Allah, “varlığı kesin”
olandır. Hattâ varlığı kesin olan tek varlık Allah’tır. Çünkü mutlak (el-hak)
varlık sâdece Allah’tır. Yaratılmışlar ise mutlak değil, kayıtlı varlıklardır. Allah
kesin=el hak olan iken; yaratılmışların varlığı ise “hak” olmasına rağmen kesin=el-hak
olmayan varlıktır. Yâni yaratılmış olan varlık “hak”tır ama “el-hak” değildir. Allah
kesin varlık iken, bizler “mümkün varlık”larız. Bizim uymamız için mutlak
mânâda kesin olan tek şey, Kesin Olan’dan gelen Kur’ân’dır. Kur’ân’ın söyledikleridir
kesin olanlar. Bu bağlamda sahih hadisler bile, insan sözleri içinde en
değerlisi ve sağlamı olmasına rağmen “kesin” değildir.
Çok fazla üzerinde durmak
istemediğimiz şöyle bir düşüncemiz var: Şu-anda okuduğunuz yazı dâhil hiç-bir
şeyin mutlak=kesin bir gerçekliği olmadığı gibi, kâinatın da mutlak bir
gerçekliği yoktur. Kendine-has bir gerçekliği vardır tabî ki de. Ama bu
gerçeklik “mutlak bir gerçeklik” değildir. Çünkü Allah’tan başka mutlak bir
gerçeklik yoktur:
“İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak’tır ve şüphesiz
O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir,
büyüktür” (Lokman 30).
Bir yazı insanda nasıl bir
etki bırakırsa, kâinat da insanda öyle bir etki bırakır. Burada aslolan nokta,
mutlak bir varlığı olmasa da o şeyin bıraktığı etkidir. Bu etki öylesine
yoğundur ki, biz o şeyi “mutlak gerçek” zannederiz. Gerçek olan şey, “ol” ve
“öl” emirleridir. Evet; kâinatın mutlak bir gerçekliği yoktur. Mutlak
gerçekliği olmayan şeyler için ise, “ol”ma ve “öl”me vardır ancak. Ve Allah’ın
takdir ettiği bir zamanda tekrar dirilme. Aynen televizyonda olduğu gibi;
açarsınız; kapatırsınız. Televizyonu açtığınızda “kün”-“ol”, kapattığınızda
“hün”-“öl” emri vermiş olursunuz. Evet; kâinat sâdece bir imajdır. Demek
istediğimiz şu ki: Kâinat “hak”tır ama “el hak” değildir.
Tek Mutlak-Gerçek olan
Allah, kâinatta Fiili, Sıfatı ve Zâtı ile değil, sanatı ve yasaları ile vardır.
Aksi-hâlde kâinat fâni olduğu için, Allah da fâni olurdu. Kâinat yok olacağı
için Allah da yok olurdu ki böyle bir nitelendirme hâşâ yapılamaz. Bu yüzden
kâinatta mutlak-gerçeklik yoktur/olamaz. Mutlak-gerçekliğin olmadığı yerde de
doğal olarak mutlak-doğrulara ulaşılamaz. Mutlak-varlığı olmayan şeyin mutlak-kesin
bilgisi de olamaz. Olsa bile bunu mutlak olmayanlar bilemez. Ancak “Mutlak
Olan” bilebilir ve bildirebilir. Fakat bildirdiği de “size az bir bilgi
verildi” âyeti mûcîbince “mutlak” olamaz. “Mutlak” olsa bile biz bunu “mutlak”
olarak değerlendiremeyiz ve bilemeyiz. Ancak Allah’ın izin verdiği ölçüde..
Bu nedenle vahdet-i vücut,
panteizm-panenteizm gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde
ederler. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleri
şirktir. Öyle ki; insanların târih boyunca ürettikleri ve söyledikleri en sapık
düşünceler ve söylemlerdir bunlar. Fakat tasavvufun bağlıları bunları, bir
akide olarak kabûl ederler ve bunu “tevhid” zannederler.
Şeytan insanları, kesin
olmayan şeyleri kesinmiş gibi göstererek kandırır:
“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini
açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin size bu ağacı
yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan
kılınmamanız içindir” (A’raf 20).
Modernizm de kesinliği
olmayan bir uygarlık şeklidir. Dînden kaynaklanmayan şeyin bir kesinliği olmaz
zâten. Lâik-seküler-kapitâlist-demokratik-liberâl olanda kesinlik olmaz.
Kesinlik İslâm’dadır sâdece. Kesinliği olmayan ideolojiler, sâdece “birileri”ne
mutluluk sağlarlar. Geri kalan genel halk ise, bu kesinsizliğin içinde bocalar
durur. Zâten seküler kesinsizlik, şeytanın uşakları olan tâğutlar tarafından,
mevcut durumu oluşturmak için kullanılmıştır-kullanılıyor. Kesin olmayan
ideolojileri ortaya atanların kendileri mutlu azınlık durumuna gelirken, geri
kalanlar ise modern köleler olarak “yeryüzünün lânetlileri” konumunda
kalıyorlar. Modernizm kendisini, kesinliği olmamasına rağmen “en kesin olan”
gibi sunuyor Dünyâ’ya. En kesin uygarlık şekli olarak gösteriyor ve dayatıyor
tatlı-sert bir şekilde.
Başta modern-bilim olmak
üzere hiç-bir netliği ve kesinliği yoktur modernizmin. Her-şey görecelidir ve
zâten Einteisn’in görecelik teorileri de el üstünde tutulur bu nedenle. Modernizm
kesin olmama durumunu çok iyi kullanmıştır-kullanıyor ve bu sâyede Dünyâ’ya
hükmedebiliyor. Çünkü insanları kesin olandan uzaklaştırmıştır-uzaklaştırıyor
ve kendi sözde kesinliğini ortaya koyuyor ve hattâ dayatıyor. Bu dayatma karşısında
yeterli direnci ve dik duruşlu gösteremeyen başta İslâm âlemi olmak üzere tüm mazlum
halk, bu kesin(siz)liğin peşine düşüyor ve üstelik ona dört elle ve büyük aşk ve
şevkle hattâ şehvetle sarılıyor. Bu durumda tecâvüzcüsüne âşık olma durumu olan
Stockholm Sendromu din hâline geliyor. Bu bâtıl dîne sığınanlar Yabancı El
Sendromu ile kendini boğuyor. Gerçek kesinlik yerine sahte kesinliklere kapılarak
şirke düşüyor ve kendini asalak bir duruma düşürüp salaklaştırıyor ve perişan
ediyor yada kardeşlerinin perişan olmasına yol açıyor. Bir zaman sonra artık duyarsızlaşıyor
ve bu çirkef durumdan bir rahatsızlık da duyulmuyor.
Kesin olan şey, “kendi
başına kesin ve net olan şey”dir. Bu bağlamda Dünyâ’nın döndüğü bile kesin
değildir. Çünkü Dünyâ’nın döndüğünün, “aynel yakin” bir kesinliği yoktur. Yâni
Dünyâ’nın döndüğünü gözüyle gören kimse yoktur. Biz Dünyâ’nın döndüğüne
çıkarımlar sonucu varıyor ve bu nedenle kabûl ediyoruz. Dünyâ’nın döndüğünü
kesin ve net olarak görmek için, Dünyâ’nın hemen yanında konumlanmış olan ve
ters yönde, yavaş dönen yada dönmeyen başka bir cisim olması gerekir. Bu cisme
kıyasla Dünyâ’nın dönüşünü gözlemleyebiliriz. Bu belki, uzak bir bölgeden, Ay’a
kıyasla gözlemlenebilir. Aksi-hâlde net olarak o dönüşü gözlemleyemeyiz. Zâten
Ay’a gidildiğinde de bu nedenle Dünyâ’nın dönüşü net bir şekilde
gözlemlenememişti. Zîrâ Ay gibi Dünyâ da her zaman “dolun-Dünyâ” değildir.
Dünyâ Ay’dan her zaman “dolun-Dünyâ” olarak gözükmez. Ay’a gidildiğinde Dünyâ “son
dördün” hâlinde ve üstelik de çok bulutlu olduğundan dolayı dönüşü net=kesin
olarak görülememiş ve astronotlara sorulduğunda da: “Dünyâ’ya bakarken sanki
Amerika Kıtası bizim açımızdan bize doğru döndü gibi oldu” diye net olmayan bir
ifâde kullanmışlardır.
Kesin olan şey Kesin Olan’ın
gösterdiğidir ve o da “kesin söz” olan Kur’ân’dır. Yeniden Kur’ân’ın söz ve
eylem yoluna düşülmeden kesinsizlikten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Kur’ân’ın
söylediği kesin söz ise şudur:
“Ey îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak
bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla
ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır;
eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar
akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük
mutluluk ve kurtuluş’ budur. Seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan
yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele!” (Saff 10-13).
İşte İslâm’ın yâni huzur ve
mutluluğun kesin formülü: Îman, hicret, cihad.
“İtaat ve mâruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik
ve kararlılık gerektirdiği zaman, şâyet Allah’a sadâkat gösterselerdi, şüphesiz
onlar için daha hayırlı olurdu”
(Muhammed 21).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder