“Allah’ın
yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine dalga-dalga
girdiklerini göreceksin” (Nasr 1-2).
Fetih, cihad, şehâdet ve hattâ; din, İslâm, sünnet
gibi kelimeler genel Dünyâ insanlarını olduğu gibi, modern müslümanı da dehşete
düşürüp ürkütüyor ve bu kelimeleri kullanan kişilerle yakınlık kurmaktan
vazgeçiyor. İslâm’ın ana-kavramları olan bu kelimeler, modern insanın ve
müslümanın tasavvurunda tağutların küresel medya ile yansıttığı şekilde;
şiddet, savaş, ölüm olarak bilindiği ve böyle canlandığı için, bu kelimeleri
duyan modernlerin yüzlerinin rengi atıyor ve bir-an önce o kişiden ve o ortamdan
uzaklaşmak istiyor. Hattâ bâzılarının korkusu aşırı depreştiği için hemen bir
depresyon ilacına sarılabiliyor.
Oysa bu kelimeler İslâm’ı İslâm yapan ana-unsurlardır.
“Gönüllerin fethi” ile başlayıp, toprakların ve en nihâyetinde de Dünyâ’nın
fethini hedefleyen fetih olgusunu İslâm’dan çıkardığınızda, ortada bir ahlâkÎ
felsefe sistemi, bir uydurmalar manzûmesi kalır. Çünkü İslâm’ın nihâi hedefi
Dünyâ’yı bir “dâr-ûl İslâm” yapmaktır. Cennet, Dünyâ’dan başlar. Bu nedenle
Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak mü’minin görevlerindendir. Zîrâ
Allah, mü’minleri, şeytan ve tağutların köleliğini-uşaklığını yapmak ve
Dünyâ’da haysiyetsiz ve malum bir şekilde yaşamak için müslüman olarak
adlandırmış ve seçmemiştir. Müslümanlar Dünyâ’ya, “yeryüzünün lânetlisi” olmak
için gelmemiştir. Allah mü’minlerden yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılmalarını
istemekte ve emretmektedir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da
yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Bu hâkimiyet, cihad ve fetih olmadan sâdece ilmî faaliyetlerle
ve basit iyiliklerle gerçekleşmez. Cihadın her türlüsü ciddî şekilde görünür
olmadıkça böyle bir şey başlatılamaz ve bir devlet kurulup ümmete yol açılamaz
ve bir İslâm medeniyeti oluşturulamaz. İşte bu hedef, gücünü fetih cihadtan
alır. Samîmi duygularla, ciddiyetle ve direnişle yapılacak cehd-cihaddan sonra
Allah’ın “zafer garantili yardımı” mutlakâ gelecektir. Bu, âyetin dediği gibi
Allah’ın bir vaadidir. Bu yolda nice gâziler olacağı gibi niceleri de şehâdeti
tadacaktır. Hiç kimse şehitsiz-kansız-gürültüsüz-gayretsiz-emeksiz bir “selâmet
dünyâsı” hayâl etmesin. Zîrâ bu, sünnetullaha terstir. Çünkü seyretmeye
doyamadığımız şırıl-şırıl akan sular bile bir şiddetin ve büyük gürültülerin sonucunda oluşur. Hem
şehit olmak bir kayıp değil, tam-aksine meleklerin bile gıpta edeceği bir
şeydir:
“Allah
yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler,
rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmran 169).
Tamam; İslâm bir bilgi-bilinç-ahlâk,
barış-huzur-mutluluk dînidir de. Fakat aynı-zamanda fedâkârlık-ferâgat-gayret-emek-vazgeçiş-cihad-fetih-gaza
ve şehâdet dînidir. “Kalem dîni” olduğu kadar “kılıç dîni”dir de. Âyetin
değimiyle kitap-mizan ve demir dînidir:
“Andolsun,
Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta
tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin
bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik;
öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin
yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir,
üstün olandır” (Hadîd 25).
O hâlde kitap ve mizâna hakkıyla sarıldıktan sonra
ellerimizde duruma göre kılıç da bulunmalıdır.
Ali Merad:
“Haçlı Seferleri Hristiyanlık için olduğu gibi, askerî
fetihler de İslâm’ın târihi imajından ayrılamaz. O kadar ki; İslâm kimi-zaman
“kılıç dîni” olarak görülmüştür” der.
İslâm’da savaş sâdece “savunma savaşı” da değildir. İslâm’ın başlarında
ve peygamberimizden sonraki 15-20 yıllık dönemde çok hızlı fetih hareketleri
olmuştur ki, bu kadar kısa-zamanda yapılan fetihlerin sâdece savunma-savaşı
yapılarak gerçekleşmesi doğal olarak imkânsızdır. Nesîmi Yazıcı:
“Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk altı yılını içeren kısa dönemde, İslâm-târihinin
olduğu kadar, belki de
dünyâ-târihinin en hızlı fetih
hareketlerinden biri gerçekleşmiştir. Bu cümleden olmak üzere, dönemin Bizans’la
birlikte en güçlü devletlerinden biri
olan Sasani Devleti, kısa-zamanda tamâmıyla ortadan kaldırılmıştır” der.
İslâm’da her-şeyde olduğu
gibi, savaş-fetih konusunda da bir ahlâk-anlayışı vardır ve “savaş-ahlâkı”,
aynı-zamanda bir “tebliğ”i de içinde taşımıştır târih boyunca. Meselâ türklerin
müslümanlaşması ilk-kez, arap-türk savaşlarının sonucunda başlamıştır. Savaş-fetih,
insanlar arasında iyi ilişki biçimleri de doğurabilir. Hele ki İslâm’ın cihad/fetih/savaş-ahlâkı
ile olursa tam bir tebliğ olur. Zâten, İslâm’da savaş-fetih, İslâm ile insan
arasındaki engellerin kaldırılması için yapılır.
“Saldırı savaşı” denildiğinde yanlış anlayarak
saldırılan yerin “işgâl edilmesi ve insanlara eziyet edilip sömürülmesinden
bahsetmiyoruz. Peygamberimizin ve halifelerin örnekliğinde de görüldüğü gibi;
İslâm “emperyalist” bir dindir. Fakat bu emperyalizm, işgâl için değil, fetih
için, dâvet için, tebliğ için, Allah’ın dînini âleme duyurmak için yapılır ve
zâten adına da işgâl/emperyalizm değil, “Fetih” denir. Hiç kimse müslüman
olmaya zorlanmaz/zorlanamaz. Sâdece, müslüman olmak istemeyenler cizye ile
mükelleftirler. Gerçi gayri-müslimler bu verginin karşılığını da fazlası ile
alırlar. “İslâm emperyalisttir” derken; Batı’nın anladığı ve yaptığı tarzda bir
emperyalizmden, “yıkıcı emperyalizmden” değil, “yapıcı emperyalizmden”
bahsediyoruz. Zâten bunun adını Batı’nın koyduğu gibi “emperyalizm” olarak
koymak ve kullanmak zorunda değiliz. Bunun İslâm’i dildeki adı
“cihad/fetih”tir. Evet; İslâm bir cihad/fetih dînidir. Ve fetih, bâzı
küçük yıkıcılıklar taşısa da, aslında ve sonuçta yapıcı bir faâliyettir. Çünkü
dînî bir faâliyettir.
Mustafa Çelik şöyle der:
“Şunu bilelim ki; cihad, şunun-bunun
emri değil, Allah’ın emridir. Allah’ın cihad emrini gereksiz görmek, Allah’a
imânı gereksiz görmektir.
Kur’ân’ı alır okursanız görürsünüz ki, Kur’ân baştan-sona
îman ve cihad/fetih kokan bir kitaptır. Kur’ân, insanı îmansız ve cihadsız
bırakmayan bir kitapdır. Cihad, İslâm’ın hayâtıdır. Cihad’ı İslâm’dan çekip
alırsanız, yâni İslâm’ı cihad emri olmayan bir din olarak tasavvur ederseniz,
İslâm’ın hayâta hâkim olma hakkını mahkûm etmiş olursunuz. İslâm’ı mâbede
hapsedilmiş, evcil, sokağa söyleyecek bir sözü olmayan, ekonomik ve siyâsal
yaşama, sanat ve estetiğe, mîmâriye, târihe, ölüm ve ötesine âit bir iddiası,
bir söylemi bulunmayan ölü dünyâ-dinlerinden bir din olarak tasavvur edenler,
Allah’ın indirdiği dîne değil, sahte ilâhlar tarafından uydurulmuş ve üretilmiş
dinlere tâbi olanlardır.
Cihad, istiklâlimizin ve istikbâlimizin garantisidir. Cihadsız
bir dîne inanmış olanların âkibetleri Firavunlara köleliktir. Müslüman
olarak “Maşrıkta
bir müslümanın ayağına bir diken batsa benim ayağım kanar. Mağrıp’ta bir
müslümanın ayağına bir taş çarpsa benim ayağım sızlar” demiyorsan,
îmânın problemli demektir. Îman edip îman-merkezli bir hayat yaşamak
istiyorsan, dünyâ-müslümanlarını sâhiplenmek mecbûriyetindesin. Aksi-hâlde
îmânına ihânet etmiş olursun”.
“Ee,
İslâm/silm/selam kelimeleri ‘barış’ demek değil mi”? diye sorulursa.. Evet,
“barış” demektir. Fakat bu barış, “savaştan sonraki barış”tır: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin
düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer
(düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size
eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa
eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O,
işitendir, bilendir” (Enfâl 60-61). Peygamberlik örneğinde bunu görüyoruz.
Mekke, savaşmadıkça fethedilmedi. “İzâ câe nasrullâhi vel feth, Ve reeyten nâse
yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ”.. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman,
(işte o zaman) insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini göreceksin”.
Çünkü İslâm ancak bu şekilde hem gönüllere hem de coğrafyalara yerleşir ve
sâbitlenir. Aksi-hâlde sâdece gönülleri fethetmek değildir îman. Îman,
yüzdeyüz îmandır. Maddî/mânevi tüm boyutları ile gerçekleştiğinde ancak tam
anlamıyla gerçekleşmiş ve yaşanmış olur. Îman/İslâm yaşanmak ister,
yaşanmak için coğrafyalar ister. Mücâhidler ile fethedilmiş coğrafyalar. Çünkü
sâdece söz ile meydana gelen îman, sâdece ahlâk ile toplanan kalabalık, başka
bir sözle, başka bir ahlâkla saf değiştirir. Hemen gidebilir/değişebilir. Allah
muhâfaza..
Kur’ân’da savaş “ilk olarak” savunma-savaşıdır. Fakat
burada durmaz, fetihlere başlar. Âyetlerde savaşa, genellikle de “saldırı
savaşı” dediğimiz “Cihad/Fetih için bir teşvik vardır.
Daha Peygamberimizin vefâtından 33 yıl sonra Muâviye
zamânında İstanbul’u fethetmek için gidilen savaş bir savunma savaşı değildir.
Kıbrıs’ın fethi de bir savunma savaşı değildir. “Saldırı savaşı” sözü ağır
gelmiş olanlar bunu “fetih savaşı olarak” değerlendirsin.
Rabbimiz diyor ki: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların
adâleti yerine getirmeleri için berâberlerinde kitabı ve mizânı indirdik. Biz
demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.
Bu, Allah’ın, dînine ve peygamberlerine, gayba inanarak yardım edenleri
belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, dâima üstündür” (Hadid
25).
Âyette de söylendiği gibi; Allah Kur’ân’da sâdece
mizânı değil, demiri de indirdiğini söyleyerek sâdece yumuşaklığı değil, yerine
ve zarûrete göre (ki bu, nerede olursa-olsun zulmü ber-taraf etmek demektir)
demiri kullanarak sertliğe de baş-vurulabileceğini söyler.
İslâm fetih ve savaş-süreci şu şekilde işler:
Savaşmamak; savaş açanlara karşı savaşmak; engelleri, zulümleri ortadan
kaldırmak için saldırı savaşı (cihad/fetih).
Seyyid Kutup der ki:
“İslâm’da savaş, ‘tahaffuz’dan çok ‘taarruz’dur”.
Başlangıçta Medîne
bölgesinin çeyreği veya ondan daha azı müslümanların elinde idi. Devletin
toprakları, 10 yıl sonra Hz. Peygamber’in vefâtı sırasında 3 milyon km2’ye ulaşmıştı ki, bu, günde
ortalama 845 km2
demektir. Doğaldır ki bu rakamlara salt savunma savaşı ile ulaşmak imkânsızdır.
Zâten “fetih”, savunma ile olmaz.
Peygamberimiz: “Her dînin ruhbâniyeti vardır, benim dînimin ruhbâniyeti
ise cihattır” der. (İbn Kesir).
Müslümanlar özellikle son 100 yıldır cihaddan-fetihten-savaşmaktan
çok korkar hâle geldi. Savaş sözünü duydukları anda şöyle bir yutkunup renkleri
değişiyor. Peygamberimiz müslümanların bu duruma gelmesine sebep olan şeyin
“vehn” olduğunu söyler:
Sevban’dan (r.a) rivâyet edildiğine göre, Resûlullah
(asm) şöyle buyurmuştur:
"Yakında milletler yemek yiyenlerin
(başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet ettikleri gibi size karşı
(savaşmak için) bir-birlerini dâvet edecekler".
Birisi: "Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı
olacak?” dedi.
Resûlullah (asm), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık
fakat selin önündeki çör-çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın
gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn
atacak" buyurdu.
Yine bir adam: Vehn nedir? ya Resûlullah diye
sorunca:
"Vehn, Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü
görmektir" buyurdu.
Vehn hadisi olarak bilinen bu rivâyet sahihtir. (bk.
Ebu Davud, Melahim, 5) Hadisi Ahmed b. Hanbel de rivâyet etmiştir (el-Müsned,
2/359).
Yâni, dünyâ-hayâtını fazla sevdikleri, âhiret
hayâtını geri plâna attıkları ve bu sebeple de oraya gidecek yol olan ölümden
de korktukları için dirençlerini kaybederler, gereken mücâdeleye ve mücâhedeye
girmekten kaçınırlar ve asrın gereği olan maddî imkânları kullanamadıkları
için, nüfusça çok olmalarına rağmen uluslar-arası câmiada hiç-bir kıymet-i
harbiyeleri olmaz.
Düşmanları/zâlimleri müslümanlara-mazlumlara karşı cesâretlendiren
şey, müslümanların azlığı değil, aksine onların takvâ bakımından güçsüzlüğü ve
Dünyâ’ya aşırı düşkünlükleri olacaktır. Çünkü ölümden korkan ve Dünyâ’ya
fazlaca düşkün olanlar fedâkârlıklara katlanamazlar. Canları ve malları ile
katılmaları gereken cihâdı ihmâl ederler. Böylece eskiden olduğu gibi
düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık düşmanlar onlardan korkmazlar,
çekinmezler.
Orada bulunanlardan biri; “O gün sayıca azlığımızdan
mı”? diye sordu. Allah resûlü “hayır” buyurdular “bilakis o gün sayıca siz çok
olacaksınız, fakat bir selin getirip yığdığı çer-çöp gibi hiç-bir ağırlığınız
olmayacak”. Allah, düşmanlarınızın kâlbinden size karşı korku duygusunu
çıkaracak ve kâlplerinize “vehn” atacak! “Vehn nedir Ey Allah’ın Resulü?” diyen
soran birine: “Dünyâ sevgisi ve ölüm korkusudur” diye cevap verdi. Görüldüğü
gibi Peygamberimiz bu günler için çok isâbetli bir yorum yapmış.
İslâm’i saldırı savaşı olan fetih, bir terör hareketi
değildir. Müslüman terör olmaz. Asıl terör, terör olmayan müslümanları terör
gibi göstererek onları Dünyâ’ya îlan edenlerdir.
Sasani ordularını mağlup eden İslâm ordularının
başındaki kumandana sorulan “buraya neden geldiniz?” sorusuna verilen târihi
cevap şuydu: “Allah’ın kullarını kula kul olmaktan kurtarıp, yalnız Allah’a kul
olsunlar diye buradayız”. Yâni Îran’lılar diyorlardı ki; “Taa, Medîne’den
kalkıp niye buralara kadar geldiniz?. Ne oldu ki?”. Fakat orada zulüm vardı,
kula kulluk vardı. İşte bu sebeple Medîne’den kalkıp Îran’a, bu zulmü defetmeye
gelmişlerdi. Ya güzellikle ya da savaş ile. Burada olan şeye “savunma savaşı”
denemeyeceği çok açıktır. Bu bir cihaddır, fetihtir.
Putperest Moğollar’ın İslâm’a girip müslümanlaşması,
Memlüklüler’den aldıkları ilk yenilgiyle birlikte başladı. Savaşın tebliğ yönü
de vardır zîrâ. Çünkü fetih-zafer gerçekleşince insanlar fevc-fevc Allah’ın
dînine girerler:
“Allah’ın
yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine dalga-dalga
girdiklerini gördüğünde..” (Nasr
1-2).
Peygamberler de fetih için duâ ederler ve bunun için
hazırlık yaparlar. Zîrâ bilirler ki bâzen fetihten başka bir yol yoktur:
“(Peygamberler)
fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti” (İbrâhim 15).
Fetih, bâtılın sonu demektir. Artık onlara bir süre
de tanınmaz:
“Derler ki:
‘Eğer doğru söylüyor iseniz, şu fetih ne zamanmış?. De ki: ‘Fetih günü, inkâr
edenlere (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre tanınmaz” (Secde 28-29).
Fetih, günahları siler, nice nîmetler açığı çıkartır,
kişiyi dosdoğru yola sokar ve Allah’ın özel yardımını celbeder. Ayrıca îmanları
arttırarak kâlpleri mutmain kılarak bir öz-güven ve huzur duygusu verir:
“Şüphesiz,
Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her)
günahını bağışlasın, üzerindeki nîmetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola
yöneltsin. Ve Allah, sana ‘üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin. Mü’minlerin
kâlplerine, îmanlarına îman katıp-arttırsınlar diye, ‘güven duygusu ve huzur’
indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve
hikmet sâhibidir” (Fetih 1-4).
Yine fetih, gayretlerin karşılığı olarak Allah’ın bir
yardımıdır. Allah samîmi-ciddî-gayretli mü’minleri fetih ile ödüllendirir:
“Andolsun,
Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kâlplerinde
olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve
onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir” (Fetih 18).
Fetih korkuları da giderir. Fetihten korkanlar ve
cihadın-fethin olası görece kayıplarından korkanlar sonra çok pişmân
olacaklardır:
“İşte kâlplerinde
hastalık olanları: ‘Zamânın, felâketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından
korkuyoruz’ diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki
Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli
tuttuklarından dolayı pişmân olacaklardır” (Mâide 52).
Fetih Allah’ın bir müjdesi ve ödülüdür:
“Ve seveceğiniz
bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir
fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 13).
Peygamberimiz, peygamberlik ömrü cihad ve fetih ile
geçen bir peygamberdir. Evet; Peygamberimiz bir Fâtihtir. Öyle ki yapılan hesaplamalara
göre ömrünün ortalama kırk gününden biri fetih yolunda geçmiştir. Böyle ömrünün
zekatını fetih için vermiştir.
Hendek, Uhud ve Hattâ Bedir savaşını savunma-savaşı
olarak kabûl edebiliriz. Fakat Huneyn, Taif, Tebük savaşları, Mekke’nin Fethi
ve Gazvelerin/Seriyyelerin tamâmı saldırı savaşıdır yâni fetihtir.
Peygamberimiz hayâtı boyunca 62 tâne (bir rivâyete göre 65) Savaş/Gazve/Seriyye
düzenlemiş, bunların 27 tânesine baş-komutanlık etmiştir. 27 gazve 60 civârında
seriyye ile yaklaşık 90 savaş olduğunu söyleyenler de vardır. Hattâ “hayâtının
her kırk gününe bir gün savaş/sefer düşmüştür” denir. Bunların da ezici
çoğunluğu savunma değil, saldırı savaşıdır. Hattâ Peygamberimizin vefâtından
sonraki halifeler ve 20. yy.’ın başına kadar müslümanların yaptıkları
savaşların neredeyse tamâmı saldırı savaşıdır. Çünkü fazîlet sâdece
savunma-savaşında değildir.
“Öyleyse
kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan
korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).
Fetih, toprakların ve gönüllerin
birlikte kazanılmasıdır. Gönüller de kazanılmadığında “işgâl” oluyor.
Evet; fetih sâdece “gönül fethi” değildir. Gönüllerin
fethiyle başlayan ve süren, sonra da bu “gönül erleri”nin yapacağı toprak
fetihlerdir. Zâten ancak ikisi birlikte olursa İslâm Dünyâ’ya gerçekten hâkim
olacaktır. “Sâdece gönül fethi”, “sâdece toprak fethi”nin doğuracağı yanlış
sonuçları doğurur. Yâni ikisi de aynı olumsuz sonucu verir. İkisi birlikte
gelişmediğinde ve gerçekleşmediğinde İslâm Dünyâ’ya hâkim olamaz ve şeytanın ve
tağutların iktidârı sonlandırılamaz. Böylece zâlimler çoğalırken zulümler de ayyuka
çıkar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder