“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik
değildir. Ama iyilik, (1) Allah’a, (2) âhiret gününe, (3)
meleklere, (4) Kitaba ve (5) peygamberlere îman eden; mala
olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa,
isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan,
zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda,
hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve
davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da
bunlardır” (Bakara 177).
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine
indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim (1) Allah’ı,
(2) meleklerini, (3) kitaplarını, (4) elçilerini ve (5) âhiret
gününü inkâr ederse, şüphesiz
uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).
İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’da
îmânın şartları arasında “kadere îman”dan söz edilmemesine rağmen müslümanlar “kadere
îman” maddesini eklemişlerdir. Bu madde Kur’ân’a değil, Cibril Hadisi denilen
hadise dayanmaktadır. Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği bu
hadis şöyledir:
“Bir
gün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza,
elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri
görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in
yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine
koydu. Ve: ‘Ya Muhammed!;
bana İslâm’ın ne olduğunu söyle?’ dedi.
Resûlullah (s.a.s.): ‘İslâm;
Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah'ın Resûlü olduğuna
şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve
gücün yeterse Beyt’i hac etmendir’ buyurdu. O zât: ‘Doğru söyledin’ dedi.
Babam dedi ki: ‘Biz buna hayret ettik. Zîrâ hem soruyor, hem de tasdik
ediyordu’. O zât; ‘bana îmandan haber ver?’ dedi.
Resûlullah (s.a.s.): Âllah’a,
Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanman,
bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu.
O zât yine: ‘Doğru
söyledin’. dedi. Bu sefer: ‘Bana ihsandan haber ver?’ dedi.
Resûlullah (s.a.s.): ‘Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne
kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür’ buyurdu.
O zât: “Bana kıyâmetten haber ver?’ dedi. Resûlullah
(s.a.s.): ‘Bu meselede kendisine
sorulan, sorandan daha çok bilgi sâhibi değildir’ buyurdular. ‘O hâlde bana alâmetlerinden haber
ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.): ‘Câriyenin kendi sâhibesini doğurması ve yalın ayak,
çıplak, yoksul koyun çobanlarının binâ yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini
görmendir’ buyurdu. Babam dedi ki: ‘Bundan sonra o zât
gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Resûlü bana: ‘Ya Ömer!. O soru soran zâtın kim olduğunu biliyor
musun?’ dedi. ‘Allah ve Rasûlü bilir’ dedim. ‘O Cibrîl’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular” (Buhârî, Îman 1; Müslim, Îman 1).
İslâm’da bâzı
formülleştirmeler vardır. İslâm’ın şartı, îmânın şartı, 32 farz, 54 farz, orucun
şartı, namazın-abdestin-haccın şartları, farzları vs. Bunlar, İslâm târihi
boyunca birilerinin bâzen işe de yarayan formülleştirmeleridir. Fakat
formülleştirmelerin şöyle bir sakıncası vardır ki; insanlar formülleştirilen şeyleri
mutlak-doğru ve eksiksiz-kusursuz zannederler. Bu sâdece dînî alanda değil, bilim
alanında da öyledir. Bir bilimsel formül varsa, artık o formül eleştirinin ve
îtirâzın konusu olmaktan çıkar ve o formül doğrultusunda düşünülür. Okullarda o
formül ezberletilir, o formül hakkındaki yazılar ve kitaplar yazılır ve hattâ
kabûl edilmiş o formüle îtirâz edenler espri konusu yapılır.
Aslında bilimsel formüllerin
çoğu, formülleri ortaya atanlar tarafından, bir şeyi açıklamakta yetersiz
kaldıklarında ortaya attıkları yöntemlerdir. Yaptıkları hesaplar bir türlü
tutmayınca formülün ara bir yerine bir sâbite eklerler ve formül yerine oturur.
İstenilen ve arzu edilen şey ortaya konana kadar araya sokuşturulan sâbiteler,
özel yasâlar, kurallar, ilkelerle ortaya atılan formül düzenlenir ve ideâl(!)
hâle getirilir. Bu bâzen bilime aykırı olarak, matematiğe aykırı olarak da
yapılır. Burada önemli olan şey, çağın seküler idrâkine uygun olan sâbiteyi-formülü
her ne pahasına olursa-olsun oluşturabilmektir.
İşte aynen bunun gibi; dînî
alanda da insanların anlayışlarını şekillendirmek için de bâzı formülleştirmeler
yapılır. İnsanlar bir şeyi çok fazla eleştirip îtirâz ediyorsa, hemen bir klişe
söz, sükseli bir düşünce, bir örnek şahsiyetin fikri, olmadı uydurma rivâyetlerle
kişilerin tasavvurları ve düşünceleri şekillendirilir. Meselâ aslında
Peygamberimiz ve halifeler zamânında hutbe Cumâ namazının arkasından okunduğu
hâlde, Emeviler zamânında ehl-i beyte yapılan küfür nedeniyle, o zamana kadar
yaşamış olan sahabeler hutbeyi dinlemeden çıkıp gidiyorlardı ve halk da “sahabe
çıkarsa ben de çıkarım” diyerek onlar da hutbeyi dinlemeden çıkıp mescidi terk
ediyorlardı. Böylece devletin istediği şekilde zihinlerin inşâ olması
gerçekleşemiyordu. Zîrâ o dönemde hutbe, “medya” işlevi görüyordu. Bunun çâresi
olarak Emevi zihniyeti bir-kaç hadis uydurarak ve yalanlar söyleyerek, Peygamberin
hutbeyi namazdan önce uyguladığı, hutbeyi dinlemenin farz olduğu, hattâ hutbe
sırasında konuşmanın büyük günah olduğu ve üç kere üst-üste Cumâ’ya gelmeyip de
hutbeyi dinlemeyenlerin nikahının düşeceği yalanı profesyonel bir şekilde açıklandı.
Âlimler öldürülmüş yada sindirilmiş olduğundan ve de devletin baskısı ve devleti
destekleyen yalakalar nedeniyle bu yalan kabûl edildi. Böylece günümüzde de
hâlen devâm eden şekilde hutbe namazın önüne alınmış oldu ve artık bu îtikâdın
bir konusu hâline geldi.
Bu durum sâdece hutbe için
değil, dînin çok çeşitli alanlarında da yapıldı ve yapılıyor. Kur’ân ve sünnet-merkezli
düşünme şeklinden uzaklaştırılınca ve yiğitlik de bir kenara bırakılınca
münâfıklara gün doğar ve onlar dîni-siyâseti-iktisâdı diledikleri gibi
şekillendirebilirler. İşte; formülleştirilen “îmânın şartı” konusu da bu yolla
olmuştur. Îmânın şartı yüzlerce sayıda olmasına rağmen bunu 6 ile sınırlandırmışlardır.
Fazla îman, şerefsizler için sorun olur çünkü. Îmânın şartını 6 ile sınırlandırmak
yanlıştır fakat aslında burada daha önemli olan bir yanlış vardır ki bu; İslâm’da
olmamasına rağmen îman sınıflandırmasına altıncı bir şartın eklenmiş olmasıdır.
İslâm’da, sünnette-Kur’ân’da olmayan ve hattâ İslâm’ın-Kur’ân’ın-Peygamberin
zulmün kaynağı olarak görüp yıktığı bir madde eklenmiştir ve bu madde hâlen de
geçerli olan ve kabûl etmeyenlerin zındık-kâfir-îmansız îlân edildiği bir
maddedir. Bu madde; “kadere îman” maddesidir.
Bu maddeye göre Allah, kâinatta
olmuş ve olacak her şeyin ne zaman, nasıl, nerede, niçin, olacağını ve bir
şeyin geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdir etmesi ve
yazmıştır. Allah tabî ki de en ince ayrıntısına kadar her şeyi bilir. Fakat
bu bizi ilgilendirmez. Allah’ın bu bilgiye sâhip olması bizim inancımıza
göre yaşamamızı etkilemez çünkü. Zîrâ biz her şeyi bilmiyoruz. Bu madde şöyle
ifâde edilir: “Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna îman etmek, kabûl
etmek. (Ve bil kaderi hayrîhi ve şerrîhi minallâhi tealâ). İyi de bu inanış
nereden gelmiş?. Bir şeyin “inancın konusu” olması için vahyî bir dayanağı
olması gerekmez mi?. O hâlde bunun bir inanç olması için müslümanların bu
inancın kaynağını Kur’ân’da bulmaları şart değil midir?. Böyle bir inanç Kur’ân’da
olmadığı gibi, Kur’ân zâten bu inancı yıkmaya gelmiştir. Yazının başında
verdiğimiz iki âyet îmânın ana şartlarını sayarken “kadere îman” maddesine yer
vermez. Niçin?. Çünkü müslümanlarda olsa da İslâm’da öyle bir inanç şekli
yoktur. Hattâ İslâm ve Peygamber, bu inanışı yıkmak için vardırlar. Zîrâ “kadere
îman” denilen şey bir zulüm şeklidir.
Kaderin neyine îman
edilecek?. Kader nedir?. Kader, Allah’ın bir şeyi yada kişiyi yaratmadan önce
onun nasıl bir hayat yaşayacağı, başına nelerin geleceği, nasıl biri olacağı yâni
tipi ve karakterinin nasıl olacağı, “sâid” mi olacağı “şâki” mi olacağı, kaşı-gözü,
boyu-posunun nasıl olacağının belirlenmiş olması demek değildir. Bizim fizîki
özelliğimizi, Dünyâ’nın neresinde, kimin evladı olarak ve hangi zamanda
doğacağımızı biz belirleyemeyiz ve bunu Allah belirler. Fakat bu durum bizim
buna îman etmemizi gerektirmez ki. Meselâ ben, müslüman-türk-Türkiye’li-erkek
olarak doğmaktan ve ana-babamdan memnunum ama ben bunu kadere îman konusu
yapmam ki?. Kaderle alâkası yoktur çünkü. Bu Allah’ın bir dilemesidir. Zâten
hiç-bir insan bağlı bulunduğu kavimden olduğuna yanıp yakılmaz. Yine hiç kimse
erkek yada kız doğduğuna üzülmez. Bunlar kadere îmânın konusu değildir. Kadere îmânın
konusu yapılan şeyler, insanların bir kısmının zor bir hayat yaşarken, diğer bir
kısmının çok kolay ve rahat bir hayat yaşamasıyla ilgilidir. Bir de orta-hallî
yaşayanlar vardır tabi. İşte bu durum Allah’ın dilemesiyle olmamaktadır.Tam
aksine; Allah’ın dilemesine aykırı davranmaktan dolayı olmaktadır. Allah
yaratmayı doğal yapar ve yarattıklarında aşırı farklı uç durumlar olmaz. İnsanları
da birini çok zor bir hayat yaşayacağı şekilde, diğerini de zenginlik içinde,
kolay, rahat ve zevk içinde yaşayacağı şekilde yaratmaz. Böyle bir arzusu
yoktur Allah’ın. İmtihana mebnî olarak ve fesatlığa yol asmayacak oranda bâzı
küçük farklılıklar olur sâdece. Zâten İslâm’da “rızıkta eşitlik” ilkesi vardır.
Makam-mevki ve beceriler farklı olsa da, yaratılmış olan tüm insanlar aynı rızklardan
faydalanabilecek şekilde olmalıdır. Birileri yerken diğerlerinin ona hasret
kalması ve bunun “kadere îman” bağlamında normâl karşılanması vicdansızlıktır,
adâletsizliktir ve şerefsizliktir. Böyle bir farkı normâl görenler, “ben
yiyeyim de gerisi ne olursa olsun” demiş olurlar. Allah böyle bir eşitsizliği
zinhar kabûl etmiyor ve hattâ bu ayar bir şekilde bozulmuşsa ve “birileri yiyip
birileri bakar” hâle gelinmişse bunun nefse en ağır gelecek şekilde ayarlanmasını
emrediyor:
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün
kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak
şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı
ediyorlar?” (Nâhl 71).
Kadere îman diye uydurulmuş
olan bu madde, zâlimler tarafından uydurulmuştur. Bu madde, durumları gâyet
yerinde olanlar tarafından baş ütüne konulmuş, ezilenler tarafından ise ilk
başta bir îtirâz ve isyân konusu olsa da, zamanla “pes” edilerek îman umdesi
yapılmıştır. Zayıf ve ezilmişlere, kendilerinden kaynaklanan kötü durumlarından
şöyle bir silkinip kurtulmak varken, “kader” diyerek işin içinden sıyrılmak çok
daha kolay ve câzip gelmiştir-gelmektedir. Zîrâ buna karşı çıkmak, îcabında
malını ve canını kaybetmeye bile neden olabilecektir. Fakat bu onursuzlaşmamak
için şarttır. Bu kişiler buna rağmen çok zor bir hayat yaşasa ve ezilip dursa
da ve onuru pahasına da olsa buna karşı çıkmamakta ve sıkıntılı bir hayâtı
tercih etmektedir. Zamanla bu duruma alıştıktan sonra artık kadere îman
etmiştir ve kadere îman etmeyi “Allah’a itaat” olarak görmeye başlamıştır. Birileri
onlara, “ne kadar sabrederseniz o kadar îmanlı olacağını” söylemiştir. Böylece
kendilerine karşı yapılacak olası bir eleştiri, îtirâz ve isyânın önünü baştan
kesmiş oluyorlar. Bunu siyâsi nedenlerle de yapanlar olmuştur. İslâm’da her
melânetin altından Emeviler çıkar. Bu maddeyi de Emeviler uydurmuşlardır. Tabi İslâm-öncesi
temellerine başvurarak. Emeviler’in, günahlarını örtmek için uydurdukları-uydurttukları
bir konudur kadere îman. Kedi çıkarlarına ve inanışlarına göre ortaya oydukları
siyâset, birilerine ve dîne büyük zararlar veriyordu ve bu nedenle büyük sesler
çıkıyordu. İşte bunun önüne geçmek için akla ziyan söylemlerle oluşturmuşlardır
bu kadere îman denilen uydurmasyonu. Meselâ Yezid, kadere îman inancına göre
şöyle bir şey söyleyebilmiştir:
Hz. Hüseyin Kerbelâ’da
öldürülüp şehit edilince kesik başı Yezid’in yanına getiriliyor ve önüne
atılıyor. Hz. Hüseyin’in kızı Zeyneb de o sırada oradadır. Zeyneb “ona nasıl
kıydın” deyince, Yezid; elindeki sopayla Hz. Hüseyin’in dudaklarına vurarak, “onu
Allah öldürdü” diyebilmiştir. Yezid’in komutanı-vâlisi İbn-i Ziyad, Zeyneb’e;
“bak, Allah babana ne yaptı” demiştir. Yâni birleri, “kadere îman” ederek, kendi
yaptıkları şerefsizliği Allah’ın üstüne atmıştır-atmaktadır.
İnsanları pasifleştiren bir
maddedir bu. Böylece insanların elini-ayağını bağlıyor. Tevekkül etmekle kadere
îman karıştırılıyor. Tevessül, sebeplere başvurduktan ve bir işi yaptıktan
sonra sonucunu Allah’a bırakmaktır. Kadere îman etmesi istenilen kişiler, durumu
kötü ve zor olanlardır genelde. Zîrâ durumu iyi olanlar için kadere îman etmenin
bir zorluğu yoktur. Oturdukları yerden kadere bol-bol îman edebilirler. Bu
nedenle kadere îmâmı en çok, durumu zor olmayanlar ve genel anlamda iyi bir
hayat sürenler çok fazla savunurlar. Bir de, kötü durumda olmalarına rağmen bu
durumu değiştirmek için çaba harcamak istemeyenler. O nedenle kadere îman
denildiğinde bilin ki büyük oranda “kötü bir kader”den bahsediliyordur. Durumu
iyi olanlar, çok zor bir hayatları olanlardan o kötü kadere katlanmasını
istiyorlar ki isyân edip de onların durumlarını da bozmasınlar. “İyi kader”e
katlanmanın zâten bir zorluğu yoktur. Kadere îman ile halkı gütmek çok kolay
oluyor. Fakat bu durum “Allah ile aldatmak”tır. Kur’ân bunu şu şekilde söyler
ve insanları sakındırır:
“..Şüphesiz Allah'ın vaâdi haktır. Artık dünyâ-hayâtı
sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın” (Lokman 33).
Peygamberimiz bir soruya
cevap olarak bir hadisinde îmânı şöyle târif eder: “Îman; Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, bütün elçilerine ve öldükten sonra dirileceğine inanmandır”.
(Buharî, Îmân babı, Hadis no. 48).
“Hayrın da şerrin de ezelde
belirlendiği ve iyi ve kötü olarak başımıza gelen ve gelecek olan her-şeyin ezelde
yazılan şey olduğu” şeklindeki kader inancı yanlış yada sorunludur. Hâlbuki
şöyle dense mesele belki daha iyi anlaşılır ve yanlış düzeltilmiş olur: “Hayır
da şer de; hayrı yada şerri, kulun istemesi, ona yönelmesi ve hayırda yada
şerde ısrâr etmesinin sonucunda Allah’ın hayrın da şerrin de ortaya çıkmasına
izin vermesidir”. Tabi Allah şerden râzı değildir.
Başımıza gelen iyiliklerin
tamâmı Allah’tandır. Başımıza gelen kötülüklerin ise tamâmı kendi
yüzümüzdendir. Kendi ellerimizin yaptıkları nedeniyledir. Allah sâdece, kötü
seçimimize “râzı olmayarak” izin verir. Kadere îman maddesinde söylendiği gibi
başımıza gelen her şey fakat özellikle de kötü şeyler Allah tarafından bir-zaman
önce yazılmış değildir. Allah hiç-bir kimseye; “şu adam şu yaşa gelince
evlensin, şu yaşta trafik kazâsında felç kalsın, yada şu yaşta büyük para
kazansın da işleri yolunda gitsin, sâid olsun, şâki olsun, yâni îmanlı yada îmansız
olsun” diye yazmamıştır. Kader, “Allah’ın yazısı” değil, yasalarıdır. Bardağı
elinizden bırakırsanız kırılır. O hâlde kader, cam eşyâlar yüksekten
bırakılınca yerçekimi etkisiyle düşerler ve cam malzemeler bu düşmenin
etkisiyle kırılırlar” anlamına gelir. Buzda yatılırsa hasta olunur. Meselâ
Allah benim için; “19 yaşında Romatoid Artrit hastalığına yakalansın ve 10-15
sene sonra çalışamayacak duruma gelsin, zor bir hayâtı olsun, ağrılar içinde
kıvransın, fakat rahmetimizden de bir mâlûllük emekliği alsın ve belki çok da
uzun olmayan bir hayat yaşasın” diye bir yazı yazmamıştır. Fakat Allah ilkeleri
koymuştur. Demiştir ki: “vücut direnci zayıf olanlar şöyle-şöyle yapacak
olurlarsa Romatoid Artrit hastalığına yakalanırlar ve çok zor bir hayatları
olur. Bu nedenle böyleleri şöyle-şöyle önlem almalıdırlar. Aksi-takdirde başlarına
hastalık gelmesi yüksek ihtimâldir. İşte bu nedenle başımdaki bu zorluk Allah’ın
bana önceki bir zamanda yazmış olduğu bir “yazı” değil, gerek kişisel yanlış
yaşantım, gerekse toplumsal yanlışlıklar nedeniyledir. Yâni kendi ellerimin
yaptıkları nedeniyle başıma bu kötü iş gelmiştir.
Kişilerin görünüşte kendi
ellerinde olmayan nedenlerle başlarına gelen kötülükler bile bilinen anlamda
kader değildir. Meselâ bir kişinin başına yolda giderken yukarıdan bir saksı
düşse ve o kişi bu nedenle yaralansa, bu o kişinin suçu değildir, saksıyı oraya
koyanların aymazlığı nedeniyledir. Fakat insan toplumsal bir varlık olduğu için
bu kötü durumun nedeni yine insandır. Başımıza gelen iyiliklerin Allah’tan,
kötülüklerin ise kendimizden olduğu Kur’ân’da çok açık bir şekilde ifâde edilir:
“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır,
kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni
insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).
“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin
kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).
Evet; “kadere îman”, “Allah’ın
yasalarını tanımak ve ona göre davranmak” demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder