâtıldan ayrılınca da geriye haktan başka bir şey kalmaz.
Günümüzde ise neredeyse tüm Dünyâ’yı bâtıl-câhiliye kuşatmıştır. Bu durumda
yapılacak şey yine bâtıl toplumdan ayrılmak olacaktır fakat bu ayrılış ilkin
zihinlerde ve kâlplerde başlamalıdır ki şuurlu bir ayrılış olabilsin. Bu
ayrılışın samîmiyet derecesi Allah’ın izni ile “tam bir ayrışma”nın yolunu da
açacaktır. Tabi bâtıl toplumdan ayrılmanın bir yolu da, bâtılı hakka çevirmek
yada onu kıyâmete kadar yer-altına itmek, hattâ mezara gömmektir. “Toparlanın
gitmiyoruz” sözünde ifâdesini bulduğu gibi, her zaman hak toplumun uzaklaşması
da gerekmeyebilir ve tam tersine bâtıl uzaklaştırılabilir. Böylece hak ve bâtıl
ayrılmış olur.
Hak ve bâtılın ayrılması, hakkın bâtılın üzerine
atılıp onu darmadağın etmesi ve artık bâtıl hükümler yerine Allah’ın
hükümleriyle hükmedilmesi anlamına da gelir. Eğer bir toplumda bâtıl hükümler
yerine “Hakkın hükümlerinin ikâmesi” mücâdelesi başarılı olup da Hakk ile
hükmediliyorsa, hak ile bâtıl ayrılmış, hak bâtılın beynini darmadağın etmiş ve
Allah’ın dîni hayâta hâkim olmuş demektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder