Önsöz
Müslümanlar;
Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinden sonra; Dünyâ’da ise 2. Dünyâ Savaşı’ndan,
özellikle “Soğuk Savaş”ın bitiminden ve 11 Eylül olayından sonra liberâl,
demokratik, kapitâlist, konformist, ılımlı, hoşgörülü, muhâfazakâr, “dindar”
vs. gibi tâğutlar tarafından oluşturulan ve yürürlüğe konulan kavramların
etkisiyle, sosyâl-siyâsal İslâm’dan vaz-geçtiler ve bunun netîcesinde de Kur’ân’da
geçen savaş-âyetlerini bu kavramların doğrultusunda tam da tâğutların istediği
şekilde meâllendirip tefsir etmeye başladılar. Artık medyanın ve diğer küresel
baskıların ve ondan doğan korkuların (haşyet-vâri korkular) da etkisiyle
müslümanlar (mü’minler değil), “savaş” denildiğinde sâdece “savunma-savaşı”nı
anlamaya ve konuşmaya yöneldiler ve Kur’ân’da/İslâm’da geçen savaş-kavramlarının
tamâmının sâdece savunma-savaşından bahsettiğini yoğun ve mükerrer bir dille
söylemeye başladılar.
Hâlbuki Kur’ân’a
ve onun fiîliyata dönük yüzü olan Peygamberimizin uygulamalarına baktığımızda
durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz ve anlıyoruz. Evet, Kur’ân’da ve
Sünnette “savunma-savaşı” vardır, fakat İslâm’da savaş “sâdece savunma-savaşı”ndan
ibâret değildir. Zâten, “savunma-savaşı” tâbiri biraz abes bir tâbirdir.
Kendilerine savaş açan ve saldıran bir topluluğa karşı diğer toplumun da
savaşmaması yada kendisini savunmaması, patolojik bir vâkıa değilse eğer, a-normâl
bir durum olur. Kur’ân; “kendinizi savunun”, “size savaş açanlarla siz de
savaşın” gibi âyetleri “iki seçenekten birini (savaşma yada savaşmama) tercih
edin” anlamında değil, “izin” ve “teşvik” anlamında söylüyor.
Kitaba geçmeden
önce şunu muhakkak belirtmemiz gerekir ki İslâm, “insanı öldürmek için” değil,
“yaşatmak için” gönderilmiş bir dindir. Şimdi “savaş” ile ilgili âyetleri inceleyerek
konuya başlayalım..
Nüzûl Sırasına Göre Kur’ân’da Savaş
Âyetleri
(Not: Âyetler Ali Bulaç meâlinden alınmıştır. Nüzûl sırası ise,
Mustafa İslamoğlu tertibine göre yapılmıştır).
MEKKE DÖNEMİ
40-Furkân
52- Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara
büyük bir cihad ver.
53-Neml
33- Dediler ki: ‘Biz kuvvet sâhibiyiz ve
zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen
(biz uygularız).
74-Nahl
110- Sonra gerçekten Rabbin, işkenceye
uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından cihad edip sabredenlerin
(destekçisidir). Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da gerçekten
bağışlayandır, esirgeyendir.
79-Enbiyâ
80- Ve sizin için ona, zorlu-savaşınızda sizi korusun diye, ‘(mâdeni)
giyim-sanatını’ öğrettik. Buna rağmen
siz şükredenler misiniz?.
89-Ankebût
6- Kim cihad ederse, yalnızca kendi nefsi
için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah âlemlerden müstağnidir.
69- Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz
yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsân edenlerle berâberdir.
MEDÎNE DÖNEMİ
91-Hacc
39- Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla,
onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah,
onlara yardım etmeye güç yetirendir.
40- Onlar, yalnızca; ‘Rabbimiz Allah’tır’
demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer
Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı,
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı
mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dîni)ne yardım edenlere kesin
olarak yardım eder. Şüphesiz Allah güçlüdür, üstündür.
60- İşte böyle; her kim kendisine yapılan
haksızlığın benzeriyle karşılık verir, sonra aleyhine ‘azgınlık ve saldırıda’
bulunulursa, Allah, mutlakâ ona yardım eder. Şüphesiz Allah affedicidir,
bağışlayıcıdır.
78- Allah adına gerektiği gibi cihad edin.
O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrâhim’in
dîni(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi
‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de
insanlar üzerine şâhidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı
verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlânız O’dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne
güzel yardımcı.
92-Muhammed
4- Öyleyse, inkârcılarla (savaş sırasında)
karşı-karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları ‘iyice
bozguna uğratıp zafer kazanınca da’ artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun.
Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) veya bir fidye (karşılığı
salıverin). Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin). İşte böyle; eğer
Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikâm alırdı. Ancak (savaş,) sizleri
birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak
(Allah,) amellerini giderip-boşa
çıkarmaz.
20- Îman edenler, derler ki: ‘(savaş izni
için) Bir sûre indirilmeli değil miydi?’. Fakat, içinde savaş (kıtal) zikri
geçen muhkem bir sûre indirildiği zaman, kâlplerinde hastalık olanların,
üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların bakışı gibi sana baktıklarını gördün.
Oysa onlara evlâ (olan):
21-
İtaat ve mâruf (güzel)
sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şâyet Allah’a sadâkat
gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu.
31-
Andolsun, biz sizden
mücâhid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar,
deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız).
35- Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken,
barışa çağırmak sûretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah sizinle berâberdir; O,
sizin amellerinizi aslâ eksiltmez.
94-Bakara
190- Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda
savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.
191-
Onları, bulduğunuz yerde
öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten
beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de
onlarla savaşın. Kâfirlerin cezâsı işte böyledir.
192- Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son
verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir.
193- (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar
onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı
düşmanlık yoktur.
194- Haram ay, haram aya karşılıktır;
hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi
siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının
ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla
berâberdir.
216- Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde
üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için
hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de
siz bilmezsiniz.
217- Sana haram olan ayı, onda savaşmayı
sorarlar. De ki: ‘Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında,
Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir
günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dîninizden
geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dîninden geri
döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da
da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz
kalacaklardır.
218- Şüphesiz îman edenler, hicret edenler ve
Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah
bağışlayandır, esirgeyendir.
243- Binlerce kişinin ölüm korkusuyla
yurtlarından çıktıklarını görmedin mi?. Allah onlara: ‘Ölün’ dedi, sonra da
onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı fazl sâhibidir. Ancak
insanların çoğunluğu şükretmez.
244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki,
şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
246- Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullarının önde
gelenlerini görmedin mi?. Hani, peygamberlerinden birine: ‘Bize bir melik
gönder de Allah yolunda savaşalım’ demişlerdi, O: ‘Ya üzerinize savaş yazıldığı
hâlde savaşmayacak olursanız?’ demişti. ‘Bize ne oluyor ki Allah yolunda
savaşmayalım?. Ki biz yurdumuzdan sürüldük ve çocuklarımızdan
(uzaklaştırıldık.)’ demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman,
az bir kısmı hâriç yüz çevirdiler. Allah zâlimleri bilir.
249- Tâlût, orduyla birlikte ayrıldığında
dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse,
artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tadmazsa
bendendir. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman
edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve
ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını
umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa
Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir.’
250- Onlar, Câlût ve ordusuna karşı meydana
(savaşa) çıktıklarında, dediler ki: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır,
adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et’.
251-
Böylece onları, Allah’ın
izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah da ona mülk ve
hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile
bir kısmını def’i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlakâ fesada uğrardı.
Ancak Allah, âlemlere karşı büyük fazl (ve ihsan) sâhibidir.
95-Enfâl
1-
Sana savaş-gânîmetlerini sorarlar. De ki: ‘Gânîmetler
Allah’ın ve Resûlündür. Buna göre, eğer mü’min iseniz Allah’tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah’a
ve Resûlü’ne itaat edin.’
5- Rabbin seni evinden hak uğrunda (savaşa)
çıkardığında mü’minlerden bir grup isteksizdi.
6- (Her-şey) Açıkça ortaya çıktıktan sonra
bile, sanki kendileri, göz göre-göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, seninle hak
konusunda tartışıp duruyorlardı.
7- Hani Allah, iki topluluktan birinin
muhakkak sizin olacağını vâdetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını
istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkâr edenlerin arkasını kesmek
(kökünü kurutmak) istiyordu.
8- O, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz
kılmak için (böyle istiyordu).
9- Siz Rabbinizden yardım taleb
ediyordunuz, O da: ‘Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım
ediciyim’ diye cevap vermişti.
10- Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kâlblerinizin
tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) Allah’ın katından başkasında nusret
(zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve
hikmet sâhibidir.
11-
Hani kendisinden bir
güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak,
sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kâlblerinizin üstünde (güven ve
kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde)
sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu.
12- Rabbin meleklere vahyetmişti ki: ‘Şüphesiz
ben sizinleyim, îman edenlere sağlamlık katın, inkâr edenlerin kâlblerine
amansız bir korku salacağım. Öyleyse (ey müslümanlar,) vurun boyunlarının
üstüne, vurun onların bütün parmaklarına’.
15- Ey îman edenler, toplu olarak kâfirlerle
karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın).
16- Kim onlara böyle bir günde -yine
savaşmak için bir yana çekilen ya da bir başka bölüğe katılmak için yer tutanın
dışında- arkasını çevirirse, gerçekten o, Allah’tan bir gazâba uğramıştır ve
onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o.
17- Onları siz öldürmediniz, ama onları
Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden
güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir,
bilendir.
18- İşte size böyle… Gerçekten Allah,
kâfirlerin hîleli-düzenlerini boşa
çıkarıcıdır.
19- Eğer fetih istiyor idiyseniz (ey kâfirler,)
işte size fetih; ama eğer (inkârdan ve eski yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz bu
sizin için daha hayırlıdır. Yok, geri dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz
çok da olsa, size bir şey sağlayamaz. Çünkü Allah mü’minlerle berâberdir.
24- Ey îman edenler, size hayat verecek
şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin. Ve bilin ki
muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp
toplanacaksınız.
25- Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet
etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının.
Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.
26- Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız
ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp-yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp)
barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar
verdi. Ki şükredesiniz.
39- Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah,
yaptıklarını görendir.
40- Geri dönerlerse, bilin ki gerçekten
Allah, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.
41-
Bilin ki, ‘ganîmet
olarak ele geçirdiğiniz’ şeylerin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Resûlün,
yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile bâtılın
birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı-karşıya geldiği günde (Bedir’de)
kulumuza indirdiğimize îman ediyorsanız (ganîmeti böyle bölüşün). Allah, her-şeye
güç yetirendir.
42- Hani siz vadînin yakın kenarında, onlar
uzak yamacındaydılar; kervan ise sizden daha aşağıdaydı. Eğer sözleşseydiniz,
kaçınılmaz olarak sözleşme yeri (veyâ konusu) hakkında anlaşmazlığa düşerdiniz;
ancak Allah, olacağı olan işi gerçekleştirmek için (böyle yaptı). Böylece, helâk
olacak kişi apaçık bir delilden sonra helâk olsun, diri kalacak kişi apaçık bir
delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir.
43- Hani Allah, onları sana uykunda az
gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve
iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz. Ancak Allah esenlik (kurtuluş)
bağışladı. Çünkü O, elbette sinelerin özünde saklı duranı bilendir.
44- Karşı-karşıya geldiğinizde, Allah, ‘olacağı
olan işi gerçekleştirmek’ için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de
onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah’a döndürülür.
45- Ey îman edenler, bir toplulukla karşı-karşıya
geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah’ı çokca zikredin. Ki kurtuluş
(felâh) bulasınız.
46- Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve
çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.
Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir.
47- Bir de yurtlarından refahtan şımarıp-azıtarak, insanlara gösteriş yaparak
çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.
48- O zaman şeytan onlara amellerini çekici
göstermiş ve onlara: ‘Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve
ben de sizin yardımcınızım’ demişti. Ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür
oldu (karşılaştı) o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: ‘Şüphesiz ben sizden
uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan da korkuyorum’
dedi. Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.
49- Münâfıklar ve kâlblerinde hastalık
olanlar şöyle diyorlardı: ‘Bunları (müslümanları) dinleri aldattı’. Oysa kim
Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve
hikmet sâhibidir.
56- Bunlar, içlerinden antlaşma yaptığın
kimselerdir ki, sonra her defâsında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar.
57- Bundan dolayı, savaşta onları
yakalarsan, öyle darmadağın et ki, onlarla arkalarından gelecek olanlar(ı
caydır). Umulur ki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin ihânet edeceğinden kesin
olarak korkarsan, sen de açık ve âdil bir tutumla (onlarla olan anlaşma metnini
ve diplomatik ilişkiyi) at. Gerçekten Allah, ihânet edenleri sevmez.
60- Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin
düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer
(düşmanları) korkutup-caydırasınız.
Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size ‘eksiksiz olarak ödenir’ ve siz
haksızlığa uğratılmazsınız.
61-
Eğer onlar barışa eğilim
gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O,
işitendir, bilendir.
62- Onlar, seni aldatmak isterlerse,
şüphesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekledi.
63- Ve onların kâlblerini uzlaştırdı. Sen,
yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kâlblerini uzlaştıramazdın.
Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır,
hüküm ve hikmet sâhibidir.
64- Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü’minlere
Allah yeter.
65- Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı
hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde
sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer
içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar
(gerçeği) kavramayan bir topluluktur.
66- Şimdi, Allah sizden (yükünüzü)
hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi)
bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa,
Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle berâberdir.
67- Hiç bir peygambere, yeryüzünde kesin bir
zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz Dünyâ’nın geçici yararını
istiyorsunuz. Oysa Allah (size) âhireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür,
hüküm ve hikmet sâhibidir.
68- Eğer Allah’ın geçmişte bir yazması (söz
vermesi) olmasaydı, aldıklarınıza karşılık size gerçekten büyük bir azab
dokunurdu.
69- Artık ganîmet olarak elde
ettiklerinizden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah bağışlayandır,
esirgeyendir.
70- Ey Peygamber!, ellerinizdeki esirlere de
ki: Eğer Allah, sizin kâlblerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size
sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir.
71-
Eğer sana ihânet etmek
isterlerse, onlar daha önce Allah’a da ihânet etmişlerdi; böylece O da, ‘bozguna
uğramaları (için) sana imkân vermişti.’ Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
72- Gerçek şu ki, îman edenler, hicret
edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret
edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar
bunlardır. Îman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin
onlara hiç-bir şeyle velâyetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım
isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle aralarında
anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.
74- Îman edenler, hicret edenler ve Allah
yolunda cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler,
işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir
rızık vardır.
75- Bundan sonra îman edip hicret edenler ve
sizinle birlikte cihad edenler, işte onlar sizdendir..
96-Hadîd
10- Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk
etmiyorsunuz?. Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. İçinizden, fetihten
önce infâk eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak
sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel
olanı vâdetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan hâberdardır.
97-Nûr
53- Yeminlerinin olanca gücüyle Allah’a and
içtiler; eğer sen onlara emredersen (savaşa) çıkacaklar diye. De ki: And
içmeyin, bu bilinen (örf üzere) bir itaattır. Allah, yaptıklarınızdan
haberdârdır.
55- Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih
amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç
ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’
kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra
inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
98-Âl-i İmran
13- Karşı-karşıya gelen iki toplulukta,
sizin için andolsun bir âyet (ibret) vardır. Bir topluluk, Allah yolunda
çarpışıyordu, diğeri kâfirdi, ki göz görmesiyle karşılarındakini kendilerinin
iki katı görüyorlardı. İşte Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz
bunda, basîret sâhipleri için gerçekten bir ibret vardır.
111-
Onlar size ezâdan başka
kesinlikle bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa size arkalarını
dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.
121-
Hani sen, mü’minleri
savaşmak için elverişli yerlere yerleştirmek için evinden erkenden ayrılmıştın.
Allah işitendir, bilendir.
122- O zaman sizden iki grup, neredeyse ‘çözülüp
geri çekilmek’ istemişti. Oysa Allah onların (velisi) yardımcısıydı. Artık mü’minler,
yalnızca Allah’a tevekkül etmelidir.
123- Andolsun, siz güçsüz iken Allah size
Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu hâlde Allah’tan sakının, O’na
şükredebilesiniz.
124- Sen mü’minlere: ‘Rabbinizin size
meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım iletmesi size yetmez mi?’ diyordun.
125- Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız
ve onlar da âniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden
nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır.
126- Allah bunu (yardımı) size ancak bir
müjde olsun ve kâlpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. ‘Yardım ve zafer’
(nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allah’ın
katındandır.
127- (Ki bununla) İnkâr edenlerin önde gelenlerinden
bir kısmını kessin (helâk etsin) ya da ‘umutları suya düşmüşler olarak onları
tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler.
130- Ey îman edenler, fâizi kat-kat
arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah’tan sakının, umulur ki kurtulursunuz.
131-
Kâfirler için
hazırlanmış olan ateşten sakının.
132- Allah’a ve elçisine itaat edin, ki merhâmet
olunasınız.
139- Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman
etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.
140- Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de
benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında
devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veya şehidler) edinmesi içindir.
Allah, zulmedenleri sevmez;
141-
(Yine bu) Allah’ın, îman
edenleri arındırması ve inkâr edenleri yok etmesi içindir.
142- Yoksa siz, Allah, içinizden cihad
edenleri belirtip-ayırdetmeden ve
sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız?.
143- Andolsun, siz onunla karşılaşmadan önce
ölümü temenni ediyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyordunuz.
144- Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan
önce nice elçiler gelip-geçmiştir.
Şimdi o ölürse yada öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi
döneceksiniz?. İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah’a kesinlikle
zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.
145- Allah’ın izni olmaksızın hiç-bir nefis
için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır. Kim Dünyâ’nın yarârını
(sevâbını) isterse ona ondan veririz, kim âhiret sevâbını isterse ona da ondan
veririz. Biz şükredenleri pek yakında ödüllendireceğiz.
146- Nice peygamberle birlikte bir-çok Rabbâni
(bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük
ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah,
sabredenleri sever.
147- Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz,
günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları
yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden
başka bir şey değildi.
148- Böylece Allah, Dünyâ ve âhiret sevâbının
güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.
152- Andolsun, Allah size verdiği sözünde sâdık
kaldı; siz O’nun izniyle onları kırıp-geçiriyordunuz.
Öyle ki sevdiğiniz (zafer)i size gösterdikten sonra, yılgınlık gösterdiniz,
isyân ettiniz ve emir hakkında çekiştiniz. Kiminiz Dünyâ’yı, kiminiz âhireti
istiyordu. Sonra (Allah) denemek için sizi ondan çevirdi. Ama (yine de) sizi
bağışladı. Allah mü’minlere karşı fazl (ve ihsan) sâhibi olandır.
153- Siz o zaman durmaksızın uzaklaşıyor,
kimseye dönüp bakmıyordunuz. Elçi de sürekli sizi arkadan çağırıyordu. (Allah)
Elinizden kaçırdıklarınıza ve size isâbet edene üzülmemeniz için sizi kederden-kedere
uğrattı. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
154- Sonra kederin ardından üzerinize bir
güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu.
Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Allah’a karşı haksız yere câhiliye
zannıyla zanlara kapılarak: ‘Bu işten bize ne var ki?’ diyorlardı. De ki:
Şüphesiz işin tümü Allah’ındır. Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde
gizli tutuyorlar, ‘Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik’
diyorlar. De ki: ‘Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış
olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini
denemek ve kâlplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde
saklı duranı bilendir.
155- İki topluluğun karşı-karşıya geldikleri
gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bâzı şeyler dolayısıyla şeytan onların
ayağını kaydırmak istemişti. Ama andolsun ki, Allah onları affetti. Şüphesiz
Allah, bağışlayandır, yumuşak olandır.
156- Ey îman edenler, inkâr edenler ile
yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri
için: ‘Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın.
Allah, bunu onların kâlplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve
öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir.
157- Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür
yada ölürseniz, Allah’tan olan bir bağışlanma ve rahmet, onların bütün
toplamakta olduklarından daha hayırlıdır.
158- Andolsun, ölseniz de, öldürülseniz de
şüphesiz Allah’a (varıp) toplanacaksınız.
159- Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır
giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda
onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah,
tevekkül edenleri sever.
160- Eğer Allah size yardım ederse, artık
sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız’
bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir?. Öyleyse mü’minler,
yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.
161-
Hiç-bir peygambere,
emânete ihânet yaraşmaz. Kim ihânet ederse, kıyamet günü ihânet ettiğiyle
gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa, (ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar
haksızlığa uğratılmazlar.
164- Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde
kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O)
Onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti
öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.
165- (Onlara) İki misli uğrattığınız bir
musîbet size isâbet edince mi: ‘Bu nereden’ dediniz? De ki: ‘O, sizin
kendinizdendir.’ Şüphesiz Allah, her-şeye güç yetirendir.
166- İki topluluğun karşı-karşıya geldiği
gün, size isâbet eden ancak Allah’ın izniyle idi. (Bu, Allah’ın) mü’minleri
ayırdetmesi;
167- Münâfıklık yapanları da belirtmesi
içindi. Onlara: ‘Gelin, Allah’ın yolunda savaşın yada savunma yapın’
denildiğinde, ‘Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik’ dediler. O gün
onlar, îmandan çok küfre daha yakındılar. Kâlplerinde olmayanı ağızlarıyla
söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir.
168- Onlar, oturup da kardeşleri için: ‘Eğer
bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi’ diyenlerdir. De ki: ‘Eğer doğru sözlüler
iseniz, ölümü kendinizden savın öyleyse.’
169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’
saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.
170- Allah’ın kendi fazlından onlara
verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara
müjdelemeyi isterler ki onlara hiç bir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
171-
Onlar, Allah’tan bir nîmeti,
bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmadığını
müjdelemektedirler.
172- Kendilerine yara isâbet ettikten sonra, Allah
ve elçisinin çağrısına icâbet edenler, içlerinden iyilik yapanlar ve sakınanlar
için büyük bir ecir vardır.
173- Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı
insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları
artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir.
174- Bundan dolayı, kendilerine hiç-bir
kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah’tan bir nîmetle geri döndüler.
Onlar, Allah’ın rızâsına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sâhibidir.
175- İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını
korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun.
186- Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla
imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk
koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer
sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir.
195- Nitekim Rableri onlara (duâlarını kabûl
ederek) cevab verdi: ‘Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte
bulunanın işini boşa çıkarmam. Siz, birbirinizdensiniz. İşte, hicret edenlerin,
yurtlarından sürülüp-çıkarılanların
ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlakâ kötülüklerini
örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,)
Allah katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevâbın) en
güzeli O’nun katındadır.
200- Ey îman edenler, sabredin ve sabırda
yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin. Allah’tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz.
99-Saff
2- Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi
neden söylersiniz?.
3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah
katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil
etti).
4- Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine
kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.
10- Ey îman edenler, sizi acı bir azabdan
kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?.
11-
Allah’a ve Resulü’ne îman
edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu,
sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.
12- O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara
yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur.
13- Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha
var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri
müjdele.
14- Ey îman edenler, Allah’ın yardımcıları
olun: Meryem oğlu Îsâ’nın havârilere: ‘Allah’a (yönelirken) benim yardımcılarım
kimlerdir?’ demesi gibi. Havâriler de demişlerdi ki: ‘Allah’ın yardımcıları
bizleriz.’ Böylece İsrâiloğullarından bir topluluk îman etmiş, bir topluluk
inkâr etmişti. Sonunda Biz îman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar
da üstün geldiler.
102-Haşr
2- Kitap Ehlinden inkâr edenleri ilk
sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız,
onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Böylece
Allah(ın azâbı) da, onlara hesâba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine
korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle tahrip
ediyorlardı. Artık ey bâsiret sâhipleri!, ibret alın.
5- Hurma ağaçlarından her neyi kesmişseniz
veya kökleri üzerinde dimdik bırakmışsanız, (bu) Allah’ın izniyledir ve fâsık
olanları alçaltması içindir.
6- Onlardan Allah’ın elçisine verdiği ‘fey’e’
gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at ne deve sürdünüz. Ancak
Allah, elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah her-şeye güç
yetirendir.
7- Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından
Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrâbalığı
olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar
ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu
alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz
Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır.
8- (Bundan başka bu mallar,) Hicret eden
fakirleredir ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve
O’nun Resûlü’ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık
olanlar bunlardır.
11-
Münâfıklık edenleri
görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun,
eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlakâ biz de sizinle
birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç-bir zaman itaat etmeyiz. ‘Eğer
size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik
etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.
12- Andolsun, (yurtlarından) çıkarılacak
olurlarsa onlarla birlikte çıkmazlar. Onlara karşı savaşılırsa da, kendilerine
yardımda bulunmazlar; yardım etseler bile (arkalarına) dönüp-kaçarlar. Sonra kendilerine yardım
edilmez.
13- Herhâlde içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık
uyandırma bakımından’ siz, Allah’tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların ‘derin
bir kavrayışa sâhip olmamaları’ dolayısıyla böyledir.
14- Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya
duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi
aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa
kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları
dolayısıyla böyledir.
104-Mücâdile
21-
Allah, yazmıştır: ‘Andolsun,
ben gâlip geleceğim ve elçilerim de.’ Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sâhibidir,
güçlü ve üstün olandır.
105-Ahzâb
9- Ey îman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nîmetini
hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların üzerine, bir
rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı
görendir.
10- Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt
tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve
siz Allah hakkında (bir-takım) zanlarda bulunuyordunuz.
11-
İşte orada, îman
edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı.
12- Hani, münâfıklar ve kâlplerinde hastalık
bulunanlar: ‘Allah ve Resûlü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vâdetmedi’
diyorlardı.
13- Onlardan bir grup da hani şöyle demişti:
‘Ey Yesrib (Medîne) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu hâlde
dönün.’ Onlardan bir topluluk da: ‘Gerçekten evlerimiz açıktır’ diye
peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca
kaçmak istiyorlardı.
14- Eğer onlara (şehrin her) yanından
girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş
olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız)
kalmazlardı.
15- Oysa andolsun, daha önce ‘arkalarını
dönüp kaçmayacaklarına’ dâir Allah’a söz vermişlerdi; Allah’a verilen söz
(ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur.
16- De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten
kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek
az (bir zaman) dışında yararlandırılmazsınız.’
17- De ki: Size bir kötülük isteyecek olsa
sizi Allah’tan koruyacak veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak)
kimdir?. Onlar, kendileri için Allah’ın dışında ne bir veli, ne bir yardımcı
bulamazlar.
18- Gerçekten Allah, içinizden alıkoyanları
ve kardeşlerine: ‘Bize gelin’ diyenleri bilir. Bunlar, pek azı dışında zorlu-savaşlara gelmezler.
19- (Geldiklerinde de) Size karşı ‘cimri ve
bencildirler.’ Şâyet korku gelecek olsa, ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş
kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün. Korku
gidince, hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek sizi keskin dilleriyle (eleştirip
inciterek) karşılarlar. İşte onlar îman etmemişlerdir; böylece Allah onların
yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu Allah’a göre pek kolaydır.
20- Onlar (münâfıklar, düşman) birliklerinin
gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askerî) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-Araplar arasında olup sizin
haberlerinizi (ordan) sormayı cidden arzu ediyorlardı. Fakat içinizde olsalardı
ancak pek az savaşırlardı.
21-
Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.
22- Mü’minler (düşman) birliklerini
gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün
bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir.’ Ve (bu,) yalnızca
onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı.
23- Mü’minlerden öyle erkek adamlar vardır
ki, Allah ile yaptıkları ahide sadâkat
gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir.
Onlar hiç-bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler.
106-Nîsâ
71-
Ey îman edenler,
(düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da savaşa bölük-bölük çıkın yada
topluca çıkın.
72- Şüphesiz içinizden ağır davrananlar
vardır. Şayet, size bir musîbet isâbet edecek olsa: ‘Doğrusu Allah, bana nîmet
verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım’ der.
73- Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isâbet
ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiç-bir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz
şöyle der; ‘Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ‘kurtuluş ve
mutluluğa’ erseydim.’
74- Öyleyse, dünyâ-hayâtına karşılık âhireti
satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken,
öldürülür yada gâlip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz.
75- Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz,
bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib)
gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?.
76- Îman edenler Allah yolunda savaşırlar,
inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın.
Hiç şüphesiz, şeytanın hîleli-düzeni pek zayıftır.
77- Kendilerine; ‘Elinizi (savaştan) çekin,
namazı kılın, zekatı verin’ denenleri görmedin mi?. Oysa savaş üzerlerine
yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi -hattâ daha
da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: ‘Rabbimiz, ne diye savaşı
üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamâna ertelemeli değil miydin?’ dediler. De
ki: ‘Dünyâ’nın metaı azdır, âhiret, ise muttakîler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir
hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar’ bile haksızlığa
uğratılmayacaksınız’.
78- Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi
bulur; yüksekçe yerlerde tahkîm edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir
iyilik dokunsa: ‘Bu, Allah’tandır’ derler; onlara bir kötülük dokunsa: ‘Bu
sendendir’ derler. De ki: ‘Tümü Allah’tandır.’ Fakat, ne oluyor ki bu
topluluğa, hiç-bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?.
79- Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır,
kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi
olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter.
80- Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte Allah’a
itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (bilsin ki), Biz seni onların üzerine
koruyucu göndermedik.
84- Artık sen Allah yolunda savaş, kendinden
başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın. Mü’minleri hazırlayıp-teşvik et. Umulur ki
Allah, küfredenlerin ağır-baskılarını geri püskürtür. Allah, ‘kahredici
baskısıyla’ daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur.
88- Şu hâlde münâfıklar konusunda ikiye
bölünmeniz ne diye?. Oysa Allah, onları kazandıkları dolayısıyla tepe taklak
etmiştir. Allah’ın saptırdığını hidâyete erdirmek mi istiyorsunuz?. Allah kimi
saptırırsa, artık sen ona kesin olarak bir yol bulamazsın.
89- Onlar, kendilerinin inkâra sapmaları
gibi sizin de inkâra sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Allah
yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şâyet yine
yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün.
Onlardan ne bir veli (dost) edînin, ne de bir yardımcı.
90- Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan
bir kavime sığınanlar yada hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak
(istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.)
Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır,böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer
sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size
bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.
91-
Diğerlerini de sizden ve
kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri
çağrılışlarında içine baş-aşağı (balıklama) dalarlar. Şâyet sizden uzak durmaz,
barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede
bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici
bir delil’ kıldık.
92- Bir mü’mine, -hatâ sonucu olması dışında-
bir başka mü’mini öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü’mini ‘hatâ sonucu’ öldürürse,
mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve âilesine teslim edilecek bir
diyeti vermesi gerekir. Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer
o, mü’min olduğu hâlde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü’min
bir köleyi özgürlüğe kavuşturması gerekir. Şâyet kendileriyle aranızda andlaşma
olan bir topluluktan ise, bu durumda âilesine bir diyet ödemek ve bir mü’min
köleyi özgürlüğe kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken
imkânı) Bulamayan ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah’tan
bir tevbedir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
93- Kim bir mü’mini kasıtlı olarak
(taammüden) öldürürse cezâsı, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona
gazaplanmış, onu lânetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır.
94- Ey îman edenler, Allah yolunda adım
attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (İslâm
geleneğine göre) selam verene, dünyâ-hayâtının geçiciliğine istekli çıkarak: ‘Sen
mü’min değilsin’ demeyin. Asıl çok ganîmet, Allah katındadır, bundan önce siz
de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın.
Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
95- Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar
ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün
kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri
oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
96- (Onlara) Kendinden dereceler, bağışlanma
ve rahmet (vermiştir.) Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
101-
Yeryüzünde adım
attığınızda (yolculuğa yada savaşa çıktığınızda), kâfirlerin size bir kötülük
yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur.
Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.
102- İçlerinde olup onlara namazı
kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun ve silahlarını
(yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar.
Namazlarını kılmayan diğer grup gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da ‘korunma
araçlarını’ ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size apansız bir baskın
yapabilmek için, sizin silahlarınızdan ve emtianız (erzak ve mühimmâtınız)dan
ayrılmış olmanızı isterler. Yağmur dolayısıyla bir güçlüğünüz varsa veya
hastaysanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir sorumluluk yoktur. Korunma
tedbirlerinizi alın. Şüphesiz, Allah kâfirler için aşağılatıcı bir azab
hazırlamıştır.
103- Namazı bitirdiğinizde, Allah’ı
ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Artık ‘güvenliğe kavuşursanız’
namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerinde vakitleri belirlenmiş
bir farzdır.
104- (Düşmanınız olan) topluluğu aramakta
gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, acı çektiğiniz
gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah’tan
umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
108-Mâide
23- ..Allah’ın kendilerine nîmet verdiği iki
kişi: ‘Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler gâlibsiniz.
Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.’ dedi.
24- Dediler ki: ‘Ey Mûsâ biz, onlar durduğu
sürece hiç-bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz
burada duracağız’.
25- (Mûsâ:) ‘Rabbim, gerçekten kendimden ve
kardeşimden başkasına mâlik olamıyorum. Öyleyse bizimle fâsıklar topluluğunun
arasını Sen ayır’ dedi.
26- (Allah) Dedi: ‘Artık orası kendilerine
kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde ‘şaşkınca dönüp duracaklar’. Sen
de o fâsıklar topluluğuna üzülme.
33- Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş
açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri,
asılmaları yada elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veyâ (bulundukları)
yerden sürülmeleridir. Bu, Dünyâ’daki aşağılanmalarıdır, âhirette onlar için
büyük bir azab vardır.
34- Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden
önce tevbe edenler başka. Bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
35- Ey îman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak)
vesîle arayın; O’nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
109-Mümtehine
8- Allah, sizinle din konusunda savaşmayan,
sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara
iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü
Allah adâlet yapanları sever.
9- Allah, ancak din konusunda sizinle
savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları
ve sürülüp-çıkarılmanız için arka
çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık
onlar zâlimlerin ta kendileridir.
11-
Ve eğer eşlerinizden (kâfirlere
kaçmalarından dolayı) herhangi bir şey kâfirlere geçer, böylece siz de (savaşta
onları yenip) ganîmete kavuşursanız, eşleri (kaçıp) gidenlere (mehir olarak)
harcama yaptıklarının bir mislini verin. Kendisine îman ettiğiniz Allah’tan
sakının.
110-Fetih
7- Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.
Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir.
11-
Bedevilerden geride
bırakılanlar, sana diyecekler ki: ‘Bizi mallarımız ve âilelerimiz uğraştırdı.
Bundan dolayı bizim için mağfiret dile’. Onlar, kâlplerinde olmayan şeyi
dilleriyle söylüyorlar. De ki: ‘Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek yada bir
yarar dileyecek olsa, sizin için Allah’a karşı kim herhangi bir şeyle güç
yetirebilir?. Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır’.
12- Hayır, siz Peygamberin ve mü’minlerin, âilelerine
ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, kâlplerinizde çekici
kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir topluluk
oldunuz.
15- (Savaştan) Geride bırakılanlar, ganîmetleri
almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: Bizi bırakın da sizi izleyelim.
Onlar, Allah’ın kelâmını değiştirmek istiyorlar. De ki: ‘Siz, kesin olarak
bizim izimizden gelemezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurdu’. Bunun üzerine: ‘Hayır,
bizi kıskanıyorsunuz’ diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayan kimselerdir.
16- Bedevilerden geride bırakılanlara de ki:
‘Siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız; onlarla (ya)
savaşırsınız yada (onlar) müslüman olurlar. Bu durumda eğer itaat ederseniz,
Allah, size güzel bir ecir verir; eğer bundan önce sırt çevirdiğiniz gibi
(yine) sırt çevirirseniz, sizi acı bir azab ile azablandırır’.
17- Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur,
topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne
itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim sırt
çevirirse, onu acı bir azab ile azablandırır.
18- Andolsun, Allah, sana o ağacın altında
biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kâlplerinde olanı bilmiş ve böylece
üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap
(karşılık) olarak vermiştir.
19- Ve alacakları bir-çok ganîmetleri de.
Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir.
20- Allah, alacağınız daha birçok ganîmetleri
size vâdetti, bunu size hemencecik verdi ve insanların ellerini sizden çekti
ki, (bu,) mü’minler için bir âyet olsun ve sizi dosdoğru bir yola yöneltsin.
21-
Ve (daha) başka (nice nîmetler
de, ki,) siz henüz onlara güç yetirmiş değilsiniz; (ama) gerçekten Allah,
onları kuşatmıştır. Allah, her-şeye güç yetirendir.
22- Kâfir olanlar, sizinle savaşmış
olsalardı, arkalarını dönüp kaçarlardı; sonra, ne bir veli (koruyucu dost), ne
bir yardımcı bulurlardı.
23- (Bu,) Allah’ın öteden bêri sürüp giden
sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın.
24- Onlara karşı size zafer verdikten sonra,
Mekke’nin göbeğinde ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O’dur.
Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
25- Ki onlar, inkâr ettiler, sizi Mescid-i Haram’dan ve durdurulmakta
(bekletilmekte) olan hediyeleri (kurbanları), yerlerine varmaktan alıkoydular.
Eğer kendilerini bilmediğiniz mü’min erkekler ve mü’min kadınları, bilgisizlik
dolayısıyla darmadağın edip de bu yüzden size ‘dayanılmaz bir sıkıntı’
dokunmayacak olsaydı (o zaman durum farklı olurdu. Durumunun böyle olması,)
Allah’ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (karışık yaşayan mü’minler),
seçilip ayrılmış olsalardı, muhakkak içlerinden inkâr edenleri acı bir azab ile
azablandırırdık.
111-Nasr
1-
Allah’ın yardımı ve
fetih geldiği zaman,
2- İnsanların Allah’ın dînine dalga-dalga
girdiklerini gördüğünde,
3- Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan
mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabûl edendir.
112-Hucurât
9- Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak
olursa, aralarını bulup-düzeltin.
Şâyet biri diğerine tecâvüzde bulunacak olursa, artık tecâvüzde bulunanla,
Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kab^3ul
edip) dönerse, bu durumda adâletle aralarını bulun ve (her konuda) âdil
davranın. Şüphesiz Allah, âdil olanları sever.
10- Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.
113-Tahrîm
9- Ey Peygamber!, kâfirlere ve münâfıklara
karşı cihad et ve onlara karşı ‘sert ve caydırıcı’ davran. Onların barınma yeri
cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o.
114-Tevbe
5- Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince
(çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve
onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve
zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir.
6- Eğer müşriklerden biri, senden ‘eman
isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik
içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk
olmaları nedeniyledir.
12- Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine
yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda
küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki
cayarlar.
13- Yeminlerini bozan, elçiyi (yurdundan)
sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defâ (savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz
mısınız?. Korkuyor musunuz onlardan?. Eğer inanıyorsanız, kendisinden
korkmanıza Allah daha lâyıktır.
14- Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin
ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer
versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifâya kavuştursun.
15- Ve kâlblerindeki öfkeyi gidersin. Allah
dilediğinin tevbesini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
16- Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve
Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah ‘bilip
(ortaya) çıkarmadan’ bırakılıvereceğinizi mi sandınız?. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
20- Îman edenler, hicret edenler ve Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri
vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.
24- De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr
getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan,
O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın
emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.
25- Andolsun, Allah bir-çok yerlerde ve
Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip-gururlandırmıştı,
fakat size bir şey de sağlayamamıştı. Yer ise, bütün genişliğine rağmen size
dar gelmişti, sonra arkanıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz.
26- (Bundan) Sonra Allah, elçisi ile mü’minlerin
üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi, sizin görmediğiniz orduları indirdi
ve inkâr edenleri azablandırdı. Bu, inkârcıların cezâsıdır.
27- Bunun ardından Allah, dilediği kimseden
tevbesini kabûl eder. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
29- Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a
ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram
tanımayan ve hak dîni (İslâm’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi
kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.
36- Gerçek şu ki, Allah katında ayların
sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir.
Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse
bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz
de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir.
38- Ey îman edenler!, ne oldu ki size, ‘Allah
yolunda savaşa kuşanın’ denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız?.
Âhiretten (cayıp) dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?. Ama âhirettekine (göre), bu
dünyâ-hayâtının yarârı pek azdır.
39- Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi
pek acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip
değiştirecektir. Siz O’na hiç-bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her-şeye güç
yetirendir.
40- Siz O’na (peygambere) yardım etmezseniz,
Allah O’na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak O’nu (Mekke’den)
çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne
kapılma, elbette Allah bizimle berâberdir’. Böylece Allah O’na ‘huzur ve
güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş,
inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın
kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir.
41-
Hafif ve ağır savaşa
kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
42- Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer
olsaydı, onlar mutlakâ seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. ‘Eğer güç
yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık’. diye sana Allah adına
yemin edecekler. Kendi nefislerini helâka sürüklüyorlar. Allah onların
gerçekten yalan söylediklerini biliyor.
43- Allah seni affetsin; doğru söyleyenler
sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları da öğreninceye kadar niye onlara izin
verdin?.
44- Allah’a ve âhiret gününe îman edenler,
mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler.
Allah takvâ sâhiplerini bilendir.
45- Senden, yalnızca Allah’a ve âhiret
gününe inanmayan, kâlbleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler
izin ister.
46- Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi, herhâlde
ona bir hazırlık yaparlardı. Ancak Allah, (savaşa) gönderilmelerini çirkin
gördü de ayaklarını doladı ve; ‘(Onlara) Siz de oturanlarla birlikte oturun’
denildi.
47- Sizinle birlikte çıksalardı, size ‘kötülük
ve zarardan’ başka bir şey ilâve etmez ve aranıza mutlakâ fitne sokmak üzere
içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara ‘haber taşıyanlar’ vardır. Allah,
zulmedenleri bilir.
48- Andolsun, daha önce onlar fitne
aramışlardı. Ve sana karşı bir-takım işler çevirmişlerdi. Sonunda onlar,
istemedikleri hâlde hak geldi ve Allah’ın emri ortaya çıkıp-üstünlük sağladı.
49- Onlardan bir kısmı: ‘Bana izin ver ve
beni fitneye katma’ der. Haberin olsun, onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir.
Hiç şüphesiz cehennem, o inkâr edenleri mutlakâ çepeçevre kuşatıcıdır.
50- Sana iyilik dokunursa, bu onları
fenâlaştırır, bir musîbet isâbet edince ise: ‘Biz önceden tedbirimizi almıştık’
derler ve sevinç içinde dönüp giderler.
51-
De ki: ‘Allah’ın bizim
için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç-bir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır.
Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler’.
52- De ki: ‘Siz bizim için iki güzellikten
(şehidlik veya zaferden) birinin dışında başkasını mı bekliyorsunuz?. Oysa biz
de, Allah’ın ya kendi katından veyâ bizim elimizle size bir azab
dokunduracağını bekliyoruz. Öyleyse siz bekleyedurun, kuşkusuz biz de sizlerle
birlikte bekleyenleriz.
53- De ki: ‘İsteyerek veya istemeyerek infâk
edin; sizden kesin olarak kabûl edilmeyecektir. Çünkü siz bir fâsıklar
topluluğu oldunuz’.
73- Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla
cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri
cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!..
80- Sen, onlar için ister bağışlanma dile,
istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları
kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah’a ve elçisine (karşı) nankörlük
etmeleri dolayısıyladır. Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.
81-
Allah’ın elçisine muhâlif
olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına
sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin
görerek: ‘Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin
sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Bir kavrayıp-anlasalardı.
82- Öyleyse kazandıklarının cezâsı olarak az
gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Bundan böyle, Allah seni onlardan bir
topluluğun yanına döndürür de, (yine savaşa) çıkmak için senden izin
isterlerse, de ki: ‘Kesin olarak benimle hiç-bir zaman (savaşa) çıkamazsınız ve
kesin olarak benimle bir düşmana karşı savaşamazsınız. Çünkü siz oturmayı ilk
defâ hoş gördünüz; öyleyse geride kalanlarla birlikte oturun’.
84- Onlardan ölen birinin namazını hiç-bir
zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a ve elçisine (karşı)
inkâra saptılar ve fâsık kimseler olarak öldüler.
85- Onların malları ve evlatları seni
imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları Dünyâ’da azablandırmak ve
canlarının onlar inkâr içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor.
86- ‘Allah’a îman edin, O’nun elçisi ile
cihada çıkın’ diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sâhibi olanlar,
senden izin isteyip: ‘Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım’ dediler.
87- (Savaştan) geri kalanlarla birlikte
olmayı seçtiler. Onların kâlbleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar.
88- Ama Resûl ve onunla birlikte olan mü’minler,
mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler; işte bütün hayırlar onlarındır ve
kurtuluşa erenler onlardır.
89- Allah onlar için, süresiz kalacakları,
altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’
budur.
90- Bedevilerden özür belirtenler,
kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah’a ve elçisine yalan söyleyenler
de oturup kaldı. Onlardan inkâr edenlere pek acı bir azab isâbet edecektir.
91-
Allah’a ve elçisine
karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar’ oldukları sürece, güçsüz-zayıflara,
hastalara ve infâk etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah)
yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir.
92- Bir de (savaşa katılabilecekleri bir
bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde ‘Sizi bindirecek bir şey
bulamıyorum’ dediğin ve infâk edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı
gözlerinden yaşlar boşana-boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur.
93- Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki,
zengin oldukları hâlde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar
geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kâlplerini
mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler.
94- Onlara geri döndüğünüzde size özür
belirttiler. De ki: ‘Özür belirtmeyiniz, size kesin olarak inanmıyoruz. Allah
bize, durumunuzu haber vermiştir. Yaptıklarınızı Allah görecektir, O’nun elçisi
de. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen’e döndürüleceksiniz ve O,
yaptıklarınızı size haber verecektir’.
95- Onlara geri döndüğünüzde kendilerinden
vazgeçmeniz için Allah’a and içecekler. Artık siz onlara sırt çevirin. Onlar
gerçekten pistirler. Kazanmakta olduklarının bir cezâsı olarak, barınma yerleri
cehennemdir.
96- Kendilerinden hoşnut olmanız için size
yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile şüphesiz Allah, fâsıklar
topluluğundan hoşnut olmaz.
97- Bedeviler inkâr ve nifak bakımından daha
şiddetlidir. Allah’ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha ‘yatkın
ve elverişlidir.’ Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
98- Bedevilerden öyleleri vardır ki, infâk
ettiğini bir cereme sayar ve sizi felâketlerin sarıvermesini bekler. Kötü felâket
onları sarsın. Allah işitendir, bilendir.
99- Bedevilerden öyleleri de vardır ki,
onlar Allah’a ve âhiret gününe îman eder ve infâk ettiğini Allah katında bir
yakınlaşmaya ve elçinin duâ ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. Haberiniz
olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. Allah da onları kendi
rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
106- Diğer bir kısmı, Allah’ın emri için
ertelenmişlerdir. O, bunları, ya azablandıracak veya tevbelerini kabûl
edecektir. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
107- Zarar vermek, inkârı (pekiştirmek), mü’minlerin
arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için
mescid edinenler ve: ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler
(var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şâhidlik etmektedir.
112- Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd
edenler, (İslâm uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği
emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen
(bütün) mü’minleri müjdele.
117- Andolsun Allah, Peygamberin, Muhâcirlerin
ve Ensarın üzerine tevbe ihsan etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kâlbi
nerdeyse kaymak üzereyken- ona güçlük saatinde tâbi oldular. Sonra onların
tevbelerini kabûl etti. Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok
esirgeyicidir.
118- (Savaştan) geri bırakılan üç (kişiyi) de
(bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti,
nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan
başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye
onların tevbesini kabûl etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabûl
edendir, esirgeyendir.
122- Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp
çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında
(bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve
kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için (geride kalabilir).
Umulur ki onlar da kaçınıp-sakınırlar.
123- Ey îman edenler, inkâr edenlerden size
en yakın olanlarla savaşın; sizde ‘bir güç ve caydırıcılık’ görsünler. Ve bilin
ki gerçekten Allah takvâ sâhipleriyle berâberdir.
Sadakallahülazim
Buraya kadar 272
tâne savaş ve bağlamı ile ilgili âyet okuduk ve bunların sâdece üçte biri savunma-savaşına
atıf olarak gördük. Bu âyetlerdeki savaş ifâde eden kelimeler; Be’si, Kâtele, Harbin,
Darabû, İdfeu, İnfirû, Kuffû, Mücâdihûne, Câhedû, Mevâtıne, Haracû gibi kelimeler
ve türevleridir. Kur’ân’daki savaştan söz-eden âyetler baskın bir şekilde savunma-savaşı
ile ilgili değil, “saldırı savaşı” ile ilgilidir.
Hendek, Uhud ve
Hattâ Bedir savaşını savunma-savaşı olarak kabûl edebiliriz. Fakat Huneyn, Taif,
Tebük savaşları, Mekke’nin Fethi ve Gazzelerin/Seriyyelerin tamâmı saldırı
savaşıdır. Peygamberimiz hayâtı boyunca 62 tâne (bir rivâyete göre 65)
Savaş/Gazve/Seriyye düzenlemiş, bunların 27 tânesine baş-komutanlık etmiştir. 27
gazve 60 civârında seriyye ile yaklaşık 90 savaş olduğunu söyleyenler de
vardır. Hattâ “hayâtının her kırk gününe bir gün savaş/sefer düşmüştür” denir. Bunların
da ezici çoğunluğu savunma değil, saldırı savaşıdır. Hattâ Peygamberimizin
vefâtından sonraki halifeler ve 20. yy.’ın başına kadar müslümanların
yaptıkları savaşların neredeyse tamâmı saldırı savaşıdır. Çünkü fazîlet sâdece savunma-savaşında
değildir.
“Öyleyse kim size saldırırsa, onun
saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki
Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).
“İslâm’da savaş
savunma savaşıdır” sözüne göre, “Peygamberimiz yaptığı 65 savaşın tamâmını
Medîne’de yapmıştır” demek gibi bir safdillikle karşı-karşıya kalırız.
Peygamberimiz “savaşçı” bir peygamberdir. Bir elinde Kur’ân, diğer elinde
kılıç/demir vardır ki “mîzan/düzen” ancak bunlarla birlikte sağlanabilir.
Peygamberimizin ismi ile anılan sûre olan Muhammed Sûresi savaş sûresidir,
zâten bir adı da “kıtâl sûresi”dir bu sûrenin.
Ali Merad:
“Haçlı Seferleri
Hristiyanlık için olduğu gibi, askerî fetihler de İslâm’ın târihi imajından
ayrılamaz. O kadar ki; İslâm kimi-zaman “kılıç dîni” olarak görülmüştür” der.
İslâm’da kaynak,
kitap ve sünnettir. Kitap bilincin kaynağı iken, sünnet de eylemin kaynağıdır.
Kitap, Allah’ı; kılıç ise Peygamberi temsil eder. Biri bilinç-şuur (kitap),
diğeri de eylem (sünnet) olarak.
“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar;
inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse evliyau’ş şeytan/şeytanın
dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, Şeytan’ın hileli düzeni pek zayıftır” (Nisa 76).
İslâm’ın
başlarında ve peygamberimizden sonraki 15-20 yıllık dönemde çok hızlı fetih
hareketleri olmuştur ki, bu kadar kısa-zamanda yapılan fetihlerin savunma-savaşı
yapılarak gerçekleşmesi doğal olarak imkânsızdır. Nesîmi Yazıcı:
“Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk
altı yılını içeren kısa dönemde, İslâm-târihinin olduğu
kadar, belki de dünyâ-târihinin en hızlı fetih hareketlerinden biri gerçekleşmiştir. Bu cümleden olmak
üzere, dönemin Bizans’la birlikte en güçlü devletlerinden biri olan Sasani Devleti, kısa-zamanda
tamâmıyla ortadan kaldırılmıştır” der.
Son zamanlarda “Ilımlı İslâm Projesi”nin
de katkısıyla, İslâm’ı “layt” bir şekilde yorumlayarak; “İslâm’da savaş sâdece
savunma-savaşıdır” gibi asılsız sözler edilmesi ve diğer bâzı kesimler
tarafından da sürekli olarak, özellikle “kırmızı et” öne çıkarılarak proteinden
uzak durulması söylemleri, türk müslümanları özelinde dünyâ-müslümanlarını
pasifleştirmiş ve pısırık-korkak-ürkek-çekingen vs. hâle getirmiştir ya da
getirmek istemektedir. Tasavvuf-bâtıni söylemlerin aşırı öne çıkarılması ve
desteklenmesi ile birlikte, İslâm Dîni, Budizme dönüştürülmeye çalışılarak, İslâm
sanki “salt bir ahlâk dîni” gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. “Pasifliğin
insanın ulaşabileceği en yüce makam olduğu inancı”na dayanan Budizm, târihte
başta Uygurlar olmak üzere bir-çok devleti pasif bir hâle getirerek ve edilgen
bir duruma sokarak ya diğer devletlerin güdümüne sokmuştur ya da yok olmalarına
neden olmuştur. Göktürk hâkânı Bilge Kağan’ın, veziri Tonyukuk’tan bir Budist
mâbedi inşasını istediğinde, vezirin ona verdiği cevap şöyle olmuştur: "Savaşı ve hayvan eti yemeyi
yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu dînin kabûlü, türkler için felâket
olur".
İslâm’da her-şeyde olduğu gibi, savaş konusunda da bir ahlâk-anlayışı
vardır ve “savaş-ahlâkı”, aynı-zamanda bir “tebliğ”i de içinde taşımıştır târih
boyunca. Meselâ türklerin müslümanlaşması ilk-kez, arap-türk savaşlarının
sonucunda başlamıştır. Savaş, insanlar arasında iyi ilişki biçimleri de
doğurabilir. Hele ki İslâm’ın savaş-ahlâkı ile olursa tam bir tebliğ olur.
Zâten, İslâm’da savaş-fetih, İslâm ile insan arasındaki engellerin kaldırılması
için yapılır.
İslâm, savaşı,
Allah ile insan arasındaki engelleri kaldırmak için yapar. Kendisini savunmak
ve korumak, adâletsizliği gidermek, zulmü kaldırmak için yapar. Bunun yolu da
kâh savunma, kâh saldırı-savaşı olarak tezâhür eder. Fakat çoğunlukla, amaç kötülükleri
kaldırmak olduğu için, saldırı savaşı yapılır. Oturduğumuz yerde kötülükler
kendi-kendine kalkacak değil ya..
“Saldırı
savaşı” denildiğinde yanlış anlayarak saldırılan yerin “işgâl edilmesi ve
insanlara eziyet edilip sömürülmesinden bahsetmiyoruz. Peygamberimizin ve
halifelerin örnekliğinde de görüldüğü gibi İslâm “emperyâl” (emperyâlist değil)
bir dindir. Cihad-merkezli olduğundan yayılmacıdır yâni. Fakat bu emperyâlllik,
işgâl için değil, fetih için, dâvet için, tebliğ için, Allah’ın dînini âleme
duyurmak için yapılır ve zâten adına da işgâl/emperyalizm değil, “Fetih” denir.
Hiç kimse müslüman olmaya zorlanmaz/zorlanamaz. Sâdece, müslüman olmak istemeyenler
cizye ile mükelleftirler. Gerçi gayri-müslimler bu verginin karşılığını da fazlası
ile alırlar. “İslâm emperyâldir” derken; Batı’nın anladığı ve yaptığı tarzda
bir emperyâlizmden, “yıkıcı emperyâlizmden” değil, “yapıcı emperyâlllikten”
bahsediyoruz. Zâten bunun adını Batı’nın koyduğu gibi “emperyâlizm” olarak
koymak ve kullanmak zorunda değiliz. Bunun İslâmî dildeki adı “cihad/fetih”tir.
Evet; İslâm bir cihad/fetih dînidir. Ve fetih, bâzı küçük yıkıcılıklar
taşısa da, aslında ve sonuçta yapıcı bir faâliyettir. Çünkü dînî bir
faâliyettir.
Savaş bir dâvet
görevi de görür aynı-zamanda. Kelim Sıddîki:
“Medîne’den 68 sefer başlatılmıştır ve
bunların pek azı savunma amaçlıdır. Resûlullah bunların yarısına bile
katılmamıştır. O sâdece sahabenin cehdini organize ediyor; meselâ 20 mü’mine;
“gidin, şu civarda şu âsileri Allah’a boyun eğdirin” diyordu!.
Bu-gün müslümanlar dâveti, hristiyan bir
mânâda algılamaktalar. Savaşın bir metod olabileceğini bir-an bile düşünmek
onların tüylerini her-hâlde diken-diken ediyor. Harpler, Bedir, Uhud, Hendek
alelâde anlatılıp geçiliyor. Stratejik önemi, psikolojisi ve sonuçları üzerinde
durulmuyor ki, sonuçlar deyince de sâdece mü’minler üzerindeki değil, küfür
âlemi üzerindeki têsir de anlaşılmak zorundadır.
Acaba bu muhârebeler İslâm toplumunu nasıl
sağlamlaştırmış, aşîrete dayalı arap câhili toplum yapısını nasıl sarsmıştır?.
Meselâ, sîret literatürü bu sorulara cevap vermiyor. Bir de “güç” sorunu var.
Peygamber’in hiç şüphesiz güce ihtiyâcı olmuştur ve Mekke’de bunu bulamamıştır.
Şimdi acaba o’nun “güç anlayışı” neydi?. Gücü nasıl buldu ve nasıl kullandı?.
Nasıl devretti?. Gücünün kaçta-kaçı askeriydi?. Gücünü savaşlar mı yarattı?.
Gücünü başkalarıyla paylaştı mı?. İşte bu gibi sorular hâlâ cevap bekliyor”
der.
Mustafa
Çelik şöyle der:
“Şunu
bilelim ki; cihad, şunun-bunun emri değil, Allah’ın emridir. Allah’ın cihad
emrini gereksiz görmek, Allah’a imânı gereksiz görmektir.
Kur’ân’ı alır okursanız
görürsünüz ki, Kur’ân baştan-sona îman ve cihad/fetih kokan bir kitaptır. Kur’ân,
insanı îmansız ve cihadsız bırakmayan bir kitapdır. Cihad, İslâm’ın hayâtıdır.
Cihad’ı İslâm’dan çekip alırsanız, yâni İslâm’ı cihad emri olmayan bir din
olarak tasavvur ederseniz, İslâm’ın hayâta hâkim olma hakkını mahkûm etmiş
olursunuz. İslâm’ı mâbede hapsedilmiş, evcil, sokağa söyleyecek bir sözü
olmayan, ekonomik ve siyâsal yaşama, sanat ve estetiğe, mîmâriye, târihe, ölüm
ve ötesine âit bir iddiası, bir söylemi bulunmayan ölü dünyâ-dinlerinden bir
din olarak tasavvur edenler, Allah’ın indirdiği dîne değil, sahte ilâhlar
tarafından uydurulmuş ve üretilmiş dinlere tâbi olanlardır.
Cihad, istiklâlimizin ve
istikbâlimizin garantisidir. Cihadsız bir dîne inanmış olanların âkibetleri
Firavunlara köleliktir. Müslüman olarak “Maşrıkta bir müslümanın ayağına bir diken
batsa benim ayağım kanar. Mağrıp’ta bir müslümanın ayağına bir taş çarpsa benim
ayağım sızlar” demiyorsan, îmânın problemli demektir. Îman edip
îman-merkezli bir hayat yaşamak istiyorsan, dünyâ-müslümanlarını sâhiplenmek
mecbûriyetindesin. Aksi-hâlde îmânına ihânet etmiş olursun”.
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o
ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz? Baksanıza: “Ey
bizim Rabbimiz! bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir
bahâdır gönder!” diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsa 75).
R.
İhsan Eliaçık bu âyetin tefsirinde şöyle haykırır:
“Yâni: Ey Allah
ile yürüyenler!, Ey müslümanlar!, size ne oluyor da böyle eli-kolu bağlı oturup
duruyorsunuz?. Siz şu kâlpsiz dünyânın kâlbi, insanlığın geriye kalan son
vicdânı değil misiniz?. Allah ile yürümenin öyle oturarak mı olacağını
sanıyorsunuz?. Bakın Mekke’de kalanlar (bugün de Gazze’de, Mısır’da,
Sûriye’de vs.) gözlerini dikmiş sizi bekliyor. Çâresizlik içinde yalvarıp
duruyorlar. Zulüm altında inleyen bu insanlar için savaşmazsanız, “Allah
ile yürüyen” birileri mutlaka çıkacaktır. O hâlde kalkın ve yürüyün!. Ve
siz, ey bu kitabı kendi çağında okuyan herkes!, kendi çağınızın ezilen
erkekleri, kadınları ve yavrularından sorumlusunuz. Memleketlerinde zulüm
altında inleyen ; baskıdan, zorbalıktan kurtulup özgürlük ve adâlet arayan bütün
insanlardan sorumlusunuz. Dünyâ’nın neresinde bir mazlum varsa,
neresinde bir “imdat” çığlığı duyuyorsanız, kim olduğuna bakmadan yardımına
koşmaya, el uzatmaya mecbursunuz. Dünyâ’nın meydanında “Allah ile yürümek”
budur!: Haydi kalkın!. Allah yolunda ve tüm ezilenler uğrunda savaşın!”.
Savaş denince
sâdece ok-kılıç vs. gibi savaş aletleriyle yapılan ve ölme-öldürme ile
sonuçlanan savaşı anlamaz İslâm. Şeytan’ın ve tâğutların işgâl ettiği zihinleri
özgürleştirmek için yapılan cehd de bir çeşit savaştır.
Zihinlerle/nefislerle/benliklerle/kâfirlerle/münâfıklarla vs. gerek savunmada,
gerekse merkez-dışında cehd/savaş yapılır. Bu, İslâm’ın en önemli başka bir
yönüdür. Bu “cehd” için de merkezden çok uzaklara bu “savaş”ı yapmak için
çıkılır. Tâbir-i câiz ise kâlplere//yüreklere/vicdanlara/zihinlere saldırılır.
Ee, İslâm/silm/selam
kelimeleri “barış” demek değil mi? diye sorulursa.. Evet, “barış” demektir. Fakat
bu barış, “savaştan sonraki barış”tır. (Enfâl 60-61). Peygamberlik örneğinde
bunu görüyoruz. Mekke, savaşmadıkça fethedilmedi. “İzâ câe nasrullâhi vel feth,
Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ”.. “Allah’ın yardımı ve fetih
geldiği zaman, (işte o zaman) insanların Allah’ın dînine dalga-dalga
girdiklerini göreceksin”. Çünkü İslâm ancak bu şekilde hem gönüllere hem de
coğrafyalara yerleşir ve sâbitlenir. Aksi hâlde sâdece gönülleri fethetmek
değildir îman. Îman, yüzdeyüz îmandır. Maddî/mânevi tüm boyutları ile
gerçekleştiğinde ancak tam anlamıyla gerçekleşmiş ve yaşanmış olur. Îman/İslâm
yaşanmak ister, yaşanmak için coğrafyalar ister. Mücâhidler ile fethedilmiş
coğrafyalar. Çünkü sâdece söz ile meydana gelen îman, sâdece ahlâk ile toplanan
kalabalık, başka bir sözle, başka bir ahlâkla saf değiştirir. Hemen gidebilir/değişebilir.
Allah muhâfaza..
“Kur’ân’da savaş
ile ilgili âyetlerin bir-çoğu da savunma-savaşı ile ilgilidir” diyorlar. İyi de
kardeşim biz bu âyetlerin de gereğini yerine getirmiyoruz ki.. Meselâ “Mavi
Marmara” olayında 10 müslümanın/vatandaşın ölümüne neden olan olaya (savaş) karşı
hareket (savaş) etmedik. Yâni bize saldırıyorlar ama biz buna karşılık
vermiyoruz. Yâni savunma-savaşı yapmıyoruz. Savunma-savaşını da yapmıyoruz
ki..Bunun nedeni, Kur’ân’da savaş sâdece savunma-savaşıdır bahânesi değildir.
Savaşmaktan korkmaktır. Saldırı savaşına muhâlif/karşı olanlar, zâten
savunma-savaşından da korkanlardır. İslâm’daki savaşın sâdece savunma-savaşı
olduğunu söyleyenler, aslında savunma-savaşına da karşıdırlar. Çok gerektiği hâlde
bile. Savunma-savaşını ön-plana çıkaranların ilk-hedefi Kur’ân’a hizmet
değildir; Laik/kapitâlist/neo-demokratik/neo-liberâlist/neo-konformist/modernist/ekonomik/konjonktürel
sistemlerin etkileridir. Bu sistemin meydana getirdikleri “götsüz”lükler yada
“götlük”lerdir.
Oysa bu korku
îman edenler için yersizdir. Bunu Kur’ân söylüyor:
“Onların kâlplerinde sizin korkunuz,
Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu
hâlde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları
derli-toplu sanırsın; Hâlbuki kâlpleri darma-dağınıktır” (Haşr 14).
“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar,
kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O hâlde
şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır" (Nîsâ, 76)
Ramazan Kayan:
“Bir Moğol askeri bir
köye giriyor, tüm köylüleri esir alıyor. O an kılıcı yanında yok, gidip
kılıcını alıp getiriyor, bütün esirleri kılıçtan geçiriyor...
Köylülere niçin tepki
vermedikleri sorulunca, cevap ilginç...”Ama o bir Moğol!”
Moğol korkusu iliklerine
işlemiş bir toplum. Ya da diktatörlerin, emperyalistlerin korkusu ile mefluç
kitleler.
Evet, egemen güçlerin
yenilmezliğini kulaklarımıza üfleyen, Şeytâni fısıltılarla kâlpleri ifsâd eden
odaklar boş durmuyor.
“Kuşkusuz Rabbimiz Allah’tır
deyip sonra istikâmet üzere olanlara korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de”.
Ölüm korkusu, rızk
endişesi, cezâlandırılma tedirginliği terk edilmeden geleceğe yürüme takâtini
kendimizde bulamayız.
Ahmet Feyyaz: “Toplumlar
savaşlarla, silahlarla yok olmazlar, halklar korkuları ile yok olurlar” der.
Tedbir korkaklığın diğer ismi olmuşsa
orada durmak lâzım. Bu-gün fincancı katırlarını ürkütmemek adına her şeyden
vazgeçme yanılgısı revaç bulabiliyor. Bu bakımdan tedbirciliğimiz alanı terk
etmek, sorumluluktan sıyrılmak anlamına gelmemeli diye düşünüyorum. Çünkü
aşırı tedbircilik, takiyyeciliğe, takiyyecilik de zamanla ikiyüzlülüğe neden
olabilmektedir” der.
Ve Resûlullah’ın
uyarısı: "Kim bir zâlime yardım ederse, (savaşmayarak H.G.) Allah Teâlâ, o
zâlimi ona musallat eder".
“Kendilerine savaş açılan kimselere
(savaş) izni verildi; çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere
ulaştırmaya gerçekten kâdirdir” (Hacc 39).
Savunma-savaşı,
savaşın ilk aşamasıdır. Kur’ân’da savaş “ilk olarak” savunma-savaşıdır. Fakat
burada durmaz, fetihlere başlar. Âyetlerde savaşa, genellikle de saldırı savaşı
dediğimiz “Cihad/Fetih için bir teşvik vardır.
“Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz,
Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla
savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir” (Bakara 191).
Bu âyete göre
savunma-savaşı “mutlak anlamda” sâdece Mescid-i Haram’da ve haram aylarda olur.
“Sana haram olan ayı, onda savaşmayı
sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında, Allah’ın
yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını
oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç
yetirirlerse, sizi dîninizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı
sürdürürler; sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık
onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve
onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217)
Görüldüğü
gibi Kur’ân, duruma göre haram aylarda bile savaşa izin vermiştir. Fakat bu
aylarda yapılacak savaş sâdece “savunma-savaşı” olabilir.
Mute
ve Tebük savaşları kesinlikle birer savunma-savaşı değildirler. 100.000 kişiye
karşı 3.000 kişiyle yapılmış kahramanca bir “saldırı savaşı”dır bu savaşlar.
Kendisine
“yeryüzünde sağlam bir iktidâr” verilen (Kehf 84) Zülkarneyn’in doğudan batıya
yaptığı seferler, savunma-savaşı amaçlı değildir.
Daha
Peygamberimizin vefâtından 33 yıl sonra Muâviye zamânında İstanbul’u fethetmek
için gidilen savaş savunma savaşı değildir. Kıbrıs’ın fethi de bir savunma
savaşı değildir. “Saldırı savaşı” sözü ağır gelmiş olanlar bunu “fetih savaşı
olarak” değerlendirsin.
Yahudilik
ve Hristiyanlığın entegrist ve şiddete dayalı dinsel kabûlleri bu-gün bütün
şiddetiyle icrâ edilmektedir. Buna mukâbil, öteki yerel her bir dîni söylemden
ve husûsiyle Müslümanlardan ise, çoğulcu (demokratik) bir yaklaşım
sergilemeleri istenmekte; bununla, siyâsaldan soyutlanmış protestan bir İslâm!
talep edilmektedir.
Askerlikte bir
kâide vardır: “Savaşı mümkünse düşman tarafında yapmak”. Böylelikle kendi
taraflarındaki yıkımla oluşacak zarârın azaltılması hedeflenir.
Peygamberimizin
vefât etmeden önce son yaptığı iş, Usame bin Zeyd’i komutan tâyin ederek Bizans’a
karşı savaşmaya göndermesidir.
Rabbimiz diyor
ki: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık
delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için
berâberlerinde kitabı ve mizânı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük
bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dînine ve
peygamberlerine, gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz
Allah kuvvetlidir, dâima üstündür” (Hadid 25).
Âyette de
söylendiği gibi; Allah Kur’ân’da sâdece mizânı değil, demiri de indirdiğini
söyleyerek sâdece yumuşaklığı değil, yerine ve zarûrete göre (ki bu, nerede
olursa-olsun zulmü ber-taraf etmek demektir) demiri kullanarak sertliğe de
baş-vurulabileceğini söyler.
İslâm
savaş-süreci şu şekilde işler: Savaşmamak; savaş açanlara karşı savaşmak;
engelleri, zulümleri ortadan kaldırmak için saldırı savaşı (cihad/fetih).
Seyyid Kutup der ki:
“İslâm’da savaş, ‘tahaffuz’dan
çok ‘taarruz’dur”.
Ali Şeriati:
“Bildiler ki, “zulme rızâ gösteren, zâlimin ortağıdır".
Müslümanın yaşamı akîde ve cihad ile sağlamdır. Peygamber (s.) ve
izleyicilerinin sünneti; bireysel riyâzetler, kulluk, telkin ve uyuşturucu
ibâdetler değildir, Cihad ve
şehâdettir. Kur’ân’ın getirdiği ruhbanlık değildir. Peygamber silahlıdır
ve risâletinin hedefi bilgi, bilinç ve adâlettir. Mü’minler bildiler ki, İslâm’ın
ilâhı, “demiri” (gücün simgesi) adâlet terâzisinin özdeşi, adâleti de vahy
kitabının gereği olarak kullanır. İslâm-îmânına sâhip bir toplumun belirtisi: “Birbirlerine karşı merhâmetli, kâfirlere
karşı şiddetlidirler” (Fetih 29) esprisidir. Dik-başlılık ve izzettir.
Hiç-bir kitap, Kur’ân kadar zillet içindeki toplumları devrime, başkaldırmaya
ve ayaklanmaya tahrik edici değildir.
Cihad, kuşkusuz cennetin kapılarından Allah’ın has
velilerine açtığı bir kapıdır, ve o bir takvâ giysisi, Allah’ın sağlam zırhı,
güvenilir sığınağıdır. Kim (cihadı) gerekli görmeyerek terk ederse Allah da ona
zillet elbisesini giydirir; belâ böyle olanı kuşatır, horlanmışlık ve zilletin
baskısı altında ezilir. Akılsızlığa ve
faydasız sözlere mahkûm olur. Yâni kâlbinde bu hâl yer eder. Cihadı zâyi
etmek kişinin kişiliğini kaybederek zillete düşmesi, adâletten uzaklaşması, göç
ve hükmünün ortadan kalkması şeklindeki hakkın hükümranlığı gerçekleşmiş olur”
(Nehcûl Betağa, Abede, s. 69) der.
Mustafa Özcan:
“Müslümanın boynunun
kıldan ince olması hakîkat karşısındadır. O bâtıl karşısında ise dimdik ve
kılıçtan daha keskindir” der.
“Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık olan
belgelerle gönderdik, insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye onlarla birlikte
kitabı ve mizânı da indirdik. Kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için
faydalar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve
peygamberlerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin.
Hiç şüphe yok ki Allah büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).
“Ey Peygamber. Mü’minleri
savaşa karşı hazırlayıp teşvik et.
Eğer içinizden sabreden yirmi (kişi) bulunsa iki yüz kişiyi mağlûp edebilir.
Eğer içinizden yüz (sabreden kişi) bulunursa bunlar da kâfirlerden binini
yener. Çünkü onlar idraksiz bir topluluktur. Şimdi Allah sizden (yükünüzü
biraz) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu da biliyordu. Sizden yüz sabırlı
(kişi) bulunursa (onların) iki-yüzünü (kişi) bozguna uğratır. Eğer sizden bin
(kişi) olursa Allah’ın izniyle (onların) iki-binini yener. Allah sabredenlerle
berâberdir” (Enfâl 66).
Bertolt Brecht:
“Savaşan kaybedebilir,
savaşmayansa çoktan kaybetmiştir” der.
“Gevşemeyin, üstün durumda olduğunuz
hâlde antlaşmaya dâvet etmeyin! Allah sizinledir; amellerinizi asla
yitirmeyecektir”
(Muhammed 35). Kaldı ki “eğer îman ediyorsanız üstün olan sizsiniz” dedikten
sonra, “üstünsünüz, barış yapmayın” diyor.
“Gerçekten (savaşsız bir) dünyâ-hayâtı,
ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer îman ederseniz ve sakınırsanız,
O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez” (Muhammed 36). Bu âyette de, savaşı
olmayan bir Dünyâ’nın oyun ve eğlenceden ibâret olduğu ya da oyun ve eğlenceye
dönüşeceği söylenir.
“Gerçekten (savaşsız bir) dünyâ-hayâtı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer îman
ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızın da
hepsini istemez. Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak
olursa, cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. İşte
sizler böylesiniz; Allah yolunda (savaş için) infâk etmeye çağrılıyorsunuz;
buna rağmen bâzılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak
kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı
olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden
başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar”
(Muhammed 36-38). Allah bu âyetlerle, cihad için yapılan harcamayı üstün bir
harcama olarak görür ve teşvik eder.
Sürekli savunma
durumunda kalan toplumların bir gün gelir savunmaları delinir/yarılır. Sürekli
olarak savunma durumunda kalınamaz. Demek ki sâdece savunmayla olmuyor bu iş.
Yerine göre saldırı şart. Hayâtın her seviyesini/şartını/durumunu tespit
ve kabûl etmeyen bir yaklaşım onu iptal veya imhâ eder.
“Muhammed, Allah’ın
elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında
merhâmetlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar,
Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur: İncil’deki
vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş,
derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,)
ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir.
Allah, içlerinden îman edip sâlih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir
ecir vâdetmiştir” (Fetih 29).
Mü’minlere
karşı merhâmetli, kâfirlere karşı ise sert olmayanlar ve âyetin gereklerini
yerine getirmeyenler, bir-zaman sonra tam tersi bir şekilde, “mü’minlere karşı
sert/acımasız, kâfirlere karşı merhâmetli” olmaya başlarlar. Bir cezâ olarak
kâfirlerle dost olup mü’minlerle savaşmaya başlarlar, değişik şekillerle ve
yöntemlerle. Çünkü bir emri yerine getirmeyenler, bir-zaman sonra o emrin
aksini yapmaya başlarlar sünnetullahın doğasından ve âyetin ters tepmesinden
dolayı. Müslümanlar başlarlar birbirlerini yemeye.
Müslümanlar
kültürel/sosyal/siyâsal/askerî alanda sürekli savunma durumunda kaldıkları için
ve 200 yıldır bu bakış-açısı kâlplerine de işlediği için, savaşı da sâdece
savunma-savaşı olarak görmeye başladılar. Oysa demiri ancak yine demir köreltir.
Peygamberlerin
de zamânın zâlim muktedirlerine saldırmışlardır. Ali Şeriati bunu şu şekilde
anlatır:
“Hz. İbrâhim’in gönderilir-gönderilmez
kalkan kuşandığını görüyoruz. Hz. Mûsa’da çobanlık âsâsını kaldırıyor ve
Firavun’un sarayına yürüyor. Kârun’u toprağa gömüp, Firavun’u suda boğuyor. Ve İslâm
peygamberi bireysel oluşum biter-bitmez cihadı başlatıyor. On yıl boyunca
altmış beş savaşa katılıyor. Yâni her elli günde yeni bir savaş ve yeni bir
askerî harekat! Gerçekte bunların mûcizeleri, gönderiliş-gâyelerine işâret
eder. Mûcizeleri de çağrılarıyla bir uygunluk içerisindedir. Âsânın ejderhâ
oluşu ve büyünün bozulması, Firavun’un tahtına yönelik bir saldırı anlamı
taşır”.
Caner Taslaman:
“İslâm barış dînidir” cümlesi
kulağa hoş gelse de bize şu gerçekleri unutturmamalıdır:
1- İslâm, bâtıl, hurâfe, bid’at ve uydurma
rivâyetlerle Kur’ân mesajını yozlaştıran, dîni kendi heveslerine kurbân ederek
insanları sürüleştirip uyuşturan sapıklarla aslâ barışmaz.
2- İslâm, insanların
özgürlüklerine darbe vuran ve onların bedenlerini, ruhlarını, maddî-mânevi
imkânlarını ve inançlarını sömüren zâlimlerle asla barışmaz.
3- İslâm, vahiy ile
insanlar arasına engeller koyan, insanları hidâyetten mahrum bırakan, kendi
tanrılığını îlan eden despotlarla bırakın barışmayı, savaşmayı emreder:
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey
Rabbimiz!, bizleri halkı zâlim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir
dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı
erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
4- “İslâm şiddete
karşıdır” söylemi aslâ Kur’ânî değildir, aksine zâlim şiddete uyarıyla bu fayda
vermezse, âdil şiddetle cevap veren dînin adıdır.
5- Gaflet içerisinde sâdece duâ okumakla,
sâdece dergâhta çay içmekle, sâdece dînî tartışmalar yapmakla, sâdece “Ya rabbi
şükür” demekle, sâdece dilencinin önüne bir şeyler atmakla din yaşanmaz.
6- İslâm, açlığa,
sömürüye, işgâle ve aç-tok arasındaki uçuruma sessiz kalan bir din değildir.
Müslüman da bu türlü zorbalıklara göz yuman “gizli iş-birlikçi” olmamalıdır.
Sonuç: Müslüman olmak zâlimlerle kavga
etmektir…!! Bu yüzden pek sevilmeyiz… Çünkü biz “Ben Rahmet peygamberiyim, ama
aynı-zamanda ben savaş peygamberiyim” (Buhari, Cihad, 146.)” der.
Başlangıçta Medîne bölgesinin çeyreği
veya ondan daha azı müslümanların elinde idi. Devletin toprakları, 10 yıl sonra
Hz. Peygamber’in vefâtı sırasında 3 milyon km2’ye ulaşmıştı ki, bu, günde ortalama 845 km2 demektir. Doğaldır ki bu
rakamlara salt savunma savaşı ile ulaşmak imkânsızdır. Zâten “fetih”, savunma
ile olmaz.
Peygamberimiz:
“Her dînin ruhbâniyeti vardır, benim dînimin ruhbâniyeti ise cihattır” der. (İbn Kesir).
Sorunumuz “İslâm
medeniyetinin yokluğu” sorunudur ve bu medeniyet tekrar kurulmadıkça bir
şeyleri değiştirebilecek yeni fikirler ve eylemlerde bulunamayız. İslâm
medeniyetinin yıkılması, başka bir medeniyetin ona galebe çalmasının bir sonucu
değildir. İslâm medeniyetine ilmî anlamda kimse galebe çalamaz zîra. İslâm
medeniyetinin yıkılması; bir sinerji yakalamış savaşçı başka bir milletin İslâm
milletine savaşta üstün gelmesi ve İslâm
topraklarını/insanlarını/medeniyetini/kültürünü yıkması neticesinde
gerçekleşti. Moğol istilâsından bahsediyorum. Selçukluların çöküşünden sonra
karşılarında güçlü bir devlet kalmayınca bu fırsatı kaçırmadılar ve istilâya
başladılar ve hemen-hemen tüm İslâm ülkelerini harâbeye çevirerek bir
medeniyeti çökerttiler. Memlüklülerin onları bir bölgede durdurması da bu
yıkımı durdurmaya yetmedi. Bu nedenle tekrar ayağa kalkmak ve medeniyeti
yeniden inşâ etmek için ilk-başta tüm İslâm âlemini kapsayan bir güç oluşturmak
şarttır. Daha sonra ilim ve medeniyet yolunda çalışılmalıdır. Yıkıldığımız
yerden kalkmak böyle olur. Biz, ilimde geri kalmaktan değil, “birlik”in
bozulmasından kaynaklanan askerî gücün zayıflaması nedeni ile yıkıldık.
Zâten medeniyet yıkıldığı için medeniyetin göstergesi olan ilim geriledi. Zâten
moğollar maddî-mânevi bir yıkım yapmışlardır. Kitâbî-İslâm’i bilgiyi
zayıflatıp-yıkıp, sezgisel-heretik bilgiyi-inançları bilerek-bilmeyerek
çoğalttılar ve sağlamlaştırdılar. Çünkü moğolların önünden kaçan heretik
topluluklar aynı yerde buluşunca bir-birlerini bilgi alanında
kuvvetlendirdiler. Moğollar ilimde sanki İslâm âleminden daha mı fazla
ilerlemişlerdi de İslâm medeniyetini yıkabilmişlerdi? Tabî ki de hayır. Haçlıların
savaş-gücü sınırlı idi. Müslümanlar bu saldırıyı püskürttüler. Fakat çok daha
güçlü ve savaşçı moğollar karşısında dayanamadılar ve medeniyet
yıkıldı/yakıldı. İslâm toprakları harâb oldu. Şimdi; mesele kültür/ilim/bilgi
vs. meselesi ise, “haçlılara yeten kültür moğollara mı yetmedi?” sorusu çok
yerinde bir soru olur..
İbn Hâldun,
toplumların yükseliş ve çöküşünü dîne bağlayıp din temelinde îzah etmenin çok
da doğru olmadığını söyler. İslâm’i bir medeniyeti kurmanın yolu, mevcut
dünyâ-düzenine aykırı radikâl kararlar almak ve eylemlerde bulunmakla
gerçekleşir. Bu da ilmin yanında savaşı da göze almakla olur. Hele
müslümanların birleşerek kuracakları ilmî/askerî bir güç, Dünyâ’nın gidişâtını
ve görünümünü değiştirecek İslâm medeniyetinin tekrar kurulmasını
sağlayacaktır.
Cihad denince
yüzlerinin rengi atan, sesi titreyen, istemsiz bir yutkunmadan sonra cihadı
çağ-dışı bir terör gibi gösterecek şekilde konuşan sözde müslümanlar var. Oysa
cihad îmânın bir uzantısıdır.
Ahmet Kalkan:
“Savaşın, çok-yönlü bir hareketler
serisine vücut vereceği açıktır. Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine
girildiğinde bunun içinde saldırılar ve savunmalar ardarda gelir. Bunları
bir-birinden ayrı düşünemeyiz.
Şurası kesindir ki; Kur’ân, bağlılarının
silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur’ân’ın
insanını, korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz
bırakır. Kur’ân’ın insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, yurtlarından
edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir
mukâtelede/savaşta yer almak Allah’ın sevgisini kazandırır (Nîsâ, 75-76; Saff
4). Böyle olunca, Kur’ân bağlısı, her-an kıtâle girebilecek hâlde olmak
zorundadır. Çünkü onun görevi evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini
yerine getirmekle işini bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır.
“Allah yolunda seferber olun” dendiğinde,
iğreti hayâtın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp kalmak îman adamına yakışmaz.
Bu yolu seçenler, rezil ve zelil olurlar ve nihâyet Allah onları siler süpürür
ve yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad eri başka topluluklar getirir.
(Tevbe 38-39).
“Ey îman edenler, ne oldu ki size, Allah
yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Âhiretten
(cayıp) dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz? Ama âhirettekine (göre), bu
dünyâ-hayâtının yarârı pek azdır. Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi pek
acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip
değiştirecektir. Siz O’na hiç-bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç
yetirendir” (Tevbe 38-39).
Allah yolunda savaşı sevmeyen ve onu
çirkin görenler bilmelidirler ki zulme karşı mücâdele ve gerektiğinde savaştan
kaçış, fitneyi kökleştirir, yâni insanlığın dirlik ve düzenini bozar. İşte bu,
kıtâlden çok daha beter bir sonuçtur. Yâni, fitne, kıtâlden daha kötü ve
yıkıcıdır (Bakara, 119, 217). İslâm’da savaş, zorla insanları dîne sokmak için
değil; savunma ya da düşmana misliyle mukabele için yapılır. Kur’ân’ın genel
içeriğinden anlaşılan budur.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın,
İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın
indirdiğine aykırı tüm kânun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak
olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm
ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ
ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) Dünyâ’ya savaş açmış
olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara
saldırırken, müslümanın sâdece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması
düşünülebilir mi?. Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve
keyfiyle meşgûl. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, itler salıverilmiş,
ama taşlar bağlı...” Filistin’li
çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, îmânın en büyük
imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin destansı direnişini...
Bu-gün müslümanların kâfirler arasında bir
selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında,
düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabûl etmeleri yatmaktadır. Dünyâ’da
izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah
taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabûl etmek ve
dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Sulh (dâima)
hayırlıdır...” (Nîsâ 128)
“İslâm” kelimesi, anlamı barış demek olan
"silm" kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir
dînin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler
tarafından yadırganabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, hayâller ve ütopyalar üzere
kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun
varlığını kabûl etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık târihiyle birlikte vâr
olmuş ve vâr olmaya devâm edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler,
insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş,
Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Târih de
bunu ispât etmektedir. (Halife olarak
atanmak, savaşçı olarak atanmak demektir. H.G.)
Din karşıtı tavır takınanların ileri
sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç
kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya
çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin
yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez.
İslâm’i savaş; sebebi,
başlayışı, cereyânı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen
âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir
barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir.
İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. "Cihad" ve
"barış", birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı
yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin
adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için
savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm
Dünyâ’da gerçekleştirmek için İslâm’ı tüm Dünyâ’ya hâkim kılma gayreti
gerekmektedir. Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de
zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini
özgürce ifâde etsinler istiyoruz. Biz Hakk’a tâbîyiz ve hak-sâhiplerinin
hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya da servete
boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabûl etme olayı değildir.
Nefsinin esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifâde eder. Barış, bir
esâret stratejisi değildir.
Peygamberimizi: “Cihad,
kıyâmete kadar devâm edecek bir farzdır” der (Ebû Davûd, Cihad, 33).
Fazla uzun bir barışın dertlerini
çekiyoruz. Lüks ve dünyevîleşme kılıçtan beter eziyor bizi. Zâlime merhâmet,
mazluma zulümdür. Aç canavara karşı sevgi, merhâmetini değil, iştihâsını
açar. Hem de diş ve tırnağının kirâsını da ister” der.
“Batı’yla ancak
yine onların silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok
yanlıştır. Batı’nın silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi olurum. İslâm’ın yöntemi
bu değildir. Araç önemlidir fakat îman daha önemlidir İslâm’da. Batı bizi
bilgiden ziyâde silah ile sömürüyor. Bilginin arkasında silahlar var. Silahları
olmasa bilgilerini de takmayız.
Şeytan’a kulluk yapanlar Allah’a kulluk
yapanlara karşı dâima para ve makâmı kullanırlar, savaş-meydanını kullanmazlar.
Çünkü bu meydanda her-zaman yenilirler. Bu nedenle müslümanlar bu meydanı boş
bırakmamalıdır.
“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize
yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için
hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de
siz bilmezsiniz” (Bakara
Sûresi 216).
“Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü
sanmayınız, tersine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar” (Âl-i İmrân 169).
Sonuçta “megâzi” denilen bir ilim vardır İslâm’da. Bu ilim de
sâdece savunma savaşından bahsetmez. Savaşmakla sıvışmayı karıştırmamak lâzım.
Savaşmak sıvışmak demek değildir.
Şu âyet çok önemli:
“Yol, ancak insanlara zulmeden ve
yer-yüzünde haksız yere tecâvüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte
bunlara acıklı bir azab vardır” (Şûra 42).
Müslümanlar
İslâm’i bir, devlet-ülke-oluşum kurduğu anda Şeytan’ın uşakları olan tâğutlar
sana saldıracakları için (çünkü onlar gayr-ı İslâm’i bir Dünyâ’dan geçiniyor ve
zengin oluyorlar) sürekli bir savaş hâlinde olur doğal olarak. Tâ ki gayr-ı
müslimler ezilmiş bir hâlde elleriyle cizyeyi verene kadar; din Allah’ın
oluncaya kadar:
“Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a
ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram
tanımayan ve hak dîni (İslâm’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi
kendi elleriyle verinceye kadar savaşın” (Tevbe 29).
“Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vaz-geçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
Bu âyetlerle
söylenmek istenen şudur: Din/İslâm Dünyâ’da “yaygın değer” olana kadar cihad!.
Salt savunma
taktikleriyle savaş kazanılamaz.
Sürekli
savunma-savaşından bahsedip de hiç zulmü önleme savaşları olan saldırı
savaşından (Fetih) bahsetmeyenlere
şu âyeti hatırlatmak isteriz: …“Yoksa
siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir;
kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Müslümanlar
özellikle son 100 yıldır savaşmaktan çok korkar hâle geldi. Savaş sözünü
duydukları anda şöyle bir yutkunup renkleri değişiyor. Peygamberimiz
müslümanların bu duruma gelmesine sebep olan şeyin “vehn” olduğunu söyler:
Sevban’dan (r.a)
rivâyet edildiğine göre, Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
"Yakında
milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet
ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) bir-birlerini dâvet edecekler".
Birisi:
"Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.
Resûlullah
(asm), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çör-çöp
gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini
soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak" buyurdu.
Yine bir adam:
Vehn nedir? ya Resûlullah diye sorunca:
"Vehn,
Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir" buyurdu.
Vehn hadisi
olarak bilinen bu rivâyet sahihtir. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5) Hadisi Ahmed b.
Hanbel de rivâyet etmiştir (el-Müsned, 2/359).
Yâni,
dünyâ-hayâtını fazla sevdikleri, âhiret hayâtını geri plâna attıkları ve bu
sebeple de oraya gidecek yol olan ölümden de korktukları için dirençlerini
kaybederler, gereken mücâdeleye ve mücâhedeye girmekten kaçınırlar ve asrın
gereği olan maddî imkânları kullanamadıkları için, nüfusça çok olmalarına
rağmen uluslar-arası câmiada hiç-bir kıymet-i harbiyeleri olmaz.
Düşmanları/zâlimleri
böyle bir işi yapmaya cesâretlendiren şey, müslümanların azlığı değil, aksine
onların takvâ bakımından güçsüzlüğü ve Dünyâ’ya aşırı düşkünlükleri olacaktır.
Çünkü ölümden korkan ve Dünyâ’ya fazlaca düşkün olanlar fedâkârlıklara
katlanamazlar. Canları ve malları ile katılmaları gereken cihâdı ihmâl ederler.
Böylece eskiden olduğu gibi düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık
düşmanlar onlardan korkmazlar, çekinmezler.
Orada
bulunanlardan biri; “O gün sayıca azlığımızdan mı”? diye sordu. Allah resûlü “hayır”
buyurdular “bilakis o gün sayıca siz çok olacaksınız, fakat bir selin getirip
yığdığı çer-çöp gibi hiç-bir ağırlığınız olmayacak”. Allah, düşmanlarınızın
kâlbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve kâlplerinize “vehn” atacak!
“Vehn nedir Ey Allah’ın Resulü?” diyen soran birine: “Dünyâ sevgisi ve ölüm
korkusudur” diye cevap verdi.
‘‘Biliniz ki, dünyâ-hayâtı oyundan,
eğlenceden, süs ve gösterişten, bir-birinize karşı övünmeden, mal ve evlâdı
çoğaltma yarışından ibârettir. Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü
güldüren bol yağmura benzer. Fakat bir süre sonra kuruyan bu bitki-örtüsünün
sarardığını görürsün. Arkasından da ot kırıntılarına dönüşür. Âhirette ise bir
yanda ağır bir azab, öbür yanda Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünyâ-hayâtı,
aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir” (Hadid 20).
Hasan En Nedvi
ümmetin çöküşünü iki şeye bağlar: 1-İctihadsızlık, 2-Cihadsızlık.
Ahmet Kalkan:
“Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan ve
anlamlarından biri de barış olan “İslâm”da asıl ve doğal olan sulh, selâmet ve
barıştır. Gel gör ki İslâm’ın düşmanları, barış çağrılarının önünde engel
oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere
zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O’nun
izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel
olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet
olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah’a dâvetin önünde engel
olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı-zamanda “savaş peygamberi” (Câmiu’s-Sağîr,
1/108) olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabûl etmek zorundadır ki, O’nun
savaşları da baştan-sona bir rahmet ve merhâmet kuşağı idi. O ve O’na bağlı
insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları
öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek-tek
kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamânında olduğu kadar, savaşırken de
rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir
değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O’na bağlı yönetimler
açısından kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şâyet İslâm,
kendisine karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş
açmış olsa, bu, belki barış-severlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak
vereceklerin önüne geçip İslâm’ın önünde bir engel olarak duran güce
güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü
kuvvet, ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak
için, başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan
başka çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla düşünceye
karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin yollarını
aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabûllenmeleri, cizye vermeyi kabûl
etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri
savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hattâ saldırgan
savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, “kâfirler tâğut ve
bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları” (Nîsâ 76)
için, “îman edenler de Allah yolunda savaşmak” (Nîsâ 76) zorundadır;
çünkü “onlar, eğer güçleri yeterse, müslümanları dîninden döndürünceye kadar
onlara karşı savaşa devâm ederler” (Bakara 217). Saldırganlara karşı teslimiyet
değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine fırsat vermemek
gerekir: “Dîninize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın” (Tevbe 12).
“Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya
kadar savaşmakla” (Bakara 193) emrolunan mü’min, iyi bilmelidir ki; “şâyet
savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”
(Bakara 193). Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması
gereken savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: “Size
karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin;
çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara 190)” der.
Peygamberimiz
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir. Müslümanlardan imdat
isteyen bir mazlumun feryâdını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!”
der.
Ahmet Kalkan,
“Filistin ve Mescid-i Aksâmız Nasıl Kurtulur” yazısında şunları söyler:
“Cihad, sâdece silâhla savaş değildir.
Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur’ân’da
cihadla ilgili hemen her âyette, önce “mallarınızla cihad edin” ifâdesi dikkat
çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki
paralarını çekse, Ortadoğudaki petrôl üreten ülkeler petrôlü ambargo, fiyat
ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrâil ve onun
sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrâil denen yapay
ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. İmamın
dediği gibi, müslümanlar birlik olup birer kova su dökse İsrâil’i sel alır
götürür.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA’in resmî
istatistiklerine göre, Dünyâ’da sigara içen insan sayısı 1 milyar 150 milyon. Sigara
içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris.
Bu da kazancının % 12’sini İsrâil’e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli
markalarla piyasaya sunulan Morris’e günlük cirosu: 800 milyon dolar.
Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar
müslüman parası hergün İsrâil’e gitmiş oluyor, evet her gün!. Ve Türkiye,
yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan’dan
sonra 4. sırada yer alıyor. Dünyâ Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı
sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda Dünyâ’da
% 4,12 azalırken, Türkiye’de ise % 52,18 oranında arttı.
Her “kaka kola” İsrâil için bir kurşun,
her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahudi firmalarının
sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Bankalara ve özel
sigortalara para yatıran müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara
savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infâkçı ve savaşçı oluyor. Kapitâlistin
de siyonistin de dini-îmanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir
cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak,
kurumlarıyla çalışarak İsrâil silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terk
etmeliyiz. İnternet sitelerinden binlerce ses yükseliyor: "İsrâil’in ve
İsrâil’e yardım edenlerin mallarını protesto edelim!. Ve uzunca marka ve mağaza
listeleri sıralanıyor. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz,
hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: “Îman edenler Allah yolunda savaşırlar,
kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O hâlde şeytan’ın
dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytan’ın kurduğu düzen zayıftır”. (Nisâ
76). Ve iki hadis rivâyeti: “Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o
zâlimi ona musallat eder”. “Kim, bildiği hâlde zâlime yardım kastı ile onunla
berâber yürürse, o kimse İslâm’dan dışarı çıkmış olur”.
Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine
güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. Îman
silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid
elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip
gelebilmektedir. “Onların kâlplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan
fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem
şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu hâlde
savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli-toplu
sanırsın; hâlbuki kâlpleri darmadağınıktır” (Haşr 13-14)
Batı’lı kâfirlere, hristiyan ve özellikle
de yahudilere âit Kur’ân’da beyân edilen nice olumsuz özellik, bu-gün
"müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla
hristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezâlar, mü’minlerden onları
örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adâletin gereğidir. Lânete,
gazâba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler,
fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve
rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezâları,
tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal
kânunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün
olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi,
cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan,
içimizdeki yahudidir. Kâlp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür Dünyâ’mızı
perişân, âhiretimizi zindân edecek olan. “Ey îman edenler!, Siz (önce) kendinize
bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar
veremez” (Nîsâ 105). Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgâli
kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar
Allah onlarda bulananı değiştirmez” (Ra’d 11). “Ey îman edenler! Eğer siz
Allah(ın dînin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı
sağlam tutar” (Muhammed 7) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer
gerçekten îman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz” (Âl-i İmrân 139) “Ey
îman edenler, îman edin!” (Nîsâ 136).
Ortadoğudaki müslüman kıyımına bakıp “sıra
bize de gelecek” diyenler de, bilsinler ki; onlar bizim kardeşimiz ve sıra bize
çoktan gelmiş. Onları ümmetin parçası olduğu hâlde, kendimizden, bizden
saymıyorsak, safımızı kontrôl etmek durumundayız. Son vahşi olaylar bir kez
daha gösteriyor ki, insanlık İsrâil eliyle hızla Dünyâ savaşına doğru
sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Plânlarımızı, hazırlıklarımızı
buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek
zorundayız. Bâtıl cephe zâten her çeşidiyle soğuk savaşı tüm şuurlu
müslümanlara karşı gösteriyor. Nice İslâm toprağında da ateş gibi yakıcı sıcak
savaş sahneleri uyguluyor. Müslüman, Dünyâ’nın neresinde yaşarsa yaşasın,
bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Ber-taraf olmak istemeyen
bî-taraflığı seçemez. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. İki yoldan
birini seçmek zorundadır, yol ayrımına gelmiş insanımız. Ya cenneti ya
cehennemi; ya izzeti ya zilleti; ya cihadı ya mağlûbiyeti; ya Allah’ı ya Dünyâ’yı.
Allah’ı tercih edenlere selâm olsun!.
Gâvurlaşmaya, yahudileşmeye giden yolu
bırakıp, kendilerine nîmet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin
yolunu tâkip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!”.
“Muhammed, Allah’ın
elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında
merhâmetlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar,
Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur: İncil’deki
vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş,
derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,)
ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir.
Allah, içlerinden îman edip sâlih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük
bir ecir vâdetmiştir” (Fetih
29).
Kur’ân’da
savaştan korkanlar/kaçanlar ağır bir şekilde eleştirilir ve onların namazının
bile kılınması yasaklanır:
“Bundan böyle, Allah seni onlardan bir
topluluğun yanına döndürür de, (yine savaşa) çıkmak için senden izin
isterlerse, de ki: ‘Kesin olarak benimle hiç-bir zaman (savaşa) çıkamazsınız ve
kesin olarak benimle bir düşmana karşı savaşamazsınız. Çünkü siz oturmayı ilk
defâ hoş gördünüz; öyleyse geride kalanlarla birlikte oturun. ‘Onlardan ölen
birinin namazını hiç-bir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a
ve elçisine (karşı) inkâra saptılar ve fâsık kimseler olarak öldüler” (Tevbe 83-84)
İslâm’da savaş, “kutsal
savaş”tır. İslâm ordusu zulmün olduğu her yere saldırır. Zâten en iyi savunma,
saldırıdır.
Hüseyin Alan:
“Müslümanlar devlet
organizasyonuna sâhip oldukları her savaşta her zaman şu üç şartı ileri
sürmüştür:
1-Bizimle savaşmayın,
kardeşler olalım.
2-Teslim olun, güvenlik, emniyet ve
huzûrunuzu biz têmin edelim, buna karşı bize haraç verin. Yönetiminize ve
işlerinize karışmayalım ama bizim, sizin aranızda vahyi yaymamızı engellemeyin.
3-Bunları kabûl
etmezseniz, Allah ya size ya bize zafer verene kadar savaşalım” der.
İncil’de Hz. Îsâ
şöyle konuşur: “Yeryüzüne barış getirmeye geldim sanmayın; ben selâmet değil,
fakat kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının ve kızla anasının ve
gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. Ve adamın düşmanları kendi
ev-halkı olacaktır. Babayı veyâ anayı benden ziyâde seven bana lâyık değildir;
oğlu veya kızını benden ziyâde seven bana lâyık değildir…” Matta 10: 34-37.
Bünyamin Zeran:
“İslâm, barış deyince “Allah’a karşı
hasımlığın sonlandırılması”nı kasteder. İslâm, birilerinin ifâdesiyle;
“yalnızca savunma savaşı yapan bir din” değildir ki Bedir Savaşı bunun en güzel
örneğidir. İslâm ilk saldıran taraf olabilir ama saldırmadan son bir kez
savaşacağı kavmi, ülkeyi Allah’a kulluk etmeye çağırır. Eğer ki Allah’a teslim
olmamada diretirlerse, işte o vakit savaş kaçınılmaz olur. İslâm’ı bâtıl
dinlerden ayıran taraf, savaşın sömürge mantığından uzak olmasıdır. Hiç-bir mü’min
ganîmet için, yer-altı ve yer-üstü mâdenleri için bir ülkeyi işgâl etmez ve o
ülkenin zenginliklerini sömürerek halkını fakirleştirmez. Aksine o
ülke-insanlarının sömürülmesinin önüne geçer ve kullara kulluk etmekten onları
kurtarır.
İçinde yaşadığımız Dünyâ’da müslümanların
yaşadığı dünyâyla savaşmaları, üzerlerine zâten farzdır. Küfrün kuşatmışlığı
bu denli artmışken, müslüman coğrafyalar kâfirlerin şirk düzenleri altında
yağma edilirken, insanlar hem bedenen hem zihnen zâlim efendilerin kölesi
kılınırken, bir mü’minin rahat olması zâten küfürdür. Bu-gün bize, İslâm barış
dînîdir diye vâzedenler aslında kendi rahatlarını bozmak istemeyenlerdir.
Bunlar atalar-kültü İsâm’ına inanan kimselerdir. Dillerini eğip bükerler ki
konuştuklarını kitaptan sanalım. Müslümanlar bir-bir yok edilirken yalnızca
efsunlu duâlar etmeyi önerirler. Onlara göre bu durum karşısında duâ etmekten
başka çıkar-yolumuz yoktur. Oysa Allah Nîsâ Sûresi 75. âyette; “Nasıl olur da
Allah yolunda savaşmayı ve ‘Ey Rabbimiz!, bizi halkı zâlim olan bu topraklardan
kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek
olacak bir yardımcı gönder!’ diye yalvaran çâresiz erkekler, kadınlar ve
çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?” buyuruyor. İslâm, barış dînîdir demek
yerine; “İslâm, gereksiz yere savaş açmayan, sömürgeleştirmeyi hedeflemeyen ve
insanları Allah’a kul etme dışında bir gâye ile savaşmayan bir dindir” demek
daha doğru bir tanımdır” der.
İslâm, ne savaş
dîni ne de barış dînidir. Savaş ve barış dinidir. Savaştan sonraki barış
dînidir. Tâ ki Allah’ın sözü Dünyâ’da hâkim oluncaya kadar sürecek bir savaş ve
kıyâmete kadar sürecek bir barış. Tevhid budur.
Sürekli müdâfa
hâlinde bulunmak, sürekli saldırıya mâruz kalmakla sonuçlanır Çünkü sürekli
müdafâda olanlara sürekli saldırılır ve bu saldırılar zamanla artarak çoğalır.
En sonunda da müdâfa yapacak mecâliniz de kalmaz. En iyi savunma saldırıdır.
Hücum etmezseniz, savaşı asla kazanamazsınız.
Sürekli defansta
kalanlar, zorlukla önleyebildikleri ataklardan sonra mutlakâ gôl yerler. İlk
gôlü yiyince de diğer gôller arkadan peşi-sıra gelir. Çünkü sürekli defansta
olan taraf gôl atmayı unutmuştur ve artık berâberlikten başka bir-şey
düşünmez-düşünemez duruma gelmiştir. Zîrâ atağa geçme irâdesi ve cesâreti
kaybolmuştur.
İsmâil Kaplan:
“Sürekli savunma hâlinde kalıp,
elindekini korumaktan başka bir amaç düşünemez hâle gelmek, bir-zaman sonra
elde kalanların korunmasını da zorlaştırır” der.
İslâm devlet
anlayışı cihad üzerine kuruludur ve doğal olarak da yayılmacıdır.
Savunma
durumunda fetih olmaz. Fethin olabilmesi için saldırı da olmalıdır. Fetih bir
işgâl ve sömürü hareketi değildir. İmkânların ve îmanların önünü açmak için
yapılan sefer hareketidir. Fetihte ille de savaş, kıyım gerçekleşmesi gerekmez.
Fakat oturup durulan yerden fetih olmaz. Peygamberimiz: "Ülkeler ve
şehirler zorla alınır: Medîne ise Kur’ân ile fethedilmiştir" dediği
kaydedilir (Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, I/6). "Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik" (Fetih 1)
meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî
628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir.
“(Hüdhüd’ün mektubu götürüp bırakmasından
sonra Saba melikesi Belkıs dedi ki: “Ey önde gelenler!, gerçekten bana oldukça
önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve şüphesiz ‘Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır. (İçinde de:) ‘Bana karşı
büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır)”. ‘Ey
önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her şeye) şâhitlik etmedikçe
ben hiç-bir işte kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: ‘Biz kuvvet sâhibiyiz
ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi
emredersen (biz uygularız)’. Dedi ki: ‘Gerçekten hükümdarlar (krallar) bir
ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur-sâhibi
olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, öyle yaparlar” (Neml 29-34).
Ortada fiîli bir
savaş-durumu yokken, fakat bir yerde şirkin hükmü sürüyorsa, mü’minler bir
tebliğden sonra oraya savaş açmakla yükümlüdürler. Bunun örneği Hz. Süleyman’dır:
Hz. Süleyman’ın
bulunduğu Filistin ile, Sebe’lilerin bulunduğu Yemen/Mârib arası yaklaşık 2.000
km’dir ve Hz. Süleyman onlara, “sâdece
şirk koştukları için” göz-dağı verip bu şirkten vazgeçmedikleri takdirde
ülkelerini işgâl edeceğini söylüyor. Şirk gerekçesi ile sefer hazırlığı yapıyor
ki; Sebe’liler alttan almasa 2.000 km. uzaklıktaki bu ülkeye savaş
açacaktı.
Belkıs’ın
mâiyetindekilerin; “Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu savaşçılarız” demeleri, Hz.
Süleyman’ın mektubunu savaş îlânı olarak anladıklarını gösterir. Hâlbuki onlar
Hz. Süleyman’a saldırmamışlardır ama buna rağmen Hz. Süleyman, “şirkten
vazgeçmezseniz size savaş açarım” demiştir. Buna göre; “İslâm’da savaş sâdece
savunma savaşıdır ve saldırı-savaşı yoktur” sözü, geçersiz boş bir söz oluyor.
Şu âyetler,
aykırı bir durum karşısında açık saldırı-savaşı âyetleridir:
“Andolsun, eğer münâfıklar, kâlplerinde
hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu
tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara saldırtırız,
sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler. Lânete uğratılmışlar
olarak; nerede ele geçirilseler yakalanırlar ve öldürüldükçe (sürekli)
öldürülürler. (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın
sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzab 60-62).
“Burada da bir
saldırı vardır, çünkü bâzı aykırı işler yapmaktadırlar, o nedenle bu da bir
savunma-savaşıdır” diyorlar. İyi de, o zaman “savunma-savaşı olmayan savaş”
hangi durumda yapılır?.
Saldırı-savaşı
İslâm devletine yapılan bir saldırı sonunda olduktan başka, fitnenin
kaldırılması; Allah’ın dîninin yeryüzüne hâkim olması; mazlumların-ezilenlerin
kurtarılması İslâm’i değerlere ve Peygambere yapılacak sözlü saldırılar
sonucunda da yapılabilir.
İslâm’i saldırı
savaşı olan fetih, bir terör hareketi değildir. Müslüman terör olmaz. Asıl
terör, terör olmayan müslümanları terör gibi göstererek onları Dünyâ’ya îlan
edenlerdir.
İsrâil ve
yandaşları, başta Gazze olmak üzere Dünyâ’nın çeşitli yerlerindeki müslüman
kardeşlerimize saldırıyor. Gazze’liler başta merhum Şeyh Ahmet Yâsin olmak
üzere tüm İslâm âleminden yardım istiyorlar. Diğer kardeşlerimiz de aynı
şekilde. Kur’ân da diyor ki:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve:
“Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli
(koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler,
kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Savunma savaşı
diye-diye bir yerlerini yırtanlar, niçin Gazze’yi savunmak için savaşmıyorlar?.
Çünkü İsrâil oraya saldırıyor. Kardeşlerimize saldırıyor. Onları savunsanıza!.
Dünyâ’nın en korkak insanları, “savaş yalnızca savunma savaşıdır” diyenlerdir
ve işte onlar “savunma savaşı”nı da yapamazlar. Hattâ belki de saldırganlar
evlerine girip mahremlerine el uzatsa bile savaşamayacaklar. Çünkü başta Gazze
olmak üzere Dünyâ’nın çeşitli yerlerindeki müslüman kardeşlerine sâhip
çıkmıyorlar, onları savunmuyorlar. Onlara her türlü tecâvüz yapılmasına rağmen.
Peygamberimiz bu
konuda bakın ne söylüyor: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu
düşmana teslim etmez. Din-kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da
ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet
günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah
da kıyâmet gününde ayıplarını örter” (Buhârî, Mezâlim,3; Müslim, Birr,58).
Hiç-bir
neden yokken tabî ki de bir saldırı
yapılamaz ve İslâm buna izin vermez zâten. İslâm’ın saldırısı bu nedenle, “kendisini
yada mazlumları
savunmak amaçlı” olan
saldırılardır.
Ramazan
Yılmaz, İslâm’da savaş
nedenlerini anlattıktan sonra meâlen şöyle der:
“Savaş, müslümanların “devlet olduklarında” yapacakları ve dikkat
edecekleri
görevleridir. Bunlar, İslâm Devletinin görev ve
sorumluluklarıdır. İslâm Devleti;
yüce Allah’ın indirdiği Kur’ânî esaslarla ve Resûlullah (as)’ın hayâtındaki örneklerle hareket eden, ordusu ve toprağı bulunan devlettir. Bugün yeryüzünde Kur’ânî anlamda, Peygamberi örnekliğe uygun
bir İslâm Devleti bulunmadığı için savaşamazlar. Bireyler ve gruplaşan müslümanlar savaş
yapamazlar, çünkü o müslümanlar, hem devlet hâlinde değildirler, hem de savaş ile ilgili âyetler genelde Resûlullah (as)’ın
devlet başkanı olduğu zaman nâzil olan âyetlerdir ve devlet hâline gelmiş
müslümanlara hitâp etmektedir. Birey, grup
ve cemaat olan müslümanlar, ancak şirk, küfür ve fısk içinde yaşayan
toplumlarda bulunan
ve bu toplumlar içerisinde ilâhi mesajı duyurmaya çalışan resûller ve dâvetçiler gibi hareket etmekle mükelleftirler. Bunun
dışındaki herhangi bir hareketleri onları, haddi aşan kimseler olarak Allah
indinde sorumluluk altına sokacaktır.
Ülke
toprakları, emperyâlist güçler tarafından işgâl edilen müslümanlarsa, yukarıda belirtilen hususları dikkate alarak emperyâlistlere karşı özgürlük mücâdelelerini
sürdürebilirler. Ancak hiç-bir şekilde suçsuz kimselere, kadınlara, çocuklara, yaşlılara,
hastâne, okul ve ibâdet yerlerine zarar
veremezler”.
“İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde
haksız yere taşkınlık edenlere (savaşarak) karşı
durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır” (Şûra 42).
Sasani
ordularını mağlup eden İslâm ordularının başındaki kumandana sorulan “buraya
neden geldiniz?” sorusuna verilen târihi cevap şuydu: “Allah’ın kullarını kula
kul olmaktan kurtarıp yalnız Allah’a kul olsunlar diye buradayız”. Yâni Îran’lılar
diyorlardı ki; Taa, Medîne’den kalkıp niye buralara kadar geldiniz?. Ne oldu
ki?. Fakat orada zulüm vardı, kula kulluk vardı. İşte bu sebeple Medîne’den
kalkıp Îran’a, bu zulmü defetmeye gelmişlerdi. Ya güzellikle ya da savaş ile.
Burada olan şeye “savunma savaşı” denemeyeceği çok açıktır.
Putperest
Moğollar’ın İslâm’a girip müslümanlaşması, Memlüklüler’den aldıkları ilk
yenilgiyle birlikte başladı. Savaşın tebliğ yönü de vardır zîrâ. Çünkü
fetih-zafer gerçekleşince insanlar fevc-fevc Allah’ın dînine girerler:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman,
insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini gördüğünde..” (Nasr 1-2).
Cihat
olmadığından fitne olur. Nasıl ki nifâkın zıddı infâk ise, fitnenin zıddı da
cihaddır. Cihad olmadığında fitne başlar. Müslümanlar düşmanlarıyla “cihad” etmediğinde
fitne başlamış ve bir-birleriyle didişmişler ve savaşmışlardır. Aynen günümüzde
olduğu gibi..
“Savaşın”
denilen yerlerin çoğunda “savaş açın” anlamı vardır.
“Onlarla savaşınız ki, Allah sizin
elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişân etsin, sizi onlara karşı
üstün getirsin de mü’minlerin kâlb-yaralarını iyileştirsin, su serpsin” (Tevbe 14).
“Allah’a ve âhiret gününe inanmayan,
Allah’ın ve Peygamber’in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dîni
benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri
ile cizye verene dek savaşınız” (Tevbe 29).
“Ey mü’minler, size ne oldu da “Allah
yolunda savaşa çıkınız” dendiğinde yere çakıldınız. Yoksa dünyâ-hayâtını
âhirete tercih mi ettiniz? Oysa dünyâ-hayâtının hazzı, âhiretin hazzı yanında
pek azdır”. “Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak
yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah’a hiç bir zarar dokunduramazsınız.
Çünkü Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter” (Tevbe 38-39).
“Allah’ın elçisine muhâlif olarak
(savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta (savaşa)
çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir”. Bir
kavrayıp-anlasalardı. Öyleyse kazandıklarının cezâsı olarak az gülsünler, çok
ağlasınlar” (Tevbe
81-82).
“Ey mü’minler en
yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz
ki, Allah kendisinden korkanlar ile berâberdir” (Tevbe 123).
“Eğer Allah size yardım
ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve
yardımsız bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler,
yalnızca Allah’a tevekkül etsinler” (Âl-i İmrân 160).
Peygamberimiz,
bir savaştan dönerken güyâ; “Şimdi ‘küçük cihad’dan ‘büyük cihad’a döndük”
demiş ve nefisle cihadın, kâfirle yapılan cihaddan üstün olduğunu söylemiş. Bu,
İslâm’ın askerî gücünü kırmak ve İslâm’ın en büyük ibâdeti olan cihadı
hafifletmek ve etkisizleştirmek için uydurulmuş bir sözdür. Uydurmadır, zîrâ
İslâm’ın ana prensibine aykırıdır. Çünkü İslâm demek; îman, hicret ve cihad
demektir.
“Öyleyse sen kâfirlere itaat etme ve
onlara karşı olanca gücünle (büyük bir cihadla) cihad et” (Furkân 52).
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz
yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsan edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden
-karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın
almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler;
(bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir.
Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu
alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’
budur” (Tevbe 111).
İslâm hukukçularının formüle ettiği bir
ilkeye göre; cihad görevi, savunma yapmak için sağlıklı müslüman erkeklerin
tamâmına, saldırı durumundaysa toplumumun tamâmına düşer. Yâni İslâm’da
bir “saldırı savaşı fıkhı” vardır. Bırakın İslâm’da saldırı savaşının
olup-olmadığını, bu konuda bir fıkıh bile belirlenmiştir.
Zâlimlerle ve
düşmanlarla savaşmayanlar, -günümüz müslümanlarında da görüldüğü üzere- kendi
aralarında savaşmaya başlarlar.
Seyyid Kutup:
“Cihad, “düşmanın saldırılarına karşı
yapılan savaş” değil, gayr-ı müslim toplumlar müslümanlara hiç ilişmese bile,
kendi ülkelerinde yaşayan insanlara İslâm’ı seçme ve yaşama özgürlüğü tanımadıkları
takdirde, müslümanların bu hakkı sağlamak üzere onlara saldırabilmesidir. Cihad
“saldırı savaşı”dır ve bunun aksini söyleyenler, içinde bulundukları
yenilmişlik psikolojisinin kurbanlarıdırlar” der.
Savaşmayanlar,
savaşanların kölesi olmaya başlarlar. Savaşanların “şamar oğlanı” olurlar.
Savaşmayanlar korkaklaşır, pasifleşir. Savaşmayanlar şerefsizleşir.
Sadece
savunma-savaşı yapmak, “savaşı düşmanların istediği sahada yapmak” demektir ki
bu durum, askerî metod ve strateji açısından kabûl edilebilir olmasa gerek.
Ahmet Kalkan: “İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği
sahalarda kabûl edilir” der.
Müslümanlar, 628 yılından
sonra savunma savaşı yerine saldırı savaşına başlamışlardır. Beni Kurayza
yahudilerinin bertarâf edilmesi, “son savunma savaşı”dır.
Son Söz
İslâm’da “dâvet” vardır. “İslâm’a
girme” dâveti. Bu dâveti kabûl etmeyenler “cizye” vermelidir. Onu da kabûl
etmeyenlere ise savaş açılır. O hâlde cizye vermeyenlerle yapılan savaş “savunma
savaşı” mıdır?. Tabî ki de değildir. Cizye vermeyenlere açılan savaş, “saldırı
savaşı”dır.
Yine; Peygamberimizin
vefâtından hemen sonra zekât vermekten vazgeçenlere Hz. Ebubekir’in açtığı
savaş “savunma savaşı” değil “saldırı savaşı”dır.
Ey “İslâm’da
savaş, sâdece savunma-savaşıdır” diyenler!. Allah aşkına söyleyin.. Sahabeler
arasında yapılan yada sahabelerin de katıldığı, kısmen Sıffin, ama özellikle
Cemel Savaşı’nda savunma-savaşını yapan kimdi, saldırı-savaşını yapan kimdi?.
İslâm’da savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu hangi taraf bilemedi ve idrâk
edemedi?. İslâm’daki savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu Hz. Ali mi
anlayamadı; yoksa Hz. Âişe mi?. Onlar anlayamadı da, siz mi anladınız?. Birebir
Peygamberimizle muhâtap olan insanlar olarak onlar anlayamadıysa, siz niye
anlamış olasınız?. Bu din sizin babanızın malı mı?.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder