“Aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma!. Allah’ın sana
indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer
(Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak
günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların bir-çoğu
da zâten fâsıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar câhiliyye
(İslâm-dışı) yönetim mi istiyorlar?. İyi anlayan bir topluma göre hükmü
bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Mâide 49-50).
Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve insanların ortaya
çıkardığı zorluklar olmasa bile doğal olan zorluklar her zaman vâr olmuştur ve
bundan sonra da vâr olmaya devâm edecektir. Zâten aksi kıyâmet olurdu. Bu
zorluklar bizim için aynı-zamanda nîmettir de. Güneş’in sıcaklığı bir zorluktur
fakat Güneş bir nîmet ve rahmettir. Su, rüzgâr, toprak, dağ, taş, deniz,
hayvan, bitki vs. her-şey bizim için hem bir zorluğu içerir, hem de bizim için
olmazsa-olmaz bir rahmettir. İnsanlık târihine baktığımızda, genelde sürekli
olarak doğal zorluklardan başka, insanların ortaya çıkarmış olduğu zorluklarla
uğraşıldığı görülür. Bu zorluklar mecbûri değildir ve Allah’tan gelmez. Zîrâ
dediğimiz gibi; Allah’ın yaratmasında asıl olan rahmettir ve doğal zorluklar
bile bizi hem inşâ edip insan kılar, hem de o zorluklar “doğal” olduğundan,
içinde nîmeti ve zevki de taşır. Zorlanarak yapılan işin arkasından dinlenmek
ne kadar da hoştur. Bir zorluğun üstesinden gelmenin mutluluğu.. Yâni Allah’ın
yaratmasında kötülük yoktur. Doğal olmayan zorluklar ise kendi ellerimizin
yaptıkları nedeniyledir:
“Sana
iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da
kendindendir…” (Nîsâ 79).
“Size
isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,)
Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).
İşte; insanların ortaya çıkardığı zorluklar
olmadığında, Dünyâ çok daha güzel ve hoş bir şekilde yaşanacak ve bu
zorluklarla uğraşılmadığından, insanların insânî yönleri çok daha fazla açığa
çıkacak ve mutlu-huzurlu bir hayat yaşanacaktır. Üstelik ne devlet halka, ne de
halk devlete düşmanlık yapmayacak, böylece Dünyâ cennetin bir şûbesi olacaktır.
Zâten İslâm’ın amacı ve vahyin gönderiliş sebebi, yeryüzünde de aynen göklerde
olduğu gibi bir düzen kurulmasıdır. Böyle bir düzen kurulduğunda göklerin
âhengi yeryüzüne de yansıyacaktır. Allah bu amacı gerçekleştirmek için insanlar
arasından seçtiği birine peygamberlik vermiş ve ona vahyetmiştir. Bu vahye tam
anlamıyla uyulduğunda ve Peygamber örnekliği tâkip edildiğinde, kaos yok
olacak, Dünyâ’da da göklerdeki gibi bir düzen kurularak insanlar mutlu-huzurlu
yaşayabileceklerdir. İşte bu nedenle bu düzenin olması için olmazsa-olmaz şart
İslâm Devleti’dir. İslâm Devleti vâr olduğu müddetçe bu düzen sürüp gidecek, İslâm
Devleti olmadığındaysa yeniden zorluklar başlayacak ve Dünyâ bir kaos ortamına
dönüşecektir. O hâlde İslâm Devleti’nin olmaması felâketlerin başlangıcıdır.
Bir devletin yozlaşmamasının ve uzun süre sağlam
durabilmesinin yolu, yönetiminin İslâm’i olması ve devletin liyâkatli-ehliyetli
kişiler tarafından yönetilmesidir. Toplumda ille de oligarşik yönetim
biçimlerinin değil, alttan gelen iyi yetişmiş ahlâklı kişilerin yönetimin
başına geçmesi-geçirilmesi önemlidir. Sürekli olarak alttan gelenler olunca, onlar
da tâze heyecanlarıyla devleti canlı tutarak devâm ettirebileceklerdir. Zîrâ bu
kişiler henüz modern etkilere mâruz kalmamışlardır ve buna ancak hayatlarının
sonunda mâruz kalabileceklerinden, modern etkiler onları sarsmayacaktır.
İslâm Devleti cennetin bir şûbesi gibi olabilir, yâni
“cennet gibi” olabilir deyim olarak. Fakat kesinlikle cennet olamaz. Aksi-hâlde
Dünyâ, imtihan dünyâsı olmaktan çıkardı. Peygamberimizin; “Devletle cennet
birleştirilemez” dediği bir hadisinden bahsedilir. Peki İslâm Devleti olduğunda
ne olur, olmadığında ne olur?...
İslâm Devleti olduğu müddetçe işler yolunda gidecek,
İslâm Devleti olmadığındaysa her çeşit karışıklık ayyuka çıkacaktır.
İslâm Devleti
olmadığında “millî devletçikler” olur. Yâni
İslâm ile birlikte millî devletçikler olmuyor, ancak İslâm Devleti olmadığında
ortaya çıkıyor bu millî devletçikler.
İslâm Devleti olmadığında yaratmak Allah’a âit olsa
da emretmek ona âit olmaz. Oysa Kur’ân’da şöyle denir:
“Gerçekten
Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istivâ eden Allah’tır.
Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay’a ve
yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir
de (yalnızca) O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).
İslâm Devleti olmadığında müslümanlar(!) devletin
başı ve yöneticileri de olsa gayr-ı İslâmî sistem yürürlükten kalkmaz. O hâlde
İslâm Devleti olmadığında şirk sistemini yürütenler müslümanların bizzat
kendileri olacaktır.
İslâm Devleti olmadığında Allah’ın sözü-hükümleri
geri plâna atılır ve hattâ iptâl edilirken, şeytanın-tâğutların-küfrün hükümleri
ilk plâna alınır ve hâkim olur. Hâlbuki Allah kendi sözünün ilk plânda olmasını
ister:
“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
İslâm Devleti olmadığında “demokrasi devleti” olur. Demokrasi,
doğrunun “çok olan”ın dediği gibi olduğunu, üstünlüğün mal ve mevkide olduğuna
inananların sistemidir.
İslâm Devleti olmadığında adâletsizliğin diğer adı
olan lâiklik ortaya çıkar. Çünkü lâiklik, işe Allah’ı-dîni-İslâm’ı karıştırmaz.
İslâm’ı karıştırmadığı için, adâleti karıştırmamış olacaktır. Zîrâ adâlet
İslâm’dan neş’et eder. Yâni İslâm Devleti olmadığında lâik devlet olacak ve bu
devlet halkın büyük kesimi için dert olurken, küçük bir azınlık için mutluluk
kaynağı hâline gelecektir. Bilinçsiz orta kesim (orta direk) olanlar da mutlu
azınlık için paratoner işlevi göreceklerdir.
İslâm Devleti olmadığında, müslümanların yaşadığı
devletler, tâğutların hüküm sürdüğü “büyük” devletler tarafından şamar-oğlanına
çevrilecektir. Şeytan tâğutlara fısıldadığında ve büyük devletler bir çıkar
sevdâsına düştüklerinde, müslümanların yaşadığı parçalanmış küçük devletlere
akın edecek ve onları yağmalayacaklardır. Bu devletler onlara hiç-bir ses çıkar(a)mayacak
ve biraz da bu ezikliğin ve onursuzluğun etkisiyle, onların yaptıklarını
övebileceklerdir. Böylece utanç verici bir duruma düşeceklerdir. Çünkü İslâm
Devleti olmadığında bu devletler büyük devletlerin ideolojileri ile
yönetildiklerinden onlara kul-köle olacaklar yada olmaya devâm
edebileceklerdir.
İslâm Devleti olmadığında, insanların
yiyip-içtikleri-giydikleri, eşyâları, hayvanları, ekinleri ve çoluk-çocuğu
fıtrata aykırı olarak değişecek ve ifsâd olacaktır. Çünkü İslâm Devleti
olmadığında tâğutların devletleri olacaktır ve tâğutlar iş-başına geçtiklerinde
nesli ve ekini mahvedeceklerdir:
“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise,
bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
İslâm Devleti olmadığında insanlar her ne kadar
“tahsil” yapsalar da, cehâletten kurtulamazlar. Zîrâ bir, “kendini kaybetme
hâli” içine düşerler ve bu şekilde yaşarlar. İslâm Devleti olmadığında toplumda
ağır bir düzensizlik olur. Hiç-bir şekilde fıtrata-doğaya yâni İslâm’a uygun
bir işleri ve işleyişleri olmaz. Yeme-içme-giyinmeleri değişir; yatma-kalkma
zamanları farklılaşır; düşünceleri ve konuşmaları başkalaşır; saygı-sevgi
kalmaz; güven sıfırlanır ve korkak-tembel-pısırık-ukalâ-terbiyesiz insanlar
çıkar ortaya. Evlenmeler gecikir ve hattâ hiç olmaz, evlenmeler zorlaşırken
boşanmalar çok kolaylaşır; insanlar hiç-bir şeyden tatmin olamadıklarından
şeytanın pençesine düşerek çirkefçe işler yapmaya başlarlar; en olmadık şeyler
normâlleşir. İnsanlar kadın-erkek evden uzaklaşmaya başlarlar. Bunun “fıtrî
intikâmı”; ev-dışında doğmak ve ev-dışında ölmek (hastâne) olarak
görülür. Âileler dağılır, çekirdek âileye dönüşür ve hattâ daha sonra da
bireylere kadar parçalanma devâm eder. Birey de kendi içinde çeşitli
parçalanmalar yaşar ve parçalanmanın sonu bir-türlü gelmek bilmez.
İslâm Devleti olmadığında Dünyâ bir savaş alanıdır.
Çok silaha sâhip olanlar az silaha sâhip olanlara sürekli olarak saldırır.
İnsanların büyük çoğunluğu mazlûmiyet içinde berbat bir hayat yaşar, tabi buna “yaşamak”
denilirse.
İslâm Devleti olmadığında, birileri tokluktan
ölürken, yâni yiyip içmekten dolayı ölürken; diğer kısım yiyip-içememekten
dolayı ölür. Açlıktan ölür, susuzluktan ölür. Açlığa bağlı hastalıklar çoğalır
ve çok verimli topraklarda yaşamalarına rağmen aç-sefil bir hayat sürerler,
daha doğrusu bir hayat yaşayamazlar.
İslâm Devleti olmadığında, halkın savaşıp can vererek
kazandığı topraklarda tâğutların şerefsiz yalakaları hüküm sürer. Onlar hem tâğutları
hem de kendilerini beslerler bu yolla. Halk bu şerefsizlerden sürekli olarak
ihânet görür. Bunlar yüzünden devlet ve halk bir-türlü toparlanıp güçlenemez.
İslâm Devleti olmadığında sosyâl adâletsizlik ayyuka
çıkar. Birileri hiç çalışıp-çabalamadan malı götürürken, halkın büyük kısmı
canı çıkarcasına çalışmasına rağmen ay sonunu ya zor getirir yada getiremez de
borca girer ve sürekli borç içinde yaşar. Bu durum borçlu kişiyi esir alır.
Artık bu kişi borcuna göre bir hayat yaşadığı için özgür olamaz ve köle
durumuna düşer.
İslâm Devleti olmadığında din bozulur ve değişir.
Hakîki vahiy-merkezli din yerine, uydurma zırvalıklar din olarak kabûl edilir.
“İndirilmiş din” sindirilirken, “uydurulmuş din” aşırı desteklenerek öne
çıkarılır. Fakat bu uydurulmuş dinden hiç-bir zaman bir hayır çıkmaz ve de
zâten bu dîni uyduranlar ve destekleyenler, bu uydurma dîni din için değil,
nefs için yapmışlardır-yapmaktadırlar. Bu durum uzun zamanlar böyle sürüp
gidince, uydurma dînin taraftarları uydurulmuş dîni hakîki din zannederek bu
dîni koşulsuz olarak kabûl etmeye başlarlar ve “hak din” yerine bâtıl bir din peydâh
olur. Dîne karşı bir din çıkar ortaya. Dîne karşı ortaya çıkan bu din ve
dinlerin en birinci hedefi, halkı câhil bırakmaktır.
İslâm Devleti’nin olduğu yerde, cemaat-târikat-mezhep
vs. olmaz. Çünkü bunlar, “gerçek bir İslâm”ın yaşanmadığı ve İslâm devletinin olmadığı
yerlerde ortaya çıkarlar. Bu oluşumların ortaya çıkış sebebi; İslâm-Kur’ân
bilincinin olmaması ve bu bağlamda bir İslâm Devleti’nin yokluğudur. İslâm’da
devlet içinde devlet olmaz. Kur’ân/sünnet-merkezli bir İslâm bilinci ve İslâm Devleti,
dînin bizâtihi uygulayıcısı olduğundan, diğerlerine ihtiyaç olmaz.
Peygamberimiz döneminde bu tarz oluşumların ortaya çıkmamış olmasının nedeni,
İslâm’ın en ideâl bir şekilde hayatın tam ortasında yaşanıyor oluşu idi.
İslâm Devleti olmadığında, üstte söylediklerimiz
ortaya çıkacağından; merhâmetli-vicdanlı-azimli-vefâkâr-gadan alan-cömert-cesâretli-dirâyetli-akıllı-sâdık-delikanlı
insanlar ve toplumlar yerine;
korkak-pısırık-tembel-câhil-açgözlü-kibirli-fesat-cimri-müsrif-kıskanç-nankör-hâin-şerefsiz
insanlar ve toplumlar çıkar ortaya.
İslâm Devleti olmadığında sürekli darbe yada darbe
girişimi olur. Tâğutlar devletleri darbelerle sömürür ve yönetirler.
İstedikleri kişileri darbelerden sonra başa geçirirler ve artık o ülke ve
devlet, darbeci tâğutların güdümüne girer. İslâm Devleti’nde ise kendi içinde
bir darbe girişimi olmaz. 20. yüzyılın başlarına kadar İslâm ülkelerinde bir
devrim olmamıştır. Zîrâ müslümanlar devrimi kime ve ne için yapacaklardı ki?.
Zâten bir İslâm Devleti ve Kur’ân-merkezli yada en azından vahye aykırı olmayan
kânunlarla yönetilen devlet(ler) vardır. İslâm Devleti olduğunda devrime gerek
yoktur. İsyân olsa da devrim olmaz.
Evet; İslâm Devleti’nin olmaması bir felâkettir ve
olası felâketler saydıklarımızın çok üstünde ve sayıda gerçekleşir.
Müslümanlar İslâm Devleti’ni bir “amaç” olarak değil,
hakîkatin ortaya konmasında bir “araç” olarak kullanacaklardır. Bu araç tabî ki
de çok önemli ve olmazsa-olmaz bir araçtır. Bu aracı kullanacak olanlar,
müslümanlar içindeki mazlum ve sâlih kullar olacaktır. Allah sâlih kullara, tüm
zamanlarda olduğu gibi İslâm Devleti vaâd etmiştir:
“Andolsun,
biz Zikir’den sonra Zebur’da da: ‘Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır’
diye yazdık” (Enbiyâ 105).
“Biz ise,
yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak
ve mîrasçılar kılmak istiyoruz”
(Kasas 5).
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder