7 Ağustos 2020 Cuma

Sünnet ve Hadis


“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).

 

Bu âyete Peygamberimiz’in uymamış olması düşünülemez. Peygamberimiz yapmadığı yada yapmayacağı şeyi söylememiştir. Aynı-zamanda o, zinhar akla-mantığa ve edebe aykırı olan saçma-sapan bir söz söylemediği gibi, aslâ uygunsuz ve absürd fiillerde de bulunmamıştır. Çünkü Ahzâb Sûresi 21. âyete göre Peygamberimiz bizim için “en güzel örnek”tir ki bu örneklik elbette îman-amel-eylem şeklindeki bir örnekliktir. Üstelik bu “güzel örneklik” Allah’ın huzûrunda ve kontrôlünde sergilenmiştir. Hattâ Peygamberimiz’in peygamberlik sürecinde insan olmaktan kaynaklanan hatâları da ânında müdâhale edilerek Allah tarafından düzeltilmiştir.

 

Örneklik daha çok fiîl ile olur. İşte bu nedenle Peygamberimiz, kendisine gelen vahiyleri duyurmaktan başka, beyân yâni açıklamakla da sorumluydu. Bu açıklama elbette söz ve fiil ile yapılmıştır. Yoksa Peygamberimiz “sâdece duyurucu” değildir. Kendisine inen vahiyleri herkese duyurmuş, onları soranlara ve dinleyenlere açıklamış (Hadis) ve de ilk önce bizzat kendisi uygulayarak (Sünnet) örnekliği ortaya koymuştur. Çünkü peygamberler bir örneklik ortaya koymak için gönderilmişlerdir. Yoksa vahyin sâdece sözünü iletmek için belki de bir insana bile gerek olmaz. Birileri Kur’ân’ı bir yerlerde buluverirler ve aynen modern müslümanların yaptıkları gibi kafalarına göre yorumlarlardı. Fakat böyle olunca Peygamberimiz’i inkâr eden modern müslümanların yaptıkları gibi her kafadan ayrı bir ses çıkacağı için, anlaşılmaz ve karmakarışık bir din inancı ortaya çıkar ve insanlar yine küfre ve şirke dönerdi. Oysa Allah, peygamberler göndererek vahyin en doğru açıklamasını ve fiîlî örnekliğini ortaya koyar/koymuştur. Peygamberler zâten bunun için gönderilirler. Peygamberler, vahyi sahih sözlerle/Hadislerle açıklasınlar ve sahih Sünnet ile fiîli bir şekilde gösterip örneklendirsinler diye gönderilirler. Böylece vahiy, -Allah tarafından onaylanmış- Peygamber örnekliğindeki açıklama ve fiîlî örneklik ile apaçık bir şekilde ortaya konulup din tamamlanmış olur. Artık tüm zamanlardaki müslümanlar için geriye, vahyi idrâk edip Peygamber gibi fiîliyata dökmek kalır. Mü’minler Kur’ân’ı okuduktan sonra Peygamber örnekliğine göre amel ve eylemde bulunacaklardır. Çünkü vahyin emirlerini örnekleyen ilk kişi Peygamberimiz’dir ki o’nun örnekliği en ideâl, güzel ve aşılamayacak olan bir örnekliktir.

 

Hadis; Peygamberimiz’in sözlü beyanları, insanlara Kur’ân’ın aydınlığında yaptığı tavsiyeler, tebliğ-dâvet ve de devlet başkanı olarak koyduğu yasakları (haramlar değil) ifâde eden sözlerdir. Sünnet ise, bunların fiîlî olarak hayâta yansıtılması ve gösterilmesidir. Tabi burada gerçekten de Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca ve “Peygamber” (nebî-resûl) olarak yaptıklarından bahsediyoruz. Sahih hadis ve sahih Sünnet’ten bahsediyoruz. Yoksa Peygamberimiz adına uydurulmuş saçma-sapan ve zırvalık derecesindeki sözler yâni hadisler ve Peygamberimiz’e iftirâ ederek bil-fiil o’nun yaptığı söylenen ve o’na isnât edilen zırvalıklar elbette vardır ve mebzûl miktardadır. Bunlar Peygamberimiz’e ve Dîn’e yapılan zulümlerdir.

 

İslâm-târihi boyunca söylenen, yazılan ve “hadis” denen sözlerin içinde akla-mantığa ve edebe aykırı binlerce söz vardır. Çünkü Sünnet iptâl edilmiş ve artık Sünnet’e de “hadis” denmeye başlanmıştır. Târihi süreçte Sünnet ile Hadis farklılığı ortadan kaldırılmış ve ikisi de “hadis” adı altına alınmış ve kayıt altında olanların %99’u uydurma ve zırvalık olan rivâyetlere karıştırılınca, özellikle modern müslümanlar “hadis” deyince Sünnet’i de anlamaya başladıkları için, hadisleri tümden inkâr etmek, Sünnet’in de inkâr edilmesine sebep olmuştur. Oysa Hadis başka, Sünnet başkadır. Hadis, Peygamber’in söylediği yada o’nun söylediği söylenen, gerçekten o’na âit olan yada o’nun adına uydurulmuş sözler iken, Sünnet ise, Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca Resûl-Nebî olarak yaptıklarıdır. Sünnet vahyin ete-kemiğe büründürülmesi ve bir “örneklik” olarak ortaya konulmasıdır. Mustafa Öztürk bu konuda şöyle der:

 

“Sünnet kavramıyla hadisi birbirine karıştırmamak ve/veyâ Sünnet ile hadis arasında özdeşlik kurmamak gerekir. Zîrâ hadis ve rivâyet malzemesi tek-tek incelendiği takdirde kimi hadislerin sahih, kimilerinin zayıf, kimilerinin uydurma olduğu sonucuna ulaşılır; hattâ uydurma hadislerin haddi-hesâbı yoktur. Ancak büyük gelenek içerisinde nesilden-nesile dînî-ahlâkî bir tecrübe olarak intikâl eden Sünnet yada ‘yaşayan Sünnet’te böyle bir problem söz-konusu değildir. Ne var ki Kur’ân İslâm’ı yada Kur’ân’a dönüş söylemini seslendiren kimi çevreler, sarahaten veyâ zımnen Sünnet ile hadisi özdeşleştirme yoluna gitmekte, böylece hadis-rivâyet malzemesindeki problemlere dikkat çekerek uydurma rivâyetlerin yanında sahih hadis ve sahih Sünnet’i tümden inkâr etme yoluna girmektedirler.

 

Türkiye’nin özellikle batı yakasındaki lâikçi ve sekülarist hassâsiyetler ve talepler nazar-ı itibara alındığında, yapılmak istenen şeyin, çağdaş değer yargıları açısından problem arz eden bir Kur’ân hükmünü modern insanların ve bilhassa çağdaşçı çevrelerin hatırı için izâle etmeye, dolayısıyla apolojik bir yaklaşımla Kur’ân’ı (Allah’ı) söz-konusu çevreler nezdinde mahcûbiyetten kurtarmaya mâtuf olduğu anlaşılır. Ancak sonuçta düpedüz çağdaş bir Kur’ân üretilmiş ya da yepyeni bir Kur’ân metni inşâ edilmiş olmaktadır”.

 

Hadisler “söz” olduğu için o sözlere uydurmaların eklenmesi yada o sözlerin değiştirilmesi yâni hadis uydurulması kolay olmuştur. Çünkü söz değişmeye ve farklılaşmaya çok açık ve müsâit bir şeydir. Bir kalem ve ağız oynatmakla söz değişiverir ve gerçek anlamından sapar. Fakat Sünnet öyle değildir ve bizzat yapılan ve fiîliyata dökülen şeydir. Nasıl yapıldıysa öyledir. Sünnet’e Peygamberimiz’in yapmadığı şeylerin karıştırılması zordur. Fakat yine “hadis” adı altında güyâ Peygamberimiz’in yaptıklarından bahseden hadisler uydurulmuştur. Oysa Sünnet hadislerden çok İslâm târihi ve diğer târihi belgelerden öğrenilir.

 

Hadis ile Sünnet arasında da bir ayırım yapılması gerekir. Hadisler, içine sonradan binlerce uydurma sözler sokulmuş fakat Peygamber’in Kur’ân’ın tebliği sırasında bizzat ağzından çıkan sözlerin de bulunduğu söylemlerdir. Sahih Sünnet ise, Peygamber’in 23 yıllık nübüvvet sürecince kendisine inen vahiyler doğrultusunda göstermiş olduğu güzel örneklik ve pratikliktir. Yâni vahyin hayâta aktarımıdır. Peygamber Kur’ân’ın emrine göre, “yapmadığı şeyi söylemeyeceğinden” dolayı, yaptıklarını kavlî olarak söze de dökmüştür tabî ki ve “sahih hadis” denilenler ancak bunlardır ve sayıları da öyle binleri bile bulmaz belki de. Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Aliya İzzetbegoviç Hadis-Sünnet bağlamında şunları söyler:

 

“İslâm bir düşünüş-tarzı olmaktan ziyâde bir yaşayış-tarzıdır. Kur’ân’ın bütün tefsirleri, onun hadise, yâni hayâta başvurulmadan anlaşılmaz olduğunu göstermektedir. Sâdece bir tek hayâtın, yâni Hz. Muhammed’in hayâtının izâhında İslâm pratik bir felsefe, şumûllü bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkmıştır”.

 

İslâm, kâlpleri ve zihinleri Kur’ân’ın sözleri ile aydınlattıktan sonra, Dünyâ’yı da aydınlatmaya sahih Hadis ama daha ziyâde sahih Sünnet ile başlamıştır. Fakat İslâm’ın tahrif edilmesi ve müslümanların cehâlete, küfre, şirke düşmesi ve akıldan kopması da, uydurulmuş hadis-söz ve rivâyetlerle ve aşırı-aykırı yorumlamalar ve bunlara göre hareket etmek ile olmuştur-oluyor.

 

Ehl-i sünnete, târikata, tasavvufa, fıkıhçılara ve hadisçilere olan îtirâzımız, onların hadisleri ve Sünnet’i çok önemsemeleri değil elbette. Sahih hadisler ve özellikle Sünnet çok önemlidir, fakat bizim ve Kur’ân-merkezli olanların îtirâzı, kaydedilmiş mevcut her rivâyetin Peygamber’in ağzından çıktığını zannetmeleri ve bu nedenle her hadisi “vahiy” olarak kabûl etmeleridir. Zâten onları da tersinden aynı yanlışa düşüren şey, hadisler üzerinden donuklaşmaktır. Yâni onlar Sünnet-merkezli değil, hayatta karşılığı olmayan hadisler üzerinden, hem de genelde uydurulmuş hadisler üzerinden düşünce üretmeleri ve bu nedenle de hayatta karşılığı olan bir amelde bulunmamalarıdır.

 

İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında “uydurulan hadisler” külliyatları doldurmuştur. Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem tarzı ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Bir de özellikle tasavvufçuların çok kullandığı “hadis-i kutsi” denen -sözde- hadisler vardır ki, bu hadisler “vahiy” olarak kabûl edilmekte ve kutsallaştırılmaktadır.

 

 İslâm-merkezli hâdiselere dayalı olmayan hadisler “hadis” değildirler. Bir hadisin sahih olması için, Peygamber’in Sünnet’ine dayanmalı yâni arkasında İslâmî bir hâdise olmalıdır. Çünkü İslâm “sâdece söz” olan bir din değildir.

 

“Uydurma hadis ve rivâyetler”in bulunması, “doğru-sahih hadis ve rivâyetler”in de olduğu anlamına gelir. Çünkü bir şeyin uydurması varsa, hakîki ve sahih olanı da vardır.

 

Modern müslümanların dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır. Derler ki: Hadisler Peygamberimiz’den 200 yıl sonra toplanıp tedvin edilmiştir. O yüzden içlerine bir-çok yalan ve uydurma karışmıştır, bu nedenle bunlara güvenemeyiz. Oysa daha sahabe zamânında bile Peygamber’in söylediklerini kaydeden sahabeler vardı. Hattâ yazdıklarını Peygamber’e okuyanlar vardı. Muhammed Hamidullah bu konuda şunları söyler:

 

“Hadisler, Peygamber dönemine âit İslâm Târihi’nden başka bir şey değildirler. Bir-çok sahabe, Hz. Peygamber’in hadisinden bildiklerini bir kitap hâlinde toplamışlardır. Mustafa el-Azami’nin incelemesine göre, bizzat kendilerinin bir kitap sâhibi olduğu söylenen sahabe sayısı elliden az değildir. Bir grup muhaddis (el Hatib el-Bağdadi gibi) Sa’id b. Hilâl’in şöyle dediğini nakleder: ‘Enes bin Mâlik’in yanında olduğumuz zaman bize defterlerini çıkarır ve: ‘Bunlar Resûlullah’tan duyup yazdığım ve kendisine arz ettiğim hadislerdir’ derdi.

 

Enes on yaşındaydı. Annesi Enes’i, hizmetinde bulunması için Resûlullah’a teslim etti. Enes, Resûllulah vefât edene kadar, yanında hizmet etmek üzere kaldı. Başkalarının görmediği, duymadığı şeyleri görme ve duyma imkânına kavuştu. Enes, duyduğu yâhut gördüğü şeyleri yazmakla yetinmiyor, rivâyette de belirtildiği gibi, boş vakitlerinde gördüğü hatâları düzeltmesi için Resûlullah’a gösteriyordu. Enes’in bu kitabı, târihin tanıdığı en doğru hadis kitabıdır”.

 

Sahih hadis ve sahih Sünnet’i tümden inkâr etmek, Kur’ân’ın modern pratiklerle yorumlanmasıyla sonuçlanmıştır. “Modern müslümanlık” budur. Modern müslümanlık, vahyi sahih Sünnet ve hadisle değil de, “modern telâkkilerle yorumlamak” demektir.

 

Peygamberimiz hadisleri de “hadis” adı altında ve nasıl hareket ettiğini de “Sünnet” adı altında, âyetlerle karıştırmadan ayrıca yazdırıp kaydettirseydi, şimdikinden daha karmaşık bir külliyat yine de ortaya çıkar mıydı, emin değilim. Hadislerin ve rivâyetlerin Kur’ân gibi bir korunmuşluğu garanti edilmediği için mutlakâ araya parazitler karışırdı fakat şimdiki gibi milyonlara varan uydurmalar ve zırvalıklar ortaya çıkar mıydı, onu sâdece Allah bilir. Ayetleri-Kur’ân’ı koruyan Allah’tır. Hadisler “yazılarak korunmaya” çalışılsaydı bile onları sürekli olarak “insanlar korumak zorunda olacaklarından” dolayı mutlakâ bir şeyler karışırdı onlara. Tabi şu da var ki, Peygamberimiz’in söylediği tüm sahih hadisler kayıtlara geçirilememiştir ki bu, hadislerin vahiy gibi korunmamış olmasından dolayı doğaldır.

 

Sünnet vahiy değildir. Eğer öyle olsaydı Peygamber’in örnek gösterilmesi anlamsız olurdu. Çünkü Peygamber, vahyi hayâta taşıma ve uygulamada insâni yönden ve ahlâken özel bir tarz göstermiş ve Allah işte bunu örnek göstermiştir. Eğer Sünnet de vahiy olsaydı, Peygamber’in örnekliğinden bahsetmek anlamsız olurdu. Zîrâ onun yaptıkları da vahiy olduğu için zâten farz olurdu. Böylece Peygamber’i ayrıca örnek göstermeye gerek olmazdı. Sünnet, Kur’ân’ın fiîlî bir uzantısıdır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler:

 

“Hz.Âişe’nin; ‘hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin’ (Kalem 4) meâlindeki âyeti, ‘o’nun ahlâkı Kur’ân idi’ şeklinde açıklamış olması, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve tasviplerinin Kur’ân’a dayandığının bir göstergesidir. Zîrâ Sünnet Kur'an'ın bir açılımından ibâret olup ondan bağımsız müstakil bir teşrî kaynağı değildir. Zîrâ Sünnet’in getirmiş olduğu ilâve hükümler, esas îtibâriyle Kur’ân’da mevcut olan tümel ilkelerin kapsamında mündemiç bulunan mânâ ve maksadın şerh ve açıklanmasından îbârettir. Şu-hâlde, Sünnet’te yer alan bir husûsun Kur’ân’daki tümel esaslara arz-olunması ve bunların Kur’ân nasslarıyla tashih edilmesi gerekir. Bu tashih işleminde ise, tek-tek âyetler değil Kur’ân’ın istikrâ (tümevarım) yöntemiyle ulaşılan tümel (küllî) ilkeleri esas alınmalıdır”.

 

İslâm târihi boyunca Sünnet, modern çağdaki gibi inkâr edilmemişti. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslâm târihi boyunca Hz. Muhammed’in örnekliğini ve önderliğini, vefâtından sonra bu örnekliğin yegâne ifâdesi olan Sünnet’ini ve Sünnet’in yazılı ve sözlü malzemeleri olan hadislerini toptan reddeden, ‘İslâm Kur’ân’dan İbârettir’ diyen hiç-bir fırka, grup olmamıştır.

 

Nitekim Kur’an Hz. Peygamber’in hayâtında ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu Sünnet sâyesinde icrâ etmiştir. Kısaca, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve beklentileri Hz. Peygamber’in örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu îtibarla Sünnet, müslümanlar için Kur’ân’dan daha öncelikli olmuştur. Başta sahabe nesli olmak üzere tüm müslümanlar, Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhatap oldukları gibi müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine o’nun sâyesinde öğrenme imkânı buldular. İşte bu ‘yaşayan Sünnet’, bu köklü gelenek ve târihî tecrübe bütünüyle yok sayılıp salt Kur’ân metniyle baş-başa kalınınca ona her-şeyi söyletmek, dolayısıyla onu anlam ve yorum düzeyinde tahrif etmek pekâlâ mümkün olmaktadır.

 

Kur’an’ı özellikle Sünnet’ten ayrı düşünmek, onu öğretmensiz bir ders kitabı gibi görmekle eşdeğerdir. Aslında Kur’âncılığın Kur’ân anlayışı da tam olarak budur. Kur’âncı söylem, ahkâmla ilgili âyetlerin tatbikinde bile Hz. Peygamber’e genel-geçer bir yetki tanımazken veyâ en azından onun tatbikâtına çok kere mesâfe koyarken, son derece sınırlı bir stoka sâhip olan bireysel aklına bir tür ‘şârilik’ misyonu yükleme cüreti gösterebilmiştir”.

 

Hz. Ömer döneminde hadislere uydurma sözlerin ve iftirâların karışması pek kolay olmazken, Hz. Osman döneminde uydurma hadislerin yayılması için müsâit bir ortam oluşmuştu. Zamanla sahih hadislerin ve rivâyetlerin arasında milyonlara varan sayıda uydurma sözler karışmış ve hadislerin sayısı Sünni ve Şii için birer milyona kadar ulaşmıştır. Fakat sahih hadisler Kur’ân süzgecinden geçirilerek ciddî çalışmalarla ortaya konması gerekmektedir. Zîrâ sayısı milyonlara varan sözler, özellikle modern zamanlarda sahih hadisin ve Sünnet’in tümden inkâr edilmesine neden olmuştur. Çünkü uydurma sözlerin karıştığı külliyatlar, oryantâlistlerin ve onları tâkip edenlerin diline doladığı bir alan olmuştur. Zâten Peygamberimiz; “benden nakledilen sözler/hadisler üç çeşittir. Benim dilimden size nakledilen herhangi bir sözü/hadisi Allah’ın kitabında bulursanız derhâl kabûl ediniz. Şâyet benden nakledilen bir hadisin muhtevâsına Kur’ân’da karşılık bulamazsanız kabûl etmeyiniz” der. Sonuçta sahih olan hadis ve Sünnet de inkâr edilince Peygamber de inkâr edilmeye başlamış ve vahyin pratikliğinde modernite baz alınmıştır. Artık modernitenin sözleri ve yaptıkları hadis ve Sünnet gibi görülmektedir. 

 

Sünnet, zamâna mâl olmuş olan eylemler bütünüdür. Sünnet sâdece hadislerden ibâret değildir. Peygamberimiz’den bizzat görerek yapıla-gelen şeylerdir Sünnet. Fakat Sünnet olarak geçen kayıtlarda Sünnet ile uzaktan-yakından alâkası olmayan bir-çok şey vardır. Çünkü sahih hadiste olduğu gibi sahih Sünnet’in kaydında da Allah garantili bir korunma olmadığı için, araya binlerce uydurma karışmıştır. Fakat “hadisler Peygamberimiz’den 150-200 yıl sonra tedvin edilmeye başlamıştır” doğru değildir. Çünkü hadislerin ve Peygamberimiz’in Sünnet olarak yaptıklarını hem sahabeden hem de onlardan duyarak tabiinden kaydedenler vardı. Ömer bin Abdulaziz’in, hadisleri tedvin işinin bu kayıtlara bakarak yapılmasını emrettiği söylenir.

 

Sahabe ve tabiin içinde Peygamberimiz’den ve daha sonra sahabeden duyduklarını ellerine bile yazanlar vardı. Fakat “genel anlamda hadislerin kayıt edilmesi hoş karşılanmamıştır” denir. Lâkin hadislerin kaydedilmesinin hoş karşılanmaması, “hem yazarak hem de ezberleyerek” kayıt altına alınmadığı durumlar için geçerlidir. Yâni hadislerin kaydedilmesinin hoş karşılanmamamsına neden olan şey, hadislerin “ezberlenmeden sâdece yazarak kaydedilmesi”dir. Mâlik bin Enes, hadislerin hem ezberlenmesi hem de yazılmasının en doğru olduğunu söyler. “Sâdece yazan yada sâdece ezberleyenden hadis alınmaz” der ve hadisleri hem yazarak kaydetmiş hem de ezberlemiş olanlardan alınmasını söyler. Sahabe ve daha sonra da tabiin, hadisleri yâni Peygamberimiz’in söylediklerini “yazarak korumak” için çok çabalamıştır. Mehmet Sait Toprak hadislerin kaydedilmesi hakkında şunları söyler:

 

“Hasan el-Basrî’nin; “bizim yanımızda üzerinde (güvenirliliği husûsunda) birleşip anlaştığımız kitaplarımız vardı” sözünü kendisi şöyle açıklar: ‘Biz, ilmi/hadisi üzerinde bir anlayış sağlayalım diye yazardık’.

 

Said b. Cübeyr’den gelen şu rivayet önemlidir: ‘Ben ibn Abbas’ın yanında sâhifeme doluncaya dek yazdım, sonra nalınlarımın üstüne, daha sonra da avuçlarıma yazdm’. Bu rivâyetten, onun elinde bir sahîfenin vâr olduğu ve onda boş bir yer kalmayıncaya değin onu rivâyetlerle doldurduğu sonucu çıkar. Şahsî kayıt özelliği bulunan bu sâhifede, yer kalmayıncaya dek doldurmuş olması, ardından ayakkabılarının üzerine, orada da yer kalmayınca avuçlarına rivâyetleri kısaltarak yazması, hadislerin rivâyeti ve korunması sürecinde onların çabalarının boyutunu gösterir.

 

Ebû Kılâbe; ‘[hadisleri korumak için] yazmak, bana [onları] unutmaktan daha sevimlidir’ şeklindeki sözleriyle, şahsî çabaların başlıca nedeninin hâfızaya emânet edilen bilginin unutulma riskiyle karşı-karşıya olduğuna dikkatleri çekmek ister.

 

Abdullah b. Muhammed b. Akîl, Ebû Cafer’le birlikte sık-s-k Câbir b. Abdillah’a gittiklerini ve yanlarında ‘içine yazı yazdıkları levhalar’ olduğunu anlatır.

 

Hadislerin Hz. Peygamber’den, rivâyet edildiği şekliyle aktarılması husûsunda, genelde ilk zamanlardan bêri muhaddislerin titiz davrandıklarını söylemek mümkündür. Öncelikle sahâbîler, Hz. Peygamber’e ve hadîslerine verdikleri büyük önem sebebiyle, onları sâdece ezberlemek ve yazmakla yetinmemişler, aynı-zamanda Sünnet’i hayatlarının içerisine çekip canlı kılmışlar ve yaymaya da gayret göstermişlerdir. Sahâbîler, hem hadîsleri nakletmeyi teşvik eden nassların etkisiyle, hem de Resûlullah’ın söylemediği bir sözü ona isnâd korkusuyla, ilmi taşıma görevlerini titizlikle yerine getirmişlerdir. Peygamber’in sözlerini kaçırmasınlar diye nöbet tuttukları rivâyetlerle sâbittir.

 

Ömer b. Abdülazîz (ö.101/719) tarafından başlatılan hadîsleri toplama çağrısı, seferberlik hâlinde herkesi yazılı olarak ellerinde bulunan materyâlleri korumaya yada belleklerindeki rivâyetleri bir-an önce bulabildikleri yazı malzemeleri üzerine yazmaya sevk etti. Hicrî ilk asırda, hadislerin korunmak amacıyla yazıldığı bâzı şahsî diyebileceğimiz sahîfe ve notların olduğu gözükmektedir.

 

Sahâbe, Peygamber’in her yaptığını titizlikle izlemiş, söylediklerini hem uygulamaya koymuş, hem de aynen bir başkasına aktarma çabasıyla ezberlemenin yanında, yazabilenler, bunu yazıyla kısa notlar hâlinde tesbit etmişlerdi. O zamanki Arap yazısının durumu göz-önünde bulundurulduğunda, yazıyla birlikte ezberin olması kaçınılmazdı. Zirâ ezber olmaksızın sâdece yazı, Arapça’nın harekesiz ve noktasız bünyesinden dolayı, tahrîf ve tashîfe sebebiyet verebilirdi. Meseleye bu yönüyle bakıldığında, hadîslerinin ‘sâdece yazıyla’ tesbitine karşı çıkanlar, aslında bir anlamda hadîsleri daha sağlam tutma hedefini taşırlarken, sonraları bu hedef farklı bir şekilde yorumlanmıştır.

 

Kur’an-ı Kerîm’in mushaf hâline getirilirken iki şâhitten birinden sözlü, diğerinden yazılı belge istenmesinin sebebi kısmen Arap yazısının özelliğine bağlanabilir. Kutsal kabûl edilen metinlerin ‘tekrarlama’ metoduyla ezberlenmesi, yazı yerine sözlü olarak zihinlerde ve gönüllerde korunması anlayışı, kadîm bir gelenektir. Muhaddislerin de bu kadîm geleneği, hadislere tatbîk ettiklerini söylemek mümkün gözükmektedir. Her-şeyin ötesinde ashâb, Peygamber’in hadîslerini elde etmede ve muhâfazada son derece titiz davranmıştır.

 

Tâbii ki, şu ana kadar serdettiğimiz görüşler, Ehl-i sünnet ulemâsının görüşleridir. Şahsî kayıtlar, birer kitap vazîfesi görmekten çok, pratik değeri olan, yaşamla bağlantılı bir şekilde tabii olarak geliştirilen, kendisine âit olduğunu düşündüğü bir ‘şey’i insanî bir koruma dürtüsüyle ortaya konan çabaların sonucudur. Ki bu çaba, sonradan, sünenin kaybolma ihtimâline karşı koruyucu olarak gereken vazifeyi îfâ etmiştir”.

 

Peygamberimiz’in hadisi diye söylenen: “Benden Kur’ân dışında bir şey yazmayın” sözünü kullanıp duranlara ve hadisleri tümden inkâr edenlere şunu söylemek isteriz ki, belki de uydurma olan hadis budur.

 

Uydurma olduğu besbelli olan hadislere ve hakîkat olduğu yâni vahye aykırı olmayıp bizzat Peygamber’in ağzında çıktığı belli olan hadislere örnekler verelim:

 

Uydurma Hadisler:

 

“Mûsâ ölüm-meleğinden çok korkuyordu. Bir-gün ölüm-meleği canını almaya gelince meleğin yüzüne tokat atıp bir gözünü çıkardı” (Buhâri 65/4, 5; Hanbel 1/205, 242, 440; 2/405, 468).

 

“Yeryüzü balığın sırtındadır. Cennete girecekler ilk olarak bu balığın ciğerinden yiyecektir” (Buhâri 3/51).

 

“Eğer erkeğin tepesinden tırnağına kadar cerahat aksa, kadın da bunları ağzı ile temizlese, yine de erkeğin hakkını ödemiş olmaz” (İbn-i Hacer el Heytemi 2/121).

 

“Allah âhirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir” (Müslim-Îman 302; Buhâri 97/24, 10/29; Hanbel 3/1).

 

“Ebu Hureyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: Kim helâya giderse (imkân nisbetinde) tesettürde bulunsun, (kuytu bir yer) bulamazsa, hiç olmazsa kum (taş vs.den) bir tümsek yapıp ona arkasını dönsün, zîrâ şeytan, insanoğlunun makadıyla (oturak kısmıyla) oynar” (Ebu Dâvud, tahâret 19, [35]).

 

Üstelik bir de aynı konuda iki farklı hadis tam zıt şeyleri söyleyebilmektedir:

 

“Peygamber hiç-bir vakit ayak üstünde işemedi” (Hanbel 4/196; 6/136, 192, 213).

 

“Peygamberin ayak üstünde işediğini gördüm” (Buhâri 4/60, 62; Hanbel 4/246; 5/382, 394).

 

Ayrıca ahkâmla ilgili bâzı hadislerde, İslâm-öncesi fikirleri İslâmî bir görünüş içinde görürüz.

 

Sahih Hadis örnekleri ise şunlardır:

 

“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutûbet bulaştı. Adama: ‘Ey satıcı, nedir bu?’ diye çıkıştı. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü, yağmur ıslattı’ deyince: ‘Bu yaşlığı üste getirip herkesin görmesini sağlayamaz mıydın?. Kim bizi aldatırsa o bizden değildir’ buyurdu” (Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyû 74, (1315); Ebu Dâvud, Büyû, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224).

 

“Cennet annelerinin ayağının altındadır” (Nesâi, Cihad, 6)

 

“Abdullah İbnu Ömer anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: İşçiye ücretini, teri kurumadan önce veriniz” (İbn Mâce)

 

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” (Buhâri, el-edebû’l-müfred, hadis no: 112).

 

“Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği hâlde, müşteriye haber vermeden satması haramdır” (Buhâri, Büyû 19).

 

Bunlar, Peygamberimiz’in kendisine inen vahiyleri okuyup üzerinde düşündükten sonra ortaya koyduğu sözler ve amellerdir. Zâten Sünnet de, Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli fiilleridir. Sahih Hadis ve Sünnet’te vahye aykırı bir şey ol(a)maz. Uydurma hadisler ve zırvalık seviyesindeki rivâyetlerin ise vahiyle hiç-bir alâkası yoktur, ol(a)maz.  

 

Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, Hadisleri-Sünnet’i tümden reddetmek ve “sâdece vahiy” demektir. Sünnet’i, Hadis’i, Asr-ı Saadet sürecini ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini, târihselcilerin ise Medenî âyetleri tümden inkâr etmeleri buna örnektir.

 

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için sahih olmasına rağmen “moderniteye aykırı olan” sahih Hadis ve Sünnet’i inkâr ediyorlar ve hattâ moderne uymayan âyetleri de aşırı yoruma tâbi tutuyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.

 

“Peygamber’in Hadis’i ve Sünnet’i yoktur” diyenler, sıra tâbi oldukları kişilerin sözlerine (hadis) ve yaptıklarına (sünnet) gelince, onları can kulağı ile dinleyip tekrarlıyorlar ve onların yaptıklarını (sünnet) da aynen yapıyorlar.

 

Modern küfre-kâfirlere ve şirke-müşriklere karşı “gık”ları bile çıkmayan ”medyatik hocalar”, sıra hadis ve rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar. Böylece kurunun (uydurma hadisler-rivâyetler) yanında yaş (sahih Hadis ve Sünnet) da yanıyor.

 

Hadisler Kur’ân gibi korunmuş değildir. Metin ve rivâyetleri aktarırken mutlakâ bozulmalar ve değişmeler olmuştur. Zâten eldeki hadislerin çoğu da uydurmadır. Fakat Sünnet, hadisler gibi değildir. Sünnet olarak aktarılmış uydurmalar ve kayıtlar da vardır tabi ama sahih Sünnet “zamâna mâl olmuş” olduğundan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik” kılmasından (Ahzâb 21) dolayı kendine has bir korunma durumu vardır. Zîrâ bağlayıcıdır. Bağlayıcı olanlar “korunmuş” demektir. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı hayâta aktarma pratiği”dir ve Kur’ân bu pratiğe Ahzâb 21’de “güzel örneklik” der. Yaşanmışlıklar korunmuştur. Çünkü yaşanmışlık değiştirilemez. Önemli olan o yaşanmışlığı sahih olarak ortaya çıkarmaktır. Sünnet, Peygamberimiz’in nebî-resûl olarak 23 yılda Kur’ân adına )yaptıklarıdır. Bu yapılanlar; siyer, megâzi, İslâm târihi, Peygamberimiz’in hayâtı gibi kitaplarda bulunmaktadır. Bu  kitapları ve konu hakkındaki yazıları Kur’ân’ın süzgecinden geçirince ve uydurma ve sahih olanları ayırınca genel bir hakîkate ulaşılabilir.

 

Sünnet, “dîne karşı din” değildir. Sünnet, vahyin amele-eyleme dökülmesidir. Peygamberimiz din adına hiç-bir şey uydurmamıştır. Peygamberimiz’in yaptıkları, Allah’ın, kendisine indirdiği vahyin ışığında ve öğretmesinde söyledikleri ve yaptıklarıdır. Hadisler ve Sünnet, “Kur’ân’dan başka vahiy” değil, Kur’ân’ın öğretmesi ve aydınlatmasıyla, Kur’ân’ın ışığında söylenmiş sözler ve yapılmış amel ve eylemlerdir. Hadisler “vahyi açıklamak ve öğretmek için söylediği sözler” iken, Sünnet ise “Peygamberimiz’in vahye göre hareket etmesi”dir. Allah da zâten bunları bize “güzel örneklik” olarak gösterir. Peygamberimiz’in bizzat söylediklerinde ve yaptıklarında yâni sahih Hadis ve Sünnet’te akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı hiç-bir şey yoktur. Akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı olan şeyler, Peygamber adına uydurulmuş ve o’na isnât edilmiş sözler ve rivâyetlerden başkası değildir. Müslümanların târihi boyunca bu uydurmaların sayısı yüzbinleri bulmuş ve bu-arada sahih Hadisler ve Sünnet de göz-ardı edilmiş ve uydurma ve zırvalıklar ile karıştırılmıştır. Klâsik ve modern zamanlarda ise sahih Hadisler ve Sünnet, uydurmalar ve zırvalıklar ile aynı görülmekte ve tümden inkâr edilmektedir. Böyle olunca da sanki İslâm’ın bir örnekliği yokmuş da herkesin Kur’ân’ı kafasına göre okuması ve yorumlaması doğruymuş gibi düşünülmektedir. Oysa sahih Hadisler ve Sünnet’ten kopuk Kur’ân okumaları, Kur’ân’ı -hâşâ- bir “çelişkiler yumağı” gibi göstermekte ve zâten hiç-bir konuda ortak bir sonuca ulaşılamamaktadır. Çünkü Peygamber-örnekliği göz-ardı edilmekte ve hattâ inkâr edilmektedir.       

 

Hadis ve Sünnet, din ve bilinç ile ilgili olamaz, amel ve eylem ile alâkalı olabilir. Zîrâ en ideâl bilgi ve bilinci veren zâten Kurân’dır. Hadis ve Sünnet’ten “Kur’ân’a paralel dînî bir bilgi ve bilinç” beklemek yanlıştır; Hadis ve Sünnet’ten, “Kur’ân’a paralel amel ve eylem” beklenebilir ancak.

 

İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Kur’ân ve sahih Sünnet-Hadistir. Kur’ân’a, akla, mantığa ve edebe aykırı olan hadisler ve rivâyetler ise Peygamber’den olmadığı için aslâ İslâm’dan değildir. O hâlde temyize gidip sahih Hadis ve sahih Sünnet’i vahyin süzgecinden geçirerek ayıklamak şarttır.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder