30 Mayıs 2017 Salı

Zırvalığın Diğer Adı: Tasavvuf



“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).

Zırva: “Saçma-sapan boş söz” olarak göçer sözlükte.

“Paralel bir din” olan tasavvufun ortaya çıkış şeklini Ahmet Yaşar Ocak şöyle yapar:

“Târihsel perspektif içinde tasavvufun, bizzat teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir mistik vâkıa olmaktan ziyâde; zühd hareketinin, İslâm’ın ilk yüzyılından îtibâren, önce Emevi, sonra Abbâsi İmparatorluğu’nun alabildiğince geniş toprakları üzerinde, yâni Îran ve eski Mezopotamyâ’daki özellikle Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-Îran mistik kültürleriyle; Hellenistik dönemin Gnostik ve Neo-plâtonik felsefî etkileriyle ve nihâyet köklü bir Yahudi ve Hristiyan mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Sûriye mıntıkalarındaki mistik kültürlerle birleşerek yarattığı bir sentezin ürünü olduğu ileri sürülebilir”.

Tasavvuf için her ne kadar yüzlerce anlam ortaya konsa da aslında “yorumlama” demektir. Bu yorumlama, “keyfe keder bir yorumlama”dır. “Yapmaktan” kurtulmak için yapılan yorum. Bu bağlamda ilk tasavvufçu şeytandır. Allah’ın “secde et” emrini yerine getirmeyip de; yorum, mantık ve eleştirme yoluna girmiş ve “ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu topraktan yarattın, bu yüzden secde etmem” demiştir. Ateşin topraktan neden üstün olduğunun delîlini göster(e)miyor tabi. Zâten tasavvufta, yapılan bir yorumun dayanağının gösterilmesi gerekmiyor ki!. Hem nereye dayandıracaklar?. Onlar için vahiy önemli değildir ve “avam” tabakasının hayatlarını düzenlemek için vardır. Kendileri de zaman-zaman “tecelli”ler şeklinde vahiy alıyorlar zâten. Önemli olan, söyledikleri sözün ve yaptıkları yorumun, tasavvufun kendi bünyesine uygun olmasıdır. Bünyeye uygun olduktan sonra ne kadar saçma gibi görünürse-görünsün önemli değildir. Zîrâ söylenen söz, “tecellinin bir sonucu” olduğundan, mutlakâ bir hikmeti vardır. Zâten sözü söyleyen ve yorumu yapanlar da sıradan insanlar değildir ki(!). Merâtiplerini tamamlamış; “efendi” konumuna gelmiş; “tecelli” dedikleri vahiyleri alma başlamış olanlardır yorumları yapanlar. Bu nedenle söyledikleri sözler her ne kadar zırvalık gibi dursa da mutlakâ hikmetli bir sözdür. Biz ise, seyr-i sülûkumuzu tamamlamadığımız için o sözleri anlayamıyoruz(!). Merâtipleri (mertebeleri) aştıkça anlayacağız(!). Bu nedenle de o zamâna kadar susmalıyız ve söylenenlere bir îtirâzımız da olmamalı(!).

İşin tuhafı, bu anlayışı benimseyenlerin içinde yüksek titr (unvan) sâhibi olanlar da vardır ve bu kişiler normâl hayatta en küçük bir mantıksızlığı bile kabûl etmezken ve her türlü mantıksızlığa karşı çıkarlarken, iş tasavvufun zırvalıklarına gelince akıllarını blôke edip durduruyorlar ve bu zırvalıklarını baş-tâcı edebiliyorlar. Bu kişilere iki kere ikinin beş olduğunu zinhar kabûl ettiremezsiniz fakat İbn-i Arâbi’nin Peygamberimizden daha üstün olduğunu kabûl ettirebilirsiniz. Hattâ Vahdet-i Vücut zırvalığı bağlamında, şeytanın “Allah’ın bir görüntüsü” olduğunu ve “şeytana tapmakla Allah’a da tapılmış olacağı” düşüncesini bile kabûl ettirebilirsiniz”. Görüldüğü gibi, tasavvufta zırvanın her türlü te’vili yapılabiliyor ve bu te’vil ne şekilde olursa-olsun kabûl edilebiliyor.

İşte bu anlayış, tasavvufun zırvalıklarla boğulmasına neden oluyor ve en iyi tasavvufçu da, “en iyi zırvalayan kişi” oluyor. Bu zırvalık ne kadar ağırsa, söylenen söz de o oranda değerli oluyor ve onu söyleyen kişinin makâmı da o oranda artıyor. Yâni en üstün tasavvufçu (onların deyimiyle tevhid eri), en ağır küfrü yapan, en iyi şirk koşan, en çok saçmalayan ve en iyi zırvalayan kişidir. İyi bir tasavvufçu olmanız için, size has olan ağır bir “küfür örneği” sergilemeniz gerekir. İşte tasavvuf hep bunu yapar. “Yapma” yerine yorumlama yapmak. Kendileri “yapma”yı düşünmezler ve zâten tasavvufa göre bu şirk olur. Zîrâ “yapan-eden Allah’tır (lâ fâile illallah). Fakat bu yorumların, daha doğrusu zırvalıkların hak-merkezli bir dayanağı da yoktur. O anki psikoloji, yarım-yamalak bilgi, şeytan fısıldamaları vs. kaynaklı anlamsız boş ve saçma-sapan sözler ve yorumlardır yapılanlar. Kabûl edildikten sonra “sorun” olmayan yorumlardır. Vahiy-merkezli değil de, rivâyet ve uydurma-merkezli din anlayışına sâhip olan müslümanlar, bu tarz zırvalıkların en yağlı müşterileridirler. Bu kişiler zırvalıklara aldırmazlar, zîrâ ne denildiğinin farkında değildirler. Zırva da olsa o sözü kimin söylediği önemlidir ve söylenen sözler uçuk-kaçık olursa değerli görülür ve hattâ ne kadar uçuk-kaçık ve saçma-sapan olursa o oranda daha da değerli olur. Toplumda bir; “dîni olan, anlaşılmaz olandır” inanışı vardır. Hem de, Kur’ân’ın defâlarca kez tekrâr ettiği, “anlaşılması için kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan” dediği (Kamer Sûresi) âyetlere rağmen.

Tasavvufun zırvalıkları, “hak sözün ifsâd edilerek yorumlanması”dır. Vahiy tahrif edilince zırvalık başlar ve bu zırvalık en kemâline tasavvuf ile ulaşır. O hâlde, “tasavvuf tahrifâtın zirvesidir” denebilir. Tabi Allah’ın sözünü tahrif edip zırvalıkla değiştirmek zulmün de en büyüğüdür. Çünkü şirkin başladığı yer burasıdır. Şirkin başladığı yer, zulmün de başladığı yerdir:

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zâlimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azap indirdik” (Bakara 59).

Tasavvufta zırvalığı yapanlar, tasavvufun bâtıni-felsefi-mistik tarafında olanlardır. Fakat tasavvuf ekôlüne mensup olanların içinde, tasavvufun “şatahat” denilen saçmalıklarından bâzılarına kesin olarak îtiraz etmemekle birlikte, bu zırvalıklara karşı çıkan bir çizgi de vardır. Bu iki farklı çizgi Mevlânâ-Kirmâni (Evhadüddin Kirmâni) ve sonra Âhi Evran çizgisinde kendini gösterir. Zırvalıklarıyla küfrü kemâle erdirenlerden biri olan Celâleddin Rûmi denilen şahsın sapık tasavvuf anlayışına karşı; Kirmâni’nin ve çizgisinin, İslâm’ın ve halkın yararına kurdukları fütüvvet ve âhilik teşkilatları onların farkını gösterir. Aslında aralarında muazzam bir fark vardır. Celâleddin Rûmi’ye göre Moğollara alan açmak İslâmî bir davranışken; Kirmâni çizgisine göre ise, Moğollara ve tüm zâlimlere ve zulümlere karşı savaşmaktır İslâmî olan. Tabî ki de İslâmî olan, zulme-zâlime karşı çıkmaktır. İşte bahsettiğimiz çizgi adâlet-ahlâk tarafına önem vererek, âhilik ve fütüvvet gibi yapılanmalar kurarak güzel bir teşkilatlanma örneği sergilemişlerdir ki; bu tarz bir yapılanmanın mevcut Dünyâ’da bir örneği yoktur. Burada önemli olan şey, zırvalama yerine “yapma”nın öne çıkmasıdır. “Yapma”yı engelleyen şey, “zırvalama”dır. Tabi artık bahsettiğimiz bu çizgi de kaybolup gitmiş ve sâdece şekle indirgenmiştir. Kapitâlist sistemde böyle bir çizgiye yer verilmesi zinhar mümkün değildir çünkü.

Zırvalık, hakkı göz-ardı etmeden yapılamaz. Çünkü hak ve zırvalık yan-yana duramaz. Zırvalık, hakkın yanında sırıtıverir ve belli oluverir. Bu nedenle de tasavvufun, hakkın üstünü örtüp zırvalığı öne çıkarmaları ve zırvalığı din gibi göstermeleri olmazsa-olmazdır. Fakat bu, Hak katında çok çirkin bir şey olarak görülür ve Allah zırvalayanlarla kıyâmet günü konuşmaz. Zîrâ Allah, -hâşâ- zırvalık etmez:    

“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır” (Bakara 174).

Tasavvufun söylediklerinin bir delîli yoktur. Tasavvufçuların zırva sözleri, “bir yerlerinden” uydurdukları saçmalıklardan başka bir şey değildir. Hiç-bir delile dayan(a)maz. Saçmanın dayanacağı bir yer yoktur çünkü. Dayanacağı yer ancak; şeytanın fısıltıları, nefsin zırvalıkları ve bel’amların uydurmalarıdır.

Tasavvuf zırvalığının en çok görüldüğü yerlerden biri de hurûfiliktir. Her harfe kafalarına göre bir değer verirler ve buna göre bir ilim ortaya çıkarırlar. Güyâ bu ilim, “herkesin anlayamayacağı” bir “sır ilmi”dir. Fakat “ebced” denilen bu harfleri değerlendirmek için tek bir sayı değeri tarzı yoktur. Bir-kaç çeşit ebced vardır ki bu fark, herkesin kafasına, çıkarına göre ve uydurmalarını-zırvalıklarını tutturmak için ortaya attığı değerlerdir. Yine; “ayak ilmi”nden bahsederler. Ayağa bakarak başlarlar onu yorumlamaya. Üstelik bu yorumlama güyâ yüce bir ilimdir ve öyle herkes de anlayamaz. Aslında mantıklı bir şey söylenmemektedir. İyi uydurabilen ve ağzı laf yapan yada kalemi kıvrak olan kişilerin zırvalıklarından başka bir şey değildir bunlar. O anda şeytan onlara ne fısıldarsa, onu “Allah’ın tecellisi” zannetmektedirler. Oturup durdukları yerde nasıl ve niye tecelli aldıklarını sorsanız, gururlanmaktan ve kendilerinin “özel” olduklarını dile getirmekten başka söyleyecek sözleri yoktur. Tabi şunu da söyleyelim ki, tüm bunlara samîmi şekilde inanırlar da.  

Bâtınilere göre; dîni emirler, bâtıni ilimleri bilmeyen câhillerin vazîfesidir. Bâtıni ilimleri öğrenenden dîni emirler düşer. İyi de bunu delîli nedir?. Allah’ın emirlerinin duruma ve ilmî seviyeye göre iptâl olduğunu Kur’ân-ı Kerim söylemeli değil midir?. Kur’ân’da böyle bir şey söylenmediği gibi, Peygamber örnekliğinde de böyle bir şey yoktur. O hâlde bu da, olmadık yerlerden uydurulan zırvalıklardan başka bir şey değildir. Bu konudaki Kur’ânî hüküm apaçık ortadadır zâten:

“Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).

Yakîn, “ölüm” demektir. Çünkü “kesin bilgi” anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte açığa çıkar. Zâten bir-önceki âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki secde, “ibâdetin dibi” demektir:

“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol” (Hicr 98).

Hele ki tasavvufçuların-bâtınilerin dillerine pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır” demeleri yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtıni mânâsını ancak bir efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı kâmil” dedikleri (ki bu ifâde çok da doğru değildir), kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih olanın da, gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur. Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân onları çok açık bir şekilde yalanlar:

“Sana Kitabı indiren O’dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

Kur’ân, Yûnus Sûresi 100. âyette: “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” derken; tasavvufa göre akıl, gerçeğin perdesiymiş. Akıl ile tasavvufta (onlara göre tevdhid ilminde) yol alınmazmış. Tabî ki de alınmaz. Çünkü tasavvuf zırvalıktan başka bir şey değildir ve akıl bu zırvalığı çok net olarak ânında fark eder ve hemen de îtirâz eder. Tasavvuf akla yapılan isyândır, başkaldırıdır. Akıl ile tasavvufun buluşması mümkün değildir. Bu nedenle de aklınızı kirâya vermeden tasavvufçu olamazsınız. Tasavvufta öyle her-şeyi sorgulayıp duramazsınız zâten. Küfre düşersiniz mâzallah!.

Tasavvuf, “yapma” yerine “söyleme”yi öne çıkaran İslâm-dışı bir dindir. “Yapmamak” için uydurulmuş ve sentezlenmiş sapık bir dindir. Bu nedenle de tasavvufçuların bir-çoğu ibâdetlere karşı da duyarsızdır. Bir keresinde tasavvufçulardan bir kısmı, tam da Cum’a vaktinde bir yere gitmek için yola koyuldular ve birisi efendiye dedi ki; “Efendim Cum’ayı kılıp da mı gitsek?”. Efendinin cevâbı şu oldu: “Yolda giderken kılarız”. Diğeri de hemen yorum yaptı: “Dâim namazda olanlar için Cum’a kılmak olmaz”. Cum’ayı yolda giderken kılanlar, orucu da işret masasında tutuyorlar. Dâim oruçlular ya!. (Buna bizzat şâhit olduğum için yazmakta bir beis görmedim).

Tasavvufun safsatalarından biri de; “âlemlerin rabbi” ile “Allah” ayrımı yapmaları ve ikisini sanki farklı varlıklar gibi göstermeleridir. Hattâ Fâtiha Sûresi’ndeki: “Elhamdulillâhirabbilâlemin” âyetini, “Allah âlemlerin rabbine hamd eder” diye çevirenlere bile şâhit olmuştum.

“Oturdukları yerden” tecelli alarak edindikleri güyâ özel bilgileri onları her türlü dînî yükten kurtarıyormuş. Aslında onları o “yükten” kurtaran nefislerinden ve zırva düşünce ve sözlerinden başkası değildir.

Tasavvufta yanlış bir tevhid düşüncesi vardır. “Tersinden bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa göre tevhid; “yerde ve gökteki her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu” söylüyorlar ve zırvalamaya devâm ediyorlar. Bu zırvalığın ideolojisi ise, Vahdet-i Vücut sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücut düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücut felsefesini inançların en eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:

“Vahdet-i Vücud görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir buluşmasıdır. Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına benzemez bir yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini biraz filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık dönüşü elde etmek içindir”

Tasavvufta “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur) inancı vardır. Böyle olunca da özel anlamda ne bir “peygamber” vardır, ne bir “insan” vardır, ne de Allah vardır. Şunu demeye getirirler: “Sâdece Allah vardır ve her-şey Allah’tır ve bu nedenle de yapan-eden de O’dur. Mahlûkat (yaratılmış) da yoktur. O hâlde zâten sürekli bir “yokluk” vardır ve bir şey yapmaya da gerek yoktur. Yapmamak da yapmaktır. Biz zâten mecbûren Allah’ız ve mecbûren sonsuz ve ebedî varlığız. Bu nedenle de her dâim nîmet içinde olacağız ve bu yüzden kendimizi üzmemiz ve paralamamız da gerekmez. Biz tecellileri çoğaltmalı ve avamın bilmediği sözleri konuşup durmalıyız. İlmin zevkiyle mânâ âlemine gark olmalıyız”.

Tabi, “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur) zırvalıkları kabûl edildiğinde; iyilikle kötülüğün, hak ile bâtılın, ahlâk ile ahlâksızlığın, günah ile sevâbın, cennet ile cehennemin, hak din ile bâtıl dinlerin, küfür ile hakkın, kâfir ile mü’minin, puta tapan ile Allah’a tapanın, Allah için çabalayanla hiç-bir şey yapmayanın, şirk ile tevhidin, şerefli ile şerefsizin ve şeytan ile Allah’ın arasında fark kalmıyor. Zırvalık işi bu noktaya kadar getiriyor. 

Zırvalamayı kemâle erdirip tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğunu söyleyip dururlar ve bu bağlamda şu âyetler tasavvufçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:

“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).

“Maşrık ve Mağrib, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).

“O’nun yüzünden başka her-şey yok olucudur” (Kasas 88).

“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).

“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).

“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).

“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).

“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).

Her önlerine gelen âyete yalan-yanlış da olsa bolca yorum yapan tasavvufçular, gerçekten yorumlanması gereken bu âyetleri yorumlamıyorlar ve mecazı hakîkate hamlediyorlar. Böylelikle yanlış ve sapık bir yola gidiyorlar ve zırvalığın dibini buluyorlar. Tasavvufçuların zırvalıklarını saymakla bitiremeyiz fakat örnek olması için bir kısmına burada yer vermek istiyoruz. Ettikleri şu sözlere (şatahât) bir bakın:

“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe) müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)

“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, Anana kâbin kıydır ki Hakk’ı ıyân göresin”. Sâdeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah’ı açıkça görmüş olursun” (Yûnus Emre).

“Ey akıllı kişi!, iyi düşün. Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da ulu Tanrı. İyinin yaptığı her-şey iyidir” (Şebusterî).

“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için. Adın büyük, bağışla onun suçun. Âdem’i cennetten çıkardın, niçin?. Buğday nene lâzım, harmancı mısın?.
Hafâya çekilip seyrâna durdun. Aklı yetmezlerin aklını urdun. Kıldan ince köprü yaptın da kurdun. Akar suyun mu var, bostancı mısın?.
Yüz bin cehennemin korkmam birinden. Rahmân ismi nâzil değil mi senden?. Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen?. Affet günahımı, yalancı mısın?.
Şânına düşer mi noksan görürsün. Her gönülde oturursun, yürürsün. Bunca canı alıp yine verirsin. Götürüp getiren kervancı mısın?.
Kullanırsın kanatsızca rüzgârı. Kürekle mi yaptın sen bu dağları. Ne yapıp da öldürürsün sağları. Can verub can alırsın sen cancı mısın?”. (Azmi Baba).

“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû. Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).

“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi geçer?. Kulların köpri yaparlar hay içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün...” (Yûnus Emre).

“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür. Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. Cümle âlem bil ki Allah özüdür. Âdem ol candır ki güneş yüzüdür” (Seyyid Nesîmî).

“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın. Yapıp da neylersin, bundan sana ne?. Halk ettin insanı saldın cihana. Salıp da neylersin bundan sana ne?.
Bakkal mısın, terâziyi neylersin?. İşin-gücün yoktur gönül eylersin. Kulun günahını tartıp neylersin?. Geçiver suçundan bundan sana ne?.
Katran kazanını döküver gitsin. Mü’min olan kullar dîdâra yetsin. Emreyle yılana tamûyu yutsun. Söndür şu ateşi bundan sana ne?.
Sefil düştüm bu âlemde nâçarım. Kıldan köprü yaratmışsın geçerim. Şol köprüden geçemezsem uçarım. Geçir kullarını bundan sana ne?.
Behlül Dânâ’m eder cennet yarattın. Nice kulları cehenneme attın. Nicesin âteş-i aşk ile yaktın. Yakıp da neylersin bundan sana ne?”.

“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken eylese âşık emîrdir” (Seyyid Nesîmî).

“Benem Hakk’ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü. Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).

 “Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!. Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).

“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).

“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir?” (Bayezid-i Bistâmi).

“İnsanlar, Allah’a taptıkları zannında bulundukları vakit Allah’tır ki kendi-kendine tapar” (Bayezid-i Bistâmi).

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).

“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu, hakkiyle müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, “inşallah” deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin Rûmi).

 “Mevlâna Peygamber değildir ama ‘Kitab’ sâhibidir” (Câmi).

“Allah beni över, ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).

Bayezid-i Bistâmi’ye ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle demiş: “Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma nazar ettim, bir den ne göreyim, ben, O’yum”.

Bir keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş .

Turab el-Nahsebi, bir müridine: “Bayezid’i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı olur" diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki tasavvufta büyük bir kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.

Hallac-ı Mansur şöyle der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini tasfiye eden kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve en nihâyet de nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da olduğu gibi, Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve her-şey artık, O’nun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve sevgilim ben. Biz bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O’nu görmüş, O’nu görünce beni görmüş olursun. Hak, benim”.

Muhyiddin ibn-i Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah” der:

“Vücûd bakımından âlem, Allah’tan başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak âlemin vücûdu ile meydana çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde ayırıp belirttiği sûretler ve şekillerdir ve bunlar vücûdu tamâmıyla tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her görenle görür ve her görünende görünür.  Zât, Sıfat’larının; Sıfat’lar da tecellileri ve şuunları (fiilleri) olan âlem’in kendisidir. Böyle olunca âlem’de en şerefli yaratık olan insan da Allah’tan başka olamaz”.

Bu düşünceye göre, “kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.

Yukarıdaki sözler, tasavvufçuların sarhoşken yada psikolojik sorunları zirve yapmış ve paranoyak şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu sözler bir şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir çekirdeğini bile doldurmayacak zırva sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan ibârettir ve müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan kişilerdir.

Bu sapık sözleri eden tasavvufun bu meşhurları, bir “egomania” (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça kendini beğenmişlik, kendine hayranlık) içine düşmüş ve böyle bir hâlde iken etmişlerdir “şathiye” denilen bu sapıkça zırva sözlerini. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Al-Semnâni; “Vahdet-i Vücüd düşüncesinin ancak, bir kendinden geçme (Vecd) ve sarhoşluk (sikr) hâli olduğu”nu ileri sürmüştür.

Tasavvufun asıl kaynağı, kişinin hayâl-gücüdür. Fakat bu hayâl-gücü gerçeğe değil, bâtıla dönüktür. Tasavvuf, “ilmî” olan değil “hissî” olandır. Bu nedenle de bir-çok kez yanılgılara düşerler. Bir keresinde, “İbrâhim” adının “ibrâ”dan (temize çıkarmak) geldiğini söylemişti birisi. Oturup dururken aklına gelmiş herhâlde. Oysa İbrâhim, “ebâ rahîm/ebu rahîm=“Rahîmiyetin-merhâmetin ve toplumun (reham) babası” anlamındadır. Akla ve ilme arkalarını döndüklerinden; ilim yolunda olmayı “düşüklük” olarak gördüklerinden ve aklı ve ilmi hesâba katmadıklarından dolayı, zırvalayarak yanlış sonuçlara ulaşıyorlar. Tasavvufta her zırvalama din hâline gelir. Eğer ettikleri zırvalık haz veriyorsa onu “doğru ve güzel” kabûl ederler. Hâlbuki o zırvalıklar şeytanın vahyettiği pisliklerden başka bir şey değildir. Bu nedenle de düşünsel anlamda ne kadar “pislik” varsa bulabilirsiniz tasavvufta.

Yine tasavvufta reenkarnasyona da sıcak bakılır. Çünkü tasavvufta bir “hulûl” enkarnasyon (incarnation) inancı vardır ve -hâşâ- Allah bâzı kullara hulûl ederek onlarda cisimleşerek görünür ve onlardan işler. Tabi böyle olunca da, enkarnasyona inananlar reenkarnasyona da inanmakta zorlanmazlar. Oysa bunlar sağduyu sâhipleri için zırvalıktan başka bir şey değildir.

Kitap ve onun pratik şekli (örnekliği) olan sünnet apaçık bir şekilde ortada duruyorken, üstelik söyledikleri şeyler akla, mantığa ve sağduyuya da aykırı iken, tâbir-i câizse; 2+2=5 eder diyorlar ve çıkıyorlar ortaya. Bunun sözde doğruluğunu ispatlamak için de zırvalığı kemâle erdiriyorlar.

Zırvalığın zirve yaptığı ve İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir. Câvit Sunar, Vahdet-i Vücut için şöyle der:

“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla, bu bir tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, Vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir. Fakat, hemen ekleyelim ki bu felsefe, akla ve mantığa dayanan bir felsefe olmaktan ziyâde, sezgiye ve zevke dayanan bir felsefedir”.

Tasavvuf, spekülatif (kurgusal, vurgun amaçlı) bir felsefedir. Nereye çekersen oraya gider. Ne dersen kabûl görür. En çok da zırvalıklar kabûl görür. Bir dayanağı, değeri ve ölçüsü yoktur. Zırvalama üzerine kuruludur.

Tasavvuf, siyâsi karışıklıkların çok belirgin olduğu ve merkezî bir siyâsi gücün bulunmadığı zamanlarda peydâh olmuş ve palazlanmak için de her zaman bu tür ortamları arayan, yalanlar üzerine kurulu bâtıl ve sapık bir felsefedir. Macit Gökberk.

“Din târihinde mistisizmin, hep sosyâl tedirginliklerle sıkı bir ilgi hâlinde ortaya çıktığı söylenebilir. Nerede sosyâl koşulların bozukluğundan bir tiksinti varsa, orada, özellikle geniş halk tabakalarında, bir “kurtuluşu iç’te arama” eğilimini buluruz” der.

Tasavvufçular, kendi-kendilerine oturup durdukları yerde bir tecelliyle biliveriyorlar (gnostisizm) o sözde sır ilmini. Bilgiye ulaşmak ve ermek bu kadar kolaydır tasavvuf için ve hiç-bir emek istemez. Tertullianus:

“Tanrının insanın içinde doğrudan-doğruya doğmasını, bir ışık olarak parlamasını beklemek, Tanrının sırlarına ulaşmaya kalkışmak, insan aklının bir saygısızlığıdır, bir küstahlığıdır” der.

Tasavvufçular, aldıkları sözde tecellilerle (tecelli dedikleri aslında vahiy) peygambere ihtiyaç duymadığı gibi; o tecellileri de yine güyâ “kendi hakîkatlerinden” aldıkları için Allah’a da gerek duymazlar. Çünkü tasavvufa göre insan -hâşâ- hem peygamber hem de Allah’tır. Bu nedenle istediği gibi hüküm de koyabilir ve sâdece Allah’a âit olan hüküm koyma yetkisini göz-ardı ederek insanın hüküm koymasına îtiraz da etmez.

Tasavvuf subjektif, yâni kişinin sezgilerine dayanan bir felsefedir. Bu felsefenin müntesipleri, tasavvufun meşhûr kişilerinin kuruntularını din-tevhid zannediyorlar. Şöyle bir çelişkileri de vardır; Tasavvufçular zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah gibi görürlerken; maddî hayatları için çalıştıkları işyerlerinde kulluğu zirveye çıkarırlar. Kesin “insan” tavrı gösterirler. Yâni sözleri gerçek hayatta lafta kalır ve hiç hatıra bile gelmez.

Mısır, Bâbil, Hint, Yunan, Roma mitolojileri ve diğer mitolojiler ne kadar sapık ve saçma ise, tasavvuf denen zırvalık da o derece sapık ve saçmadır ve zâten saçmalıkların kaynağı saydığımız tasavvufun temeli, bu mitolojilerin dinleşmiş şekilleridir.

Tasavvuf İslâm’ın baş düşmanıdır. İslâm’ı yok etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Zîrâ “kürün başı” olan ve tasavvuf zırvalıklarını tasavvufçulara fısıldayan şeytan, insanın baş düşmanıdır ve onun da kendisi gibi küfür içinde boğulup gitmesini arzulamaktadır. Ercüment Özkan:

“Küfür, (yada şeytan H.G.) İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır. Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna bürüyerek halka sunmuştur” der.

Evet; tasavvuf bir zırvalıktır ve zırvalığın sonu gelmez. Tâ ki “son saat”e kadar. “Din günü”nün mâliki olan Allah’ın huzûruna çıkılınca ise, hiç kimsenin zırvalaması söz-konusu bile değildir.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder