Modern zamanlarda çok fazla öne çıkarılan beyin-zekâ,
modernizmin madde-merkezli düşünüp işleyişi nedeniyledir. Beyin ve zekâ madde
konusunda çok beceriklidir. Ne de olsa beynin kendisi de maddedir. Bu nedenle
kendi türünden olanı anlamakta zorluk çekmez. Bir beyne sâhip olan hayvanlar da
maddeyi iyi tanırlar ve o doğrultuda işlenirler. İyi görürler, iyi koklarlar
vs. Zâten gerek modern insanda gerekse hayvanlarda madde konusunda beyinden
omuriliğe bir geçiş olmuştur ve iş otomatiğe bağlanmıştır. Beyin artık çok da fazla
kullanılmaz. Bu aynen şunun gibidir:
Araba kullanmasını bilmeyen kişiler arabayı ilk-başta
“beyinleriyle kullandıkları” için aşırı zorlanırlar. Çünkü vitesi değiştirdiğini,
gaza-frene bastığını, aynaları kontrôl ettiğini, direksiyon hâkimiyetini vs.
her-şeyi kontrol etmek zorundadırlar ve yaptıkları her hareketi beyinlerine
onaylatmak zorundadırlar. Dolayısı ile yaptıklarını beyinleriyle yaptıkları
için tam bir kontrôl sağlayamazlar ilk-başta. Çünkü sınırlı bir kapasiteye
sâhip olan beyin tüm bunları ayı-anda yapmakta zorlanır. Bu nedenle de bocalar.
Bu iş “arabayı omuriliğe sürdürme”ye başlayıncaya kadar devâm eder. Nihâyet
artık iş omuriliğe kalınca, debriyaj-fren-gaz ayarlaması, vites değiştirmek,
direksiyon çevirirken aynaları kontrôl etmek ve bilumum sürme işinin nasıl
olduğu düşünülmez bile. Çünkü artık iş beyinden çıkmış ve omuriliğin kontrôlüne
girmiştir. Yâni araba kullanmak artık meleke hâline gelmiştir. Omurilik, kişi
araba kullanırken “meleke kesbetmiş” yâni alışmış olduğundan, artık düşünmeden,
hareketleri beyne onaylatmadan bir refleksle kullanıverir arabayı. Uzun
zamandır araba kullanmasına rağmen hâlen bir bocalama yaşayanlar, beyinlerinden
kurtulamadıkları için yaşarlar bocalamayı. Hâlen beyinleri ile kullanmaktan
vazgeçip de omuriliğe vermemişlerdir direksiyonu. Hem de el ve ayakları bile
hareketlere alışmış olmasına rağmen.
İşte aslında ilmî konu da böyledir. İlk-başta her-şeyi
ezberleyip öğrenme şeklinde ilim yolunda gidenler, öğrenilecek çok-çok fazla
şey olduğu için, belli bir seviyeye nasıl ulaşacağını düşünemezler ve bu
nedenle zor gelir bu iş onlara. Çünkü bu işi beyin yada akıllarıyla
yapmaktadırlar. Bir fikir öğrenirler, tam doğru sonuca vardım derlerken farklı
bir fikirle karşılaştıklarında bir bocalama yaşarlar ve bu böyle sürüp gider. “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve
deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de
Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür,
hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) Âyetin dediği gibi ilmin bir sonu
olmadığı için, akılla bu işin sonuna gelinemez. Fakat aynen araba kullanmada
olduğu gibi, yâni beyin ile başlayıp omurilikle devâm ettiği gibi, bu iş de
akılla başlayıp, “akleden kâlp”e geçilmedikçe ilim kemâle ermez. İş “akleden kâlb”e
bırakıldığında ise leb demeden leblebi idrâk edilir ve akılla 1 ayda ulaşılan
şeye îcâbında tek bir günde ulaşılabilir. Artık bir “Furkân” kesbedilmiştir ve
Furkân ile meseleler kolay idrâk edilebilir. Peki idrâk edilecek olan nedir?.
Kur’ân’ın bir rûhu, bir şuuru vardır ve anlaşılması
bilinmesi gereken şey de budur. Başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe işte bu
rûhu idrâk edip bilmişti. Bu rûha ulaşmak Kur’ân’ın âyetleri (yada âyet
grupları) sayısıncadır. Her âyetinden çıkılarak bu rûha ulaşılabilir. Çünkü o
rûh Kur’ân’ın tümünü kuşatmıştır. Yoksa kelimelerin bizzat lafzı değildir Kur’ân’ın
tamâmı. O lafızlar Kur’ân’ın rûhuna ulaştırmak içindir ve o rûh da bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet
sürecine dâvet eder ve sokar kişiyi. Artık o uğurda malıyla-canıyla mücâhede
etmekten geri durmaz. Kur’ân kişiye kolaylaşır artık. İş akıldan çıkmış, kâlbe
ulaşmıştır çünkü. Akleden kâlbe. Allah, Peygamberimizi bu konuda uyarmıştı. Kur’ân’da
Peygamberimize şöyle söylenir:
“Onu
(Kur’ân’ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket
ettirip-durma!. Şüphesiz, onu (kâlbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize
âit (bir iş)tir. Şu hâlde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de okunuşunu izle.
Sonra muhakkak onu açıklamak Bize âit (bir iş)tir” (Kıyâmet 16-19).
Âyetin söylediği gibi; önemli olan kâlp ile
kesbetmektir o rûhu. Yoksa iyi derecede arapça öğrenmek; Kur’ân’ı kelime-kelime
ezberlemek; onlarca tefsir okumak; kavramlarını araştırmak; orda nasıl geçiyor,
şurda ne diyor diye Kur’ân çalışmaları yapmak kişisel çalışmalar için faydalı
olur ve o rûha ulaşmak için gereklidir de. Fakat Kur’ân’ın o rûhunu idrâk etmek
demek bunları yapmak demek değildir. Dediğimiz gibi Kur’ân’ın bir rûhu vardır
ve o rûha ulaşmaktır önemli olan. Fakat o rûha da yine akılla Kur’ân üzerinde
samîmi-ciddî-gayretli bir şekilde çalışırken ulaşılabilir. Bir-kısım işrâkilerin
zannettiği gibi oturulup durulan yerde şakkadak gelmez o şuur, idrâk ve rûh
kişiye. İşte o rûha ulaşıldığında ve o rûha ulaşıp vahyi gerçek anlamda idrâk
edenler çoğalınca eyleme geçilmeli ve devlet-medeniyet süreci başlamalıdır.
Zîrâ Allah’ın murâdı budur. Çünkü ancak böyle bir süreç ile zulümler bitip insanlar
o doğal mutluluğa ve huzûra kavuşabilir.
“Sağ
elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları
yalnızca bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun
üzerine büyücüler, secdeye kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman
ettik’ dediler. (Firavun) dedi ki: ‘Ben size izin vermeden önce O’na inandınız
öyle mi?. Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O hâlde ben de
ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında
sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azâbı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş
öğrenmiş olacaksınız. Dediler ki: ‘Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana
seni asla tercih edip-seçmeyiz. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın
hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünyâ-hayâtında hükmünü yürütebilirsin” (Tâ-hâ 69-72).
Hiç kolay değil aslında; tüm bilgi-birikimini, inancını
değiştirmek ve ölümleri pahasına bir zorbaya karşı gelmek. Peki bunu
sihirbazlara yaptıran neydi?. Akılları-zekâları-beyinleri mi?. Hayır, çünkü
onlar zâten eskiden bêri bunlara sâhiptiler. Başka bir şey olmalı bu. Sihirbazlar
akıllı-zeki kişiler olmasına rağmen îmâna ulaşamıyorlardı fakat bir mûcize
yetiyordu onların o güçlü îmâna yönelmeleri için. Demek ki Hz. Mûsa ve Hârûn’un
söyledikleri vahiy üzerinde araştırmalar yaptılar ve üzerinde düşündüler. İçten-içe
söylenenlerin doğru olduğunu anladıkları hâlde zekâları yetmedi îmâna. Gönüllerinin
tatmin olması için bir görüntü gerekiyordu, o da mûcize ile gerçekleşti. Mûcize
kâlplerini etkiledi ve îmâna ulaştırdı onları. Sürekli akıl üzerinde oldukları
için olağan-üstü bir durum onları bir-anda îmâna ulaştırmaya yetti. Akıllı
oldukları için akılsızlar gibi “üstün bir sihirbazlık bu” demediler. Onun sihir
olmadığını hemen anladılar zîrâ. Açıklayamadıkları şey başka bir şeydi ve ancak
üstün bir kudret ile alâkalı olabileceğini anladılar onun. Dolayısı ile hemen
secdeye kapandılar.
İşte îmâna ulaşmak böyle bir süreçle olur ancak.
Îmâna ulaşan yerinde duramaz. Harekete-amele geçmek için sabırsızlanır durur.
Bu rûh-idrâk kavranılmadıkça kişide bulunan şey îman değil, inançtır. Çünkü
akıl ancak inanca ulaşabilir, îmâna değil. Fakat îmâna ulaşmak için inançtan ve
akıldan yola çıkmak gereklidir. O rûhu idrâk etme süreci böyle işler. Kur’ân bu
nedenle: Yâ eyyuhellezîne âmenû âminû billâh. “Ey îman edenler îman edin” der.
Yâni “ey gerçek îmâna ulaşmamış olduğu için eyleme-amele geçemeyenler!, îmân
edin de İslâm’i bir eylemde-amelde bulunun” demek ister.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder