“Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin
altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler.
Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
Süleyman Ateş bu âyetin yorumunda şöyle der:
“Bu âyet, işverenlerin fazla mallarını emirleri altında çalışanlara
verip, geçimde eşitlik sağlamalarını hedef gösterir. Çünkü herkesin havaya,
suya, besine ihtiyâcı aynıdır. Bütün insanların bağırsakları eşit
uzunlukta, mîdeleri de aşağı-yukarı aynı büyüklüktedir. Her insanın alması gereken
standart bir kalôri miktârı vardır. İnsanlara bu, dengeli biçimde verilmez ve
biri yer biri bakarsa huzursuzluk olur. Yöneticiler buna dikkat etmeli. Çünkü
bu, adâletin gereğidir”.
İslâm düzeninde takvâdan başka üstünlük-ölçüsü olmaz.
Dolayısıyla patron olanın işçi olandan üstün olması diye bir şey söz-konusu
değildir, olamaz. Tabi patron olan kişi aynı-zamanda takvâ-sâhibi de olabilir
ve o zaman Allah katında üstün olabilir. Fakat İslâm’a göre bâriz şekilde gelir
farkı olanların aynı-zamanda takvâlı olması çok da kolay değil ve hattâ
neredeyse imkânsızdır. Zîrâ ellerinde ihtiyaç fazlası mal birikmiştir ve bunu
bir şekilde ellerinden çıkarmamaktadırlar. Oysa Allah açıkça ihtiyaçtan
fazlasının elden çıkarılması ve Allah yolunda harcanmasını emreder:
“..Ve sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece
Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin
dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” der.
Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne
yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000
dirhem, yâni yaklaşık 18.000 TL eden bir
para var. Bu para aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg.
gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 6.000
lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı
eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu
temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı
biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın (yada
evin), yukarıda bahsettiğimiz aylık 6.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek
konuştuğumuzda; bu âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden
mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde
geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla
yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda
bir paradır. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün
içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi “ateş”
olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf
ederek tüketebilir.
İnsan İslâm fıtratına uygun olarak yaratılmıştır. O
hâlde tüm insanlarda, vicdan da denen İslâm fıtratı vardır. Bu, müslümanlarda
daha güçlüdür. Çünkü fıtratla birebir uygun ve tahrif olmamış bir kitaba sâhiptirler.
İnsanlar ve müslümanlar buna rağmen şöyle bir durumu nasıl kabûl edebiliyorlar?:
Biri asgarî ücretle zor geçiniyor ve o kadar ölçülü harcama yapmasına rağmen ay
sonunu getiremiyor. Bir diğeri ise hiç-bir maddî zorluk yaşamıyor ve istediğini
yiyip-içip-giyebiliyor ve istediği yeri gezebiliyor. Bu durum kısa bir
süreliğine böyle olsa, imtihan ve bir amaç gereği çok da sorun olmazdı. Fakat
tüm hayat boyunca meselâ 80 yıl boyunca bu durum böyle gidiyor. Biri istediğini
yiyip içerken, diğeri kendisine ve çocuklarına, hem canlarının çektiği hem de
temel ihtiyaçları olan şeyleri sağlayamıyor. Yâni asgarî ücretlinin çocuğu bir
şey istiyor ama babanın onu alacak durumu yok. Oysa zengin olan kişi için bu
bir sorun değil. Böylece biri yerken diğeri bakıyor ve işin asıl kötü yanı;
bunlar kardeş, akrabâ, belki karı-koca, evlat ve ana-baba, yada işçi-patron
olabiliyor. Alt-alta, yan-yana, aynı-evde, aynı iş-yerlerinde birlikteler fakat,
biri diğerinin yediğini-içtiğini-giydiğini hem canı istemesine hem de zarûri
ihtiyaç olmasına rağmen yiyip-içemiyor ve giyemiyor. Yâni ihtiyâcını
sağlayamıyor. Oysa Allah bâzı sorumluluk durumuna göre ve cinse göre farklılıklar
yaratmıştır ama kesinlikle rızıkta, yiyip-içmede bir farklılık istememektedir.
İslâm’da “rızıkta eşitlik” vardır. Zâten “hayır yoktur” diyen kişi, “ben
yiyeyim de gerisi ne olursa-olsun” demiş olur ki bu düşünce ve söylem ya cehâlet,
yâ körlük, yada şerefsizliktir. İslâm’da “rızıkta eşitlik” olduğunu söyleyen âyetler
şunlardır:
“Orada
(yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve
isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde
takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için
(bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece
Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin
altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler.
Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân
edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden
çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar.
Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda (yâni insanlar için H.G.) harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah’ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için
hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü,
cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır.
Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Ramazan Yılmaz:
“İslâm Devleti sınırları içindeki herkes rızık konusunda eşit olmak
zorundadır. İslâm rızıkta eşitliği esas alır ve bu nedenle devleti yönetenlere,
varlık-sâhiplerine ve işverenlere, çalıştırdıkları insanlara, kendilerinin
yiyip-içtiklerinin, kullanıp-tükettiklerinin aynısını vermelerini zorunlu
kılmakta, bunun yapılmaması durumunda Rab’lerinin verdiği nîmetlerine nankörlük
eden inkârcılar olacağını söylemektedir. Bu nedenle devleti yönetenler ve
işverenler, kendilerinin yaşadıkları hayat standartlarını, çalışanlar için de
öngörmek ve ona göre ücret vermekle mükelleftirler. Nitekim Resûlullah,
çalışanların hakları konusunda şöyle buyurmaktadır:
“Kimin elinin altında bir kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin,
giydiğinden giydirsin; onlara kaldıramayacakları işleri yüklemesin, eğer yüklerseniz
kendilerine yardım ediniz”.
Çalışanlar, alacakları ücretlerle, tıpkı yöneticileri ve patronları gibi
bir hayat sürecek; onlar gibi yiyip-içecekler, onlar gibi tâtil yapıp
dinleneceklerdir. Bu İslâm’ın olmazsa-olmaz emri ve işverenlerin gerçekten îman
etmelerinin göstergesidir. Ücret ve hayat standartlarında adâleti sağlamayan
işverenler yüce Allah’ın nîmetini inkâr etmiş, küfre girmişlerdir”.
“Ey îman
edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden
infâk edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye
kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyacı olmayandır,
övülmeye lâyık olandır” (Bakara 267).
Bir de üretim-tüketim konusunda şunu söylüyorlar;
“Narhı Allah koyar”. Tamam, narhı Allah koyar. Yağmur yağmaz yada fazla yağış
olur, kuraklık olur, toprak kayar, doğal âfet olur vs. Allah narhı koyar.
Burada sorun yok. Fakat Allah narhı sâdece garibanlar için mi koyar?. Bu narh
sadece fakirler için mi geçerlidir?. Çünkü duruma göre mal azalınca ve Allah
narh koymuş olunca garibanlar o nîmetten mahrum kalıyor ama zenginleri için
fark etmiyor ki!. Ne de olsa durumları müsâit, alıp yiyebiliyorlar ve “narh”tan
etkilenmiyorlar. Eğer bir mal bir şekilde o yıl az üretilmişse, ürün az
olmuşsa, herkes yâni hem zenginler hem de fakirler o maldan azar-azar
tüketeceklerdir. Mal az diye fiyatların yükselmesiyle birlikte “fakirler o nîmetten
aslâ faydalanamayacak fakat zenginler burunlarından gelircesine faydalanacak”
demek değildir Allah’ın narhı koyması. Narh herkes içindir. Ne yâni;
zenginlerin her zaman ve durumda bir maldan faydalanma hakları var da
fakirlerin yok mu?. Yada neden yok?. Yoksa -hâşâ- Allah zenginleri çok seviyor
da fakirlere gıcık mı oluyor?.
“Onların
mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için
de bir hak vardır” (Zâriyât 19).
“Ve onların
mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için” (Meâric 24-25).
Allah zenginleri imtihan etmek için onlara mal verir
ve “bakalım bu malda hakkı olanlara mallarını teslim edecekler mi” diye bekler.
Allah garibanlara bu malları zenginler eliyle vermek ister. Eşitliği
zenginlerin eliyle sağlamak ister ki, en sağlam “rızıkta eşitlik” kuralı bu
şekilde sağlansa gerektir. Ramazan Yılmaz bu konuda da şunları söyler:
“Mülkiyet sâhipleri kendilerine verilen mülkün, Rableri tarafında geçici
olarak verildiğini, bu mal ve mülkün yalnızca kendilerine âit olmadığını,
bunlarda başkalarının da hakkı bulunduğunu bilirler. Mülk de tıpkı vahiy
gibi, insanlara ulaştırılmak için bâzı kimselere verilmiştir. Vahiy nasıl
ki Peygamber eliyle insanlara ulaştırılıyorsa, verilen mal ve mülkler de aynı-şekilde
zenginler eliyle ihtiyaç-sâhiplerine ulaştırılır. Peygamberler, nasıl ki vahyi
kendilerine mâl edip kendilerine âit olduğunu iddiâ etmiyorlarsa ve etmeleri de
mümkün değilse, aynı-şekilde, kendilerine Rableri tarafından mal ve mülk
verilen kimseler de, kendilerine verilenler üzerinde mülkiyet iddiâsında
bulunamazlar”.
“İşte
Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur” (Zümer 6).
Lehül mülk=Mülk Allah’ındır. Öyleyse insanların ama
özellikle de müslümanların, ellerindeki mülkün asıl sâhibi kendileri imiş gibi
davranmaları yanlıştır, yasaktır. Kısa bir misâl verelim ve bir sonuca gidelim:
25 yaşında bir kişi, ustası olduğu alanda bir dükkan
açmış olsun. Yanına da 12 yaşında bir çırak alsın ve bu çırağa asgarî ücret
versin. Çırak olarak işe giren bu kişi ustasının yanında 40 yıl çalışsa da,
usta yine dükkanın sâhibi oluyor ve yüksek kârı o alıyor. Bu-arada çırak, kalfa
ve usta oluyor ve biraz daha fazla maaş alsa da yine “maaşlı işçi” olarak kalmaya
devâm ediyor. İyi de 40 yıldır birlikte çalışıyorlar. Birlikte iş yapıyorlar.
Gelen mal belli, yapılan iş belli, kazanç belli. İşi zâten birlikte yapıyorlar
fakat işçi yine işçi maaşı alıyor, ama dükkan-sâhibi kârın büyük kısmını
alıyor. Şimdi bu doğru bir şey mi?. Bunun kölelikten ne farkı var?. Çünkü aldığı
maaş işçinin yeme-içmesine yâni geçinmesine ancak yeten bir paradır. Kölelerin
de zâten yeme-içme-giyinme-barınma sorunları olmazdı. Efendilerinin yanında,
yeme-içme-giyinme-barınmalarının karşılanması koşuluyla ölene kadar çalışırlardı.
Efendiler, kölelerin bu ihtiyaçlarını -biraz da kendilerine laf gelmemesi ve
îtibar için- seve-seve karşılarlardı. O hâlde birinin yanında uzun yıllar
boyunca maaşlı işçi olarak çalışmak da kölelikten farklı değildir. İslâm,
köleliği kaldırmak isteyen bir din olduğuna göre, böyle bir durumu kabûl etmesi
imkânsızdır. Bu durumda İslâm ne önerir?. Ne yapılmalıdır?.
Dükkan-sâhibi usta, ya yanında çalışan kişiyi belli
bir zaman sonra işine (dükkana değil) ortak edecek ve kazanç eşit olarak
bölüşülecek; yada usta, yanında çalıştırdığı işçiye yardım edecek, destek
olacak ve işçi de kendine bir dükkan açacaktır. Aksi-hâlde “rızıkta eşitlik”
olmaz ve aradaki fark uçurumlaşır ve büyür gider. Patron her dâim patron olarak,
işçi de işçi olarak kalır. Birazcık da olsa sermâyesi olmayanlar, her zaman
işçi olarak kalmaya ve birilerinin yanında çalışmaya mecbûr ve mahkûm olurlar.
Hâlbuki Allah Kur’ân’da bildirdiği gibi, eşitliğin sağlanmasını emrediyor:
“Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin
altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler.
Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
Târih boyunca tüm fitneler, gelir-uçurumlarından, yâni
“rızıkta eşitsizlik”ten dolayı olmuştur-olmaktadır. Zâten şeytan da başta Hz. Âdem
olmak üzere insanları en çok da bu şekilde kandırmakta ve birbirine
düşürmektedir:
“Sonunda
şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir
mülkü (mülkü lâ yebla) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).
Evet; biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2016
Müslümanların çok uzun zamandır en büyük sorunlarından birisi de bu "rızıkta eşitlenmeme" durumu değil mi zaten? Modern zamanlarda çoğu Müslüman "Ben yıllardır çalışıp çabalıyorum, elbette benim diğerlerinden üstün yanım olacak. Ben patronum, onlar işçi." mantığından hareketle, rızık paylaşımında Allah'In emrettiği şekilde davranmıyorlar. O yüzden de aslında dinde kardeş oldukları insanlar zor şartlarda yaşıyorlar. O insanları "din kardeşleri" olarak görmedikleri için yardım da etmiyorlar, ya da yaptıkları yardım göstermelik, kullanmadıklarını vermek üzerine kurulu oluyor.
YanıtlaSilÜmmet olmanın gereği olarak "dünyalıkta eşit şartlar"da yaşamayı beceremediğimiz sürece, birlik olup ayakta durabilmemiz de pek mümkün görünmüyor.
Selametle.