“Gerçek
mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye
düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde
doğru olanlar onlardır” (Hucurât
15).
Başlıkta da söylendiği gibi; bir îmandan bahsetmiyoruz.
Îmânın eğretisi olmaz çünkü. Biz bir “inanç”tan bahsediyoruz ki bu inanç da çok
güçlü olan bir inanç değildir. Bu nedenle de eğretidir. Eğreti inançların ise
îmâna dönüşmesi çok zordur ve zamanla daha zor hattâ imkânsız hâle gelebilir.
Çünkü zâten eğreti inançlar zamanla-târihle birlikte hareket ettikleri için
eğretileşmiştir ve ciddiyetini kaybetmiştir. Eğreti inançlar “sözde inançlar”dır.
Üst-kimlik değildir, kültürel kimliktirler. İnandığı gibi yaşamanın değil,
yaşadığı gibi inanmanın bir sonucudurlar ve bu yüzden bu inançların bir sınırı
vardır. Öyle bir yere gelinir ki oradan ileriye bir daha atılmaz. Zîrâ orası
bir adım daha atılınca “yanılacak” yerdir. Eğreti inanç-sâhipleri bu noktayı ne
kadar da iyi bilirler. Öyle ki bu noktadan bir adım daha ilerisine gitmemek
için eğreti inançlarına paralel yeni inançlar eklerler. Yâni tek-başına iknâ
etmez inançları onları.
Eğreti inançlıların ilk baştaki belirtileri, inanç
noktasında eylemi-ameli olmayan işlerle uğraşmalarıdır. Hiç-bir bedeli olmayan
ve oturulup durulan yerde yapılan etkinliklerle inançlarının gereğini
yaptıklarını düşünürler. İnançlarının basit amellerini bile yapmakta
zorlanırlar. Bir inanışın samîmi ve ciddî olup-olmadığının delîli eylemle belli
olur. Eylemi olmayanın samîmiyeti-ciddiyeti de yok demektir. Kur’ân’da bu durum
şu şekilde kınanır:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Hikmet Ertürk:
“Müslüman, tüm benliği ile Allah’a teslim olan kişidir. Müslüman olmanın
şartı ise öncelikle bizleri Allah’tan uzaklaştıran her-şeye “Lâ” (hayır) demek,
ve “illallah” doğrultusunda O’ndan başka tüm ilahları reddetmektir. Hayâtın her
alanında Hz. Peygamber’i (s) örnek almak ise bu kutlu kelimeyi tamamlayan
yegâne unsurdur (Muhammedur resûlullah). Çocukluk çağlarından îtibâren âilemizden
ve toplumdan aldığımız câhili değerlerin kâlbimizde yer ettiği, yadsınamaz bir
gerçektir. Dolayısıyla kâlbimizde yer eden câhili değerleri aslolan değerlerle
değiştirmek zorundayız. Zîrâ câhiliyeden kalma sevgi, korku, dostluk,
arkadaşlık ve dünyâ-hayâtına bağımlılık gibi bir-takım anlayışları kâlbimizden
çıkarmaksızın İslâm’ı yaşamaya kalkışmak bizleri garip bir müslüman şahsiyete
dönüştürecektir. Bu durumda sâhip olduğumuz inanç, üzerimizde askılıktaki içi
boş elbise gibi duracaktır. Hem Allah’tan hem de hakîkati inkâr edenlerden
korkan, hem Allah’ı hem kâfirleri seven, kafası karışık, garip bir müslüman
tipi.. Bu durumda karşıt değerlerin kâlbimizde oluşturduğu bir ortaklık yâni
şirk söz-konusudur. O hâlde hâl ve hareketlerimizin “illâllah” (yalnızca Allah
için) olabilmesi, kâlbimizde oluşturduğumuz iyi-kötü ortaklığına “Lâ ilâhe”
(Hayır) diyerek şirke son vermekle mümkündür” der.
Eğreti inanç-sâhipleri mevcut inanış şekilleriyle
şirkten kurtulamamış durumdadırlar. Eğreti inançtan gerçek îmâna ulaşmak için
ödenmesi gereken bedel çok zor gelir onlara. Dîn ile ucundan-kıyısından
ilgilenirler. Fakat şirkten kurtulmadan ve gerekirse bedeli ödenmemiş olan
inancın çok da bir değeri yoktur ve o inanç-merkezinde yapılan bâzı iyi gibi
görünen işler de boşa çıkar:
“De ki: Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların,
dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş
yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr
edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar
için bir tartı tutmayacağız” (Kehf
103-105).
Peygamberimiz şöyle der: “(Allah’a) Şirk/ortak koşan
bir müşrik, müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına
katılmadıkça Allah, onun hiç-bir amelini kabûl etmez” (İbn Mâce, Hudûd 2, Hadis
No: 2536; Nesâî, Zekât 73, Hadis No: 2558).
Eğreti inanç-sâhipleri, Kur’ân’ın da çok küçük bir bölümü
ile ilgilenirler ve diğer âyetleri -ki bu âyetler bedel ödemeyi emreden ve
öğütleyen âyetlerdir- göz-ardı ederler. Hattâ bâzen bu ayetlere karşı cüretkâr
çıkışlar bile yaparlar. Kur’ân bu durumu ağır bir şekilde kınar:
“..Yoksa
siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
“Dîni din edinmek” ile “inancı din edinmek” arasında
fark vardır. İnancı din edinmek bir yaraya merhem olmaz ve bâzen bu yarayı daha
da derinleştirir. Dîni din edinmek ise, Dünyâ’dan nasibini unutmadan âhiret
yurdunu aramayı gerektirir. Tabi bu durum, bi-ince “Dünyâ’yı ıskalamak” demek
olduğundan, eğreti inanç-sâhiplerini sıkıntıya sokar. Çünkü onlar bir inanca
sâhip olmalarına rağmen Dünyâ’dan vazgeçemezler ve Dünyâ’yı da cennet gibi
yaşamak isterler. Eleştiri-îtiraz-isyan ve amel-eylem ile ilgili konuları konuşmaktan
bile sıkılırlar bu yüzden ve konuyu hemen değiştirmek isterler. Hele ki
savaştan bahsetmeyin.. yüzlerinin rengi atabilir. Tabâ ki savaş zor bir iştir
fakat bu, îmanları kâlplerinde yer etmiş olanlar için bir dereceden sonra sorun
olmaz. Bilirler ki bunu Allah emretmiştir. Bu nedenle sonu iyi olacaktır:
“Savaş,
hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için
bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).
“Kendilerine
kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe îman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün
haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle,
küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın” (Tevbe 29).
Lâilâhe illallah sözünün ne mânâ ifâde ettiğini iyi
bilmek gerekir. Bu söz sâdece kültürel bir ifâde değildir. Bunu söylemekle ve
kabûl etmekle neleri kabûl ettiğinin farkında değil müslümanların çoğu.
Modern müslüman cennette yaşadığını zannediyor yada
cennetteymiş gibi yaşamak istiyor. Hem de Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde müslüman
kardeşlerine zulmedilirken; mü’min bacılarına tecâvüz edilirken; bebekler-çocuklar
ölürken ve yetim-öksüz kalırken. Eğreti inanç sâhipleri, mevcut modern ve sûni
cennete o kadar kaptırmışlar ki kendilerini, şimdiden cennette olduğuna göre,
ileride de cennete gideceğine garanti gözüyle bakıyorlar. Firavun gibi yaşayıp
Mûsâ gibi bir âkıbet bekliyorlar ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
yanına kuruluvermeyi umuyorlar. Bunu istemesi ve umması kötü değil tabî ki.
Fakat bir kuru ekmeğin bile bir bedeli varken bu istekleri için bir bedel
ödemeyi istemiyorlar ve hattâ bir gayret göstermekten de imtinâ ediyolar. Cennet
o kadar ucuz mu ki?.
Genelde namaz-oruç-zekat olmak üzere dînin amelî-ibâdet
yönü ağır gelir eğreti inanç-sâhiplerinin çoğuna. Bu konularda sürekli yorum
yaparlar ve ötelemek-ertelemek isterler ameli. Kur’ân bunu şöyle belirtir:
“Sabır ve
namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır
(bir yük)dır” (Bakara 45).
Eğreti inanç-sâhipleri mevcut durumları nedeniyle
topluma da kötü örnek olurlar ve toplumda inanç noktasında eğretilik
yaygınlaşır. Tembellik, korkaklık, uyuşukluk vs. yaygınlaşarak din hâline
gelir. Etliye-sütlüye karışmamak îtikad olur artık.
Eğreti inanç-sâhipleri, inandıkları hakkında pek
bilgili de değildirler. Biraz da “bilmemek”tir zâten inançlarını eğreti yapan.
İnandığınız şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç körü-körüne olan bir
inançtır. Bilmenin zirvesi îmandır. O îman eyleme ve nihâyet cennete kadar
götürür kişiyi. Allah’a, âhirete, gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna
aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş bir-sürü cümle kurulabilir ve zamanla
-Allah muhâfaza- eğreti inanca düşülebilir. Şeytanın fısıltısı bitmez bu
konuda. Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman
ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız.
Îman ile eğreti inançlar aynı değildir. Îman
etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir.
Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında bir sorun var
demektir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îman, pasif bir kabûlden ibâret değildir. Îman,
riske girmektir. Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur.
“Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir.
Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri
çözecek formüle sâhiptir. İslâm hatır-gönül dîni değil, îman ve eylem dînidir.
Başta müslümanlar olmak üzere mazlumların
mazlûmiyetinin ve zâlimlerin sömürüsünün olmasının ve devâm etmesinin nedeni;
bu kötü durumun panzehiri olan sağlam îmânın inanca düşmesi-dönüşmesi ve sonra
inancın da eğretileşmesidir. Bu eğretilikten ancak, yeniden îmâna dönmekle
kurtulabiliriz
Her yana eğilebilen ve “araziye uyma”yı mârifet bilen
eğreti inançların dönüştürücü bir gücü yoktur. Eğreti inanç ancak mezara kadar
götürebilir kişiyi, fakat ondan sonrası (âhiret) çok zorlu olabilir. Ancak îman
ile cennetin bir şûbesi olur Dünyâ ve ancak îman -Allah’ın izni ile- cennete
çıkarır mü’mini.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder