“Onlar
neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni
fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni
sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim
gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat
(acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75).
TDK sözlüğünde tâviz: “Uzlaşmaya varabilmek için hak,
istek veya savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçme,
ivaz, ödün” olarak geçer.
Tâviz en başta âhiret ve gayb inancının azlığı ile
alâkalıdır. Tâviz, âhiretten yırtıp Dünyâ’ya yamamaktır. Yâni ebedilikten
yırtıp fâniliğe yamamak ve yamanmaktır.
Her tâviz, takvâdan bir parça azaltır. Günümüz modern
dünyâsında başta müslüman ülkeler olmak üzere küresel güçlerden olmayan
ülkelerin tutumları, “tâviz verme” üzerine kuruludur. Nerdeyse tağutlar
tarafından istenilen her tâviz verilmektedir. Hattâ tâviz vermek modernlik
olarak görülürken; tâviz vermeyenler terörist ve şiddet yanlısı olarak
görülmektedir-gösterilmektedir. Zâten modern dünyâda “terörist” îlân edilenler;
küresel güçlerin, istediklerini alamadıkları toplumlar-kişiler için yaptığı bir
isimlendirmedir. Küresel güçler-tağutlar yâni sahte ilahlar, güçlerini hep
birilerinin -ki en başta müslümanların- verdikleri tâvizlerden alırlar. Zîrâ
İslâm, “tâvizsizlik” dînidir. Lâilâheillallah demek, “Allah’tan başkasına
tapmam, yâni tâviz vermem” ve “Allah’tan başkasının ilahlık yapmasını tâviz vererek
desteklemem ve hattâ “ve nahleu ve netrukü men yefcuruk”; “Sana isyân eden,
fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederim-ederiz” demektir. Zâten şirk, Allah’tan
başkasına tâviz vererek boyun eğmektir. Bu tâvizi alabilenler ilahlığa
soyunurlar zîrâ. Şeytan da gücünü insanların tümünün verdiği tâvizlerden alır.
Şeytanın aldığı ilk tâviz bilindiği gibi Âdem-Havvâ’nın, Allah’ın emrine rağmen
şeytanın vaâdlerine kanarak verdikleri tâvizdi. Bu nedenle tâviz vermemek,
Allah’ı hakkıyla takdir etmek ve ondan korkmakla (haşyet) mümkün olabilir. Aksi-hâlde
insan herhangi bir sıkıntı-zorluk-güçlük-çıkar vs. karşısında tâviz verebilir.
Ancak ve ancak, gabya-âhirete inanıp, ölümü “hak” olarak gördüğü için ölümden
korkmayan kimseler bu tâvizi vermezler malları ve canları pahasına da olsa. Zâten
şehâdet de budur. Şehit, vermediği tâviz nedeniyle hayâtını kaybeden kişidir.
Yoksa işgâl-sömürü-haysiyetsizlik vs. tâvizini kabûl edenlerin
şehitlik-şehâdetle bir ilgilerinin olması söz-konusu değildir.
Şirk, bir tâvizdir. Tevhidden verilen en küçük bir tâviz
bile şirki başlatır ve zamanla yaygınlaştırır ve en nihâyetinde de verilen tâviz
üzerinden bir din kurulur. Bu din şirk dînidir. Artık bu dinde haktan yana bir
şey bulunmaz ve zulüm ayyuka çıkmaya başlar. Öyleyse tâviz, zulmün de
kaynağıdır. Buna göre her tâviz bir zulümdür denebilir.
Târihte ve hayâtın içinde çok farklı tâviz şekilleri
görülür. İnsanlık-târihi bir bakıma
sosyâl-ekonomik-siyâsi-târihi-felsefi-bilim-din vs. üzerinde verilen “tâvizler
târihi”dir. Bundan ancak, Peygamberler ve onların izinden giden toplumlar
istisnâdır. Sosyâl-ekonomik olarak verilen tâvizlerde, aynen günümüzde olduğu
gibi, insanlar arasında büyük uçurumlar, ayrılıklar, aykırılıklar ortaya çıkar.
Bu durum insanlar arasında sevgi ve merhâmeti zedeler ve zamanla yok eder. Târih,
felsefe ve bilim üzerinde tâviz vererek haktan uzaklaşıldığında, modern
masallar ve destanlar çıkar ortaya. Söylenen şeyler güvenilmez, eksik, yanlış
olmasına rağmen peşine bir-sürü kişi takar ve “inanan”ları olur. Çünkü bu masallar
dinleşmiştir-dinleştirilmiştir. Çelişkili-yanlış-eksik-boş inançlar-düşünceler
çöplükleri nedeniyle her tarafı pis bir koku sarar. Bu kokudan çok rahatsız
olan kişiler kaçacak bir yer de bulamazlar. Netîcede hiç-bir bilgi ve düşünce
tam anlamıyla güvenilir olmaz.
Siyâset üzerinden verilen tâviz ise, toplumsal
kötülüğü-yozlaşmayı ortaya çıkaran en büyük etkendir. Hatır-gönül, aldanma,
çıkar, cehâlet vs. nedeniyle desteklenen parti-grup-hizipler, bu tâvizlerden
aldıkları güçler ile toplumu oyalayıp sömürebiliyorlar ve hattâ Dünyâ-çapında
büyük yıkımların ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. İslâm’dan-haktan-hakîkatten
verilen en büyük ve en çok tâviz, şeytana aldanarak verilen kişisel tâvizlerden
sonra siyâsi alandadır. Öyle ki ortaya hak-hakîkat-insan-varlık düşmanı, hastalıklı
ve zâlim kişilerin ortaya atmış olduğu sapık ideolojiler, hak ve hakîkatten
verilen tâvizlerin netîcesinde, ideoloji/kânun/hayat-nizâmı olarak ortaya
çıkıyor. Burada şaşılması gereken şey şudur; İnsanlık târihinde Allah/vahiy-merkezli
olmayan ve insanların ortaya atmış oldukları düşüncelerin sonucunda şekillenmiş
olan hiç-bir ideoloji, -bir kısım çıkar-grupları hâriç- insanlara yakın-uzak vâdede
bir yarar sağlamadığı gibi, büyük yıkımlara neden olmasına rağmen, insanların
yine de Allah/vahiy-merkezli inanış ve hayat-nizâmına dönmeyi düşünmeyerek,
yeniden-yeni sapık ideolojilere kapılmasıdır. Herhâlde bunda en büyük etken
şeytanın ayartmasıdır.
Şeytan, insanı ilk-başta tâviz verdirerek ayartmıştı
ve el-an da bu taktiğini kullanıyor. Kur’ân göz-ardı edilmeden tâviz verilemez.
Mü’min için tâviz, “Kur’ân’a rağmen verilen” şeydir.
İyi usta, işinden tâviz vermeyendir.
“Zînâya yaklaşma” diyor Allah. Zînâ; zînâya yaklaşarak
yâni tâviz vererek başlar. Zînâya yaklaşmak zînâ için bir tâvizdir.
Tâviz, tahrifi başlatır ve yayar. Sonuçta din tahrip
olur. Hristiyanlar teslise ilk-başta karşıydılar fakat, “ileride nasıl olsa değiştiririz,
şimdilik ses çıkarmayalım” diyerek bu konuda Roma’ya tâviz bir-süre sonra dinleri
oldu. Çünkü verilen tâvizi geri döndürmek çok zordur. Bu bağlamda hak dinden
verilen tâviz, bâtıl dinlerin kaynağıdır. Bâtıl dinler, hak dinden verilen tâvizler
üzerine kurulmuştur.
Tâviz vermemenin bedeli ağırdır. Bâzen tüm malın ve
mülkün ve hattâ hayâtın verilmesini gerektirebilir. Bu bedeli göze alabilenler
ancak hiç-bir tâviz vermezler. Tâviz vermemenin bir sonucu olarak boykot, hapis
sürgün vs. en hafif olanlarıdır.
Bilindiği gibi Peygamberimiz, müşriklerin küçük de
olsa bir tâviz koparmak için yaptıkları “dönemsel yöneticilik” tekliflerini en
ufak bir tâviz vermeyerek reddetmiştir. Bir yazıda bu şu şekilde anlatılır:
“Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı
tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen
bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de
vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak
kesin red cevâbı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama
onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir
rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne
değişirdi ki?. Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana
uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız” (Kasas 57)
diyorlardı. Zâten Resûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan
almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün
yerine İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek,
darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla,
müşriklerin, Efendimiz’e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de “istersen gel,
seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bu-günkü siyâsîlerin bırakın krallığa,
bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim.
Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz,
dâvamdan vazgeçmem” diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl
etmiyordu.
Evet; müşrikler Peygamberimiz
(s.a.v)’e şu teklifi yapıyorlardı: “Ey Muhammed!. Seni Arap Yarımadası’nın reisi
yapalım; Kâbe’nin anahtarlarını sana verelim; seni en zenginimiz yapalım;
kızlarımızın en güzelini sana verelim; sen yine Peygamberliğini yap ama bizim
ilahlarımıza, putlarımıza laf deme, sâdece biraz tâviz ver”. Peygamberimiz
(s.a.v) bunun üzerine; “başkanlığı, gücü, zenginliği, akraba bağlarını elimde
bulundurursam, birazcık tâviz versek de İslâmiyet’i daha çabuk yayarız,
işlerimizi daha rahat hâllederiz” demedi. “Bir elime Güneş’i bir elime Ay’ı verseniz
aslâ dâvamdan vazgeçmem, tâviz vermem” dedi.
Celâleddin Vatandaş bu olayı şöyle anlatır:
“Her yeni âyetle
İslâm’ın özellikleri daha ayrıntılı şekilde bilindikçe ve İslâm’a mensup
olanlar çoğalıp mü’minlerle müşrikler arasında ayrılıklar, tartışmalar çoğaldıkça,
Mekke toplumu daha da gergin bir atmosfere sürüklendi. Gelişmelerden rahatsız
olan Mekke eşrafı, bu durumu sona erdirmenin yöntemlerini eskisine oranla daha
sık düşünmeye başladı. Bu dönemle ilgili bilgi veren kaynaklar, Mekke toplumundaki
kutuplaşmanın ve kutuplar arası gerginliğin bütün toplumu etkileyecek oranda
artışına dikkat çekmektedirler. Bu durum Resulûllah'a karşı kin ve
düşmanlıkları iyice artmış olan Mekke eşrafını bir-kez daha Ebû Tâlib’le görüşmeye
sürükledi. Yeni bir heyet oluşturdular. Ebû Tâlib’le görüşme talebinde bulunan
ve bu talepleri kabûl edilen heyet bu sefer ilkinkine oranla daha sert ve hattâ
Ebû Tâlib’i de tehdit eder tarzda görüş ve tekliflerini dile getirdiler: “Ey
Ebû Tâlib(!) Sen bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden ve aramızda
saygı sâhibi olanlarımızdansın. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istedik.
Ancak sen bu isteğimizi dikkate almadın. Yeğenine engel olmadın. Allah adına
yemin ederiz ki, onun atalarımızı eleştirmesine, bizleri akılsızlıkla
suçlamasına ve ilâhlarımızı aşağılamasına artık katlanmayacağız. Bu konuda
tahammülümüz kalmadı. Sen ya yeğenini bu durumundan vaz-geçirirsin, ya da iki
taraftan birisi yok-oluncaya kadar savaşırız.
Ebû Tâlib işin gelip
dayandığı bu aşama nedeniyle üzüldü. Kavminin eşrafı ile yeğeninin arasında
kalmaktan sıkıntı duyuyordu. Ancak kavminin isteğini dikkate alarak yeğenini
korumaktan da vazgeçemezdi. Yeğenini yalnız başına bırakmayı düşünemezdi. Onu
çok seviyordu. O kardeşinin emâneti, babasının emâneti ve bir bakıma da
evlatlığıydı. Yeğeniyle görüşüp, aradaki kin ve kavgaları sona erdirmeye
vesile olacak bir anlaşma noktası bulmayı arzuladı. Bu amaçla Resulûllah’ı
yanına çağırttı. Yumuşak, sevgi dolu bir üslûpla durumu yeğenine açıklayarak,
isteğini bildirdi: ‘Yeğenim(!) Beni ve kendini düşün. Bana kaldıramayacağım
bir yük yükleme’. Onun bu isteğinde, müşrik lîderlerin tehdit ve baskıları
nedeniyle gerçekleşen bir korku açıkça belli oluyordu. Sözlerinde
sorumluluğunu yerine getirmekte zorlandığını dile getiren dolaylı bir yakınma
vardı. Amcasının bu hâli Resulûllah'ı etkiledi. Amcasının kendine olan
desteğinden vazgeçtiğini ve dolayısıyla önemli bir desteğini kaybettiğini
düşündü. Üzüldü. Yumuşak kâlbi hüzünle doldu. Gözleri yaşardı. Ancak ne olursa-olsun
dâvâsından vazgeçmesi mümkün değildi. Üzüntüsünü hâl ve hareketleriyle,
kararlılığını ise sözleriyle açığa vurdu: ‘Ey amca(!) Vallâhi bu
dâvâyı bırakmam için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler yine de
vazgeçmem. Allah bu dîni ya hâkim kılar ya da ben bu uğurda ölürüm’. Sonra amcasının yanından ayrılmak için geri döndü.
Onun bu sözleri ve tavrı karşısında Ebû Tâlib çok etkilendi. Zâten eskiden
beri yeğenine karşı kâlbi sevgi doluydu. Yanından uzaklaşmak üzere olan
yeğenine ‘Ey Yeğenim(!) Git istediğini söyle. Allah’a yemin olsun ki seni aslâ
onlara teslim etmem dedi”.
Yine Peygamberimiz; “Gel bir sene sen bizim
ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” teklifini de
reddetmişti ve ardından Kâfirûn Sûresi vahyedilmişti:
“De ki: ‘Ey
kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak
değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).
“Gevşemeyin,
üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).
Tâviz, güçsüzün “sözde güçlü”ye verdiği tâvizdir. Hikmet
Ertürk uzlaşma konusuyla ilgili şunları söyler:
“Bu durumda müşriklerle uzlaşmak, onların inanç sistemi içerisinde
inançlarımızı yaşayabileceğimizi düşünmek çok safça bir yaklaşımdır. Üstelik uzlaşma,
farklı düşüncelerin karşılıklı veya tek taraflı olarak birbirlerine ödün
vermeleridir. Karşı duruşlarda taraflar, kendi açılarından doğruluğuna veya
yararına inandıkları şeyden/şeylerden vazgeçerek uzlaşmayı sağlarlar. Ve bu
ödün verme; inandığı doğrulardan vazgeçme, çoğunlukla güçsüzden güçlüye doğru
gerçekleşir. O hâlde bu şu demektir: Eğer taraflar eşit güçte değillerse,
uzlaşma dâima güçlünün lehine olur. Güçlü taraf, kabûllerine uymayan, “olmazsa
olmaz”larına ters düşen konularda karşı/güçsüz tarafı uzlaşma yoluyla ıslah
ederek, onu kendisine uyumlu hâle getirir. Diğer bir deyimle uzlaşma,
güçsüzün, güçlünün potasında erimesidir. “Öteki dünyâ” ile ilgili
kuşkularımızın olduğu ve bu kuşkularımızdan dolayı tâvizkâr bir İslâm’ı
yaşadığımız bir süreçte Kur’ân bizler için hidâyet kaynağı olmayacaktır”.
“Öyleyse
yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak
davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).
Ramazan Yılmaz:
“Hz. Peygamber (as), günümüz putperest müşriklerin atalarına Tevhidî
esasları anlatıyor, onlar ise bâzı konularda tâviz istiyorlardı. Resûlullah
(as) ve etrâfındaki müslümanlar, baskı ve işkence altında çok zor durumda
yaşıyorlardı ve Resûlullah (as) bu durumdan bir çıkış-yolu arıyordu. İşte tam o
sırada yüce Allah (cc), Resûlullah (as)’ı çok şiddetli bir şekilde uyararak
kendisine bildirilen hükümlerde değişiklik yapmamasını ve müşriklere en küçük
bir tâviz vermemesini bildirdi.
“Az daha onlar, baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan
başkasını üstümüze atman için kandıracaklardı. İşte o zaman seni dost
edinirlerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça
yanaşacaktın. O takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat-kat (azâb)ını
tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (İsrâ 73-75).
Hz. Peygamber (as), döneminde hırsızlık yapan bir kadının eli
kesilecekti, bâzı kimseler araya girip bu kadının tanınmış ve îtibarlı bir
kabîleye mensup olduğunu, bu nedenle de elinin kesilmemesini Resûlullah
(as)’dan ricâ ettiler. Resûlullah (as)’ın verdiği cevap, İslâmi hükümler
karşısında insanların hepsinin nasıl eşit ve bu hükümlerin ne kadar aâdil
olduklarını ortaya koyuyordu. Resûlullah (as), hırsızlık yapan kadının elinin
kesilmesini istemeyenlere şöyle cevap verdi: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a
yemin ederim ki; hırsızlık yapan, kızım Fâtıma da olsa, yine elini keserim!”.
İşte İslâm’i ölçü budur ve bu ölçü karşısında bütün insanlar eşittir” der.
Tâviz ile hoşgörüyü birbirine karıştırmamak gerekir.
Hoşgörü, nefse tâviz vermemektir. Hoşgörü; nefsin istediği gibi yapmayarak
karşıdaki kişiyi-toplumu ötekileştirmeyip sabır gösterebilmektir. İslâm’da
hoşgörü vardır fakat İslam salt bir “hoşgörü dîni” değildir.
“En saf ideâlin bir aşağı ideâli de
ideâldir” düşüncesi, tâvizin ilk aşamasıdır.
“Tamâmı elde edilemeyen şeyin tamâmından vazgeçilmez”
sözü mü’minler için “geçici” bir söz olabilir. Tabî ki sonuçta tamâmı elde
edilemeyen bir şeyin kalan tarafı terk edilmemeli fakat bu söz kişileri; “bir
süreliğine geçici olarak ve şimdilik” vazgeçilen o şeyden uzaklaştırmamalıdır.
Aksi-hâlde “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözü
mûcibince, vazgeçilen şey unutulur gider. Dolayısı ile, güç yetirilemediğinde
ve başka bir çâre de kalmadığında, o şeyden sâdece; “geçici ve kısa bir
süreliğine” vazgeçilebilir ki bu durum tâviz sayılmaz. Tâviz, vazgeçilen şey
için; “olmasa da olur” denilebilen şeydir ki bu sözün ne kadar yanlış bir söz
olduğu çok uzak olmayan bir zaman sonra herkes tarafından görülecektir. Zîrâ, “bu-gün
göz yumduklarınız, yarın size göz açtırmayacaklardır”.
Her tâviz, ahlâktan verilen bir tâvizdir. Tâviz
vermeye alışan toplumlarda çeşitli ahlâksızlıklar belirir ve çok da uzak
olmayan bir vâdede çeşitli ahlâksızlıklar ayyuka çıkar. Ahlâktan tâviz vermek,
Peygamberden (sünnet) ve Kur’ân’dan tâviz vermek anlamına gelir. Zirâ “muhteşem
bir ahlâka sâhip” olan Peygamberimizin ahlâkı Kur’ân’dı.
Tâviz vermekten vazgeçildiğinde ancak, mü’minler
Dünyâ’ya yeniden hükmedebileceklerdir. Hak-batıl savaşı, “tâviz vermeme”
savaşıdır vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder