11 Nisan 2016 Pazartesi

Kesinlik


Allah, “varlığı kesin” olandır. Hattâ varlığı kesin olan tek varlık Allah’tır. Çünkü mutlak (el-hak) varlık sâdece Allah’tır. Yaratılmışlar ise mutlak değil, kayıtlı varlıklardır. Allah kesin=el hak olan iken; yaratılmışların varlığı ise “hak” olmasına rağmen kesin=el-hak olmayan varlıktır. Yâni yaratılmış olan varlık “hak”tır ama “el-hak” değildir. Allah kesin varlık iken, bizler “mümkün varlık”larız. Bizim uymamız için mutlak mânâda kesin olan tek şey, Kesin Olan’dan gelen Kur’ân’dır. Kur’ân’ın söyledikleridir kesin olanlar. Bu bağlamda sahih hadisler bile, insan sözleri içinde en değerlisi ve sağlamı olmasına rağmen “kesin” değildir.

Çok fazla üzerinde durmak istemediğimiz şöyle bir düşüncemiz var: Şu-anda okuduğunuz yazı dâhil hiç-bir şeyin mutlak=kesin bir gerçekliği olmadığı gibi, kâinatın da mutlak bir gerçekliği yoktur. Kendine-has bir gerçekliği vardır tabî ki de. Ama bu gerçeklik “mutlak bir gerçeklik” değildir. Çünkü Allah’tan başka mutlak bir gerçeklik yoktur:

“İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak’tır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür” (Lokman 30).

Bir yazı insanda nasıl bir etki bırakırsa, kâinat da insanda öyle bir etki bırakır. Burada aslolan nokta, mutlak bir varlığı olmasa da o şeyin bıraktığı etkidir. Bu etki öylesine yoğundur ki, biz o şeyi “mutlak gerçek” zannederiz. Gerçek olan şey, “ol” ve “öl” emirleridir. Evet; kâinatın mutlak bir gerçekliği yoktur. Mutlak gerçekliği olmayan şeyler için ise, “ol”ma ve “öl”me vardır ancak. Ve Allah’ın takdir ettiği bir zamanda tekrar dirilme. Aynen televizyonda olduğu gibi; açarsınız; kapatırsınız. Televizyonu açtığınızda “kün”-“ol”, kapattığınızda “hün”-“öl” emri vermiş olursunuz. Evet; kâinat sâdece bir imajdır. Demek istediğimiz şu ki: Kâinat “hak”tır ama “el hak” değildir.

Tek Mutlak-Gerçek olan Allah, kâinatta Fiili, Sıfatı ve Zâtı ile değil, sanatı ve yasaları ile vardır. Aksi-hâlde kâinat fâni olduğu için, Allah da fâni olurdu. Kâinat yok olacağı için Allah da yok olurdu ki böyle bir nitelendirme hâşâ yapılamaz. Bu yüzden kâinatta mutlak-gerçeklik yoktur/olamaz. Mutlak-gerçekliğin olmadığı yerde de doğal olarak mutlak-doğrulara ulaşılamaz. Mutlak-varlığı olmayan şeyin mutlak-kesin bilgisi de olamaz. Olsa bile bunu mutlak olmayanlar bilemez. Ancak “Mutlak Olan” bilebilir ve bildirebilir. Fakat bildirdiği de “size az bir bilgi verildi” âyeti mûcîbince “mutlak” olamaz. “Mutlak” olsa bile biz bunu “mutlak” olarak değerlendiremeyiz ve bilemeyiz. Ancak Allah’ın izin verdiği ölçüde..

Bu nedenle vahdet-i vücut, panteizm-panenteizm gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde ederler. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleri şirktir. Öyle ki; insanların târih boyunca ürettikleri ve söyledikleri en sapık düşünceler ve söylemlerdir bunlar. Fakat tasavvufun bağlıları bunları, bir akide olarak kabûl ederler ve bunu “tevhid” zannederler.

Şeytan insanları, kesin olmayan şeyleri kesinmiş gibi göstererek kandırır:

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir” (A’raf 20).

Modernizm de kesinliği olmayan bir uygarlık şeklidir. Dînden kaynaklanmayan şeyin bir kesinliği olmaz zâten. Lâik-seküler-kapitâlist-demokratik-liberâl olanda kesinlik olmaz. Kesinlik İslâm’dadır sâdece. Kesinliği olmayan ideolojiler, sâdece “birileri”ne mutluluk sağlarlar. Geri kalan genel halk ise, bu kesinsizliğin içinde bocalar durur. Zâten seküler kesinsizlik, şeytanın uşakları olan tâğutlar tarafından, mevcut durumu oluşturmak için kullanılmıştır-kullanılıyor. Kesin olmayan ideolojileri ortaya atanların kendileri mutlu azınlık durumuna gelirken, geri kalanlar ise modern köleler olarak “yeryüzünün lânetlileri” konumunda kalıyorlar. Modernizm kendisini, kesinliği olmamasına rağmen “en kesin olan” gibi sunuyor Dünyâ’ya. En kesin uygarlık şekli olarak gösteriyor ve dayatıyor tatlı-sert bir şekilde.

Başta modern-bilim olmak üzere hiç-bir netliği ve kesinliği yoktur modernizmin. Her-şey görecelidir ve zâten Einteisn’in görecelik teorileri de el üstünde tutulur bu nedenle. Modernizm kesin olmama durumunu çok iyi kullanmıştır-kullanıyor ve bu sâyede Dünyâ’ya hükmedebiliyor. Çünkü insanları kesin olandan uzaklaştırmıştır-uzaklaştırıyor ve kendi sözde kesinliğini ortaya koyuyor ve hattâ dayatıyor. Bu dayatma karşısında yeterli direnci ve dik duruşlu gösteremeyen başta İslâm âlemi olmak üzere tüm mazlum halk, bu kesin(siz)liğin peşine düşüyor ve üstelik ona dört elle ve büyük aşk ve şevkle hattâ şehvetle sarılıyor. Bu durumda tecâvüzcüsüne âşık olma durumu olan Stockholm Sendromu din hâline geliyor. Bu bâtıl dîne sığınanlar Yabancı El Sendromu ile kendini boğuyor. Gerçek kesinlik yerine sahte kesinliklere kapılarak şirke düşüyor ve kendini asalak bir duruma düşürüp salaklaştırıyor ve perişan ediyor yada kardeşlerinin perişan olmasına yol açıyor. Bir zaman sonra artık duyarsızlaşıyor ve bu çirkef durumdan bir rahatsızlık da duyulmuyor.

Kesin olan şey, “kendi başına kesin ve net olan şey”dir. Bu bağlamda Dünyâ’nın döndüğü bile kesin değildir. Çünkü Dünyâ’nın döndüğünün, “aynel yakin” bir kesinliği yoktur. Yâni Dünyâ’nın döndüğünü gözüyle gören kimse yoktur. Biz Dünyâ’nın döndüğüne çıkarımlar sonucu varıyor ve bu nedenle kabûl ediyoruz. Dünyâ’nın döndüğünü kesin ve net olarak görmek için, Dünyâ’nın hemen yanında konumlanmış olan ve ters yönde, yavaş dönen yada dönmeyen başka bir cisim olması gerekir. Bu cisme kıyasla Dünyâ’nın dönüşünü gözlemleyebiliriz. Bu belki, uzak bir bölgeden, Ay’a kıyasla gözlemlenebilir. Aksi-hâlde net olarak o dönüşü gözlemleyemeyiz. Zâten Ay’a gidildiğinde de bu nedenle Dünyâ’nın dönüşü net bir şekilde gözlemlenememişti. Zîrâ Ay gibi Dünyâ da her zaman “dolun-Dünyâ” değildir. Dünyâ Ay’dan her zaman “dolun-Dünyâ” olarak gözükmez. Ay’a gidildiğinde Dünyâ “son dördün” hâlinde ve üstelik de çok bulutlu olduğundan dolayı dönüşü net=kesin olarak görülememiş ve astronotlara sorulduğunda da: “Dünyâ’ya bakarken sanki Amerika Kıtası bizim açımızdan bize doğru döndü gibi oldu” diye net olmayan bir ifâde kullanmışlardır.  

Kesin olan şey Kesin Olan’ın gösterdiğidir ve o da “kesin söz” olan Kur’ân’dır. Yeniden Kur’ân’ın söz ve eylem yoluna düşülmeden kesinsizlikten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Kur’ân’ın söylediği kesin söz ise şudur:

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele!” (Saff 10-13).

İşte İslâm’ın yâni huzur ve mutluluğun kesin formülü: Îman, hicret, cihad.

“İtaat ve mâruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şâyet Allah’a sadâkat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu” (Muhammed 21).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder