11 Eylül 2016 Pazar

Bilgi ve Bilinç



“Kör olanla (basîretle) gören bir değildir” (Fâtır 19).

Bilgi: “İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütününe verilen ad, malûmat. Öğrenme, araştırma veya gözlem-yolu ile elde edilen gerçek, malûmat, vukuf” (TDK).

Bilinç: “İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur. Algı ve bilgilerin zihinde (ve de kâlpte H.G.) duru ve aydınlık olarak izlenme süreci, şuur” (TDK).

Bilinç-şuur, “basîretli görüş”tür, takvâdır. Bilinçsiz bilgide ise “basîret” yoktur. Bir şeyin ayrıntıları görülür ve bilinir fakat onun arka-plânındaki hakîkat, bilince dönüşmemiş salt bilgi ile görülemez. Bilgi, bir şeyin sâdece bilgisidir, kendisi değil. Kendisi olması için bilgiden sonra bilinç de olması gerekir ki bilgiden murâd da zâten kişiyi bilince ulaştırmasıdır. Dünyâ’nın şu-andaki hâl-i pür melâlinin nedeni, aşırı bir bilgi ve mâlûmât olmasına rağmen bilinçten mahrum insanların çok fazlalaşmasıdır. Bilgide kalınıyor ve bilince geçilemiyor. Bilince geçilemediği için amele-eyleme hiç geçilemiyor. Zîrâ bilince geçmek için bir “adanma” gerekiyor. Bu adanma biraz da “Dünyâ’yı ıskalamak” anlamına geldiği için pek de tâlibi olmuyor. Çünkü âhirete îman azalmıştır ve “Dünyâ’dan vazgeçme”nin, “âhireti kazanmak” demek olduğu düşüncesi geçerliliğini kaybetmiş durumdadır.

Bilgili olmak, “bilgi-sâhibi olmak” demekken; bilinçli-şuurlu olmak, “takvâlı olmak” demektir. Takvâ, “sorumluluk sâhibi olmak”, bu “sorumluluktan dolayı sakınmak, korkmak (haşyet)” demektir. Bilinçli olanlar ancak, bu sorumluluğa sâhip olurlar. Bu sorumluluk, kişiyi bilinçli yapar. Çünkü bilgi kişisel-bireysel-bencil iken ve sâdece Dünyâ ile alâkalı iken; bilinç, hem Dünyâ ile hem de âhiretle ilgilidir ve tüm toplumu gözetir. Farklılığı ve üstünlüğü buradan gelir. Bilgi-sâhibi bir sorumluluk hissetmez iken, bilinç-sâhipleri sürekli iliklerinde hissederler o sorumluluğu. Çünkü bilinç-sâhipleri sâdece zihinle değil, kâlp ile meşgûldürler ve kâlbi sürekli beslemektedirler ibâdetlerle ve İslâmî amel ve eylemlerle. Namaz, bilinci hem açığa çıkarır, hem de diri tutar. Mü’minler sürekli olarak Allah’ın huzûrunda durarak O’na; “sâdece Senden yardım isteyeceğim” diyerek bilince ererler ve bu bilinci diri tutarlar. Bilinç zâten onları bir zaman sonra da amel-eyleme yönlendirir.

Kur’ân sürekli olarak “şuuruna varmazlar”, “akletmezler” diyerek eleştirir günahkârları. Bu kişiler arasında bilgili ve hattâ aşırı bilgili kişiler de vardır. Amr bin Hişam, aşırı bilgili bir kişiydi ve insanlar ona Ebul Hikem, yâni “hikmetin (bilgeliğin) babası” diyorlardı. Fakat müslümanlar ona Ebu Cehil=Cehâletin babası demişlerdir. Çünkü Ebu Cehil, çok bilgili de olsa “kendisini” bilmiyordu, yâni bilinçli değildi. Zîrâ kendini Allah’a değil, putlara ve mevcut sisteme adamıştı. Adamayı yanlış yapmıştı. Zâten bir insan kendini Allah’a adamazsa mutlakâ başka birine yada başka bir şeye adar.

Allah, şuursuz olanları cezâlandıracağını söyler Kur’ân’da. Aslında şuursuzluğun Dünyâ’daki cezâsı şuursuz olarak kalmaktır. Kişi şuurlu olmazsa Allah da onu şuursuz bırakır. Âhirette ise şuursuzluktan dolayı yaptıklarının ve yapmadıklarının cezâsını çeker. Azâba müstehak olanlar bilgili de olsa bilinçsiz-şuursuz olanlardır. Zîrâ bilgi, insanı kötülüklerden uzaklaştırmıyor ama şuur-bilinç uzaklaştırıyor ve onu amele-eyleme geçirerek sevâbın zirvesine taşıyor.

Tabi bilgi arttıkça bilinçlenme de ortaya çıkar ve bilinç artar. Rolan Mousnier:

“Bilincimizdeki ilerleme, bilgimizdeki ilerlemeyle değişir” der.

Bilince ulaşmanın yolu bilgidir fakat bu, bilince ulaşmada tek yol değildir. Çünkü o bilgi “aşırı bilgi” olarak ortaya çıksa da bilinç yine olmayabilir. Bilinci kazandıran şey başka bir şeydir. Mânevi olan şeydir. Maddî değildir. Zîrâ maddede bilinç-şuur yoktur. Bu nedenle de bilgi kişiye bilgi verir ama bilinç vermez. Bilince bilgiden başka, sabır ve namazla, ibâdetlerle, vazgeçmek ile, sebat etmekle, paylaşmakla, edip-eylemekle, malını vermekle, cihad ile, savaşmakla erilir. Oturulup durulan yerde bilgiye erişilse bile bilince erişilemez. Eğer oturulup durulan yerde bilince de erişilebilseydi, bilinç, kişiyi mutlakâ amele-eyleme sevk edeceğinden dolayı, “oturan” kimse olmazdı. Bu nedenle Allah, oturanlarla cihad edenleri bir görmez ve cihad edenleri oturanlara üstün kılar:

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

Bilgi oturtur ve oturduğu yere mıhlar kişiyi; bilinç ise yerinde durdurmaz ona sâhip olanı.

Bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Bilinç bilincin bilgisi değildir, kendisidir. Bilinç, bilginin gerçeğidir. Bilince erilmedikçe bilgi sanal ve geçici olmaktan kurtulamaz ve gerçekliğe dönüşemez.

Bilgi ile bilinç karıştırılıyor. Biz Peygamberden bile daha bilgili olabiliriz ama bu çok da önemli değildir. Önemli olan bilinçtir ve biz Peygamberden daha bilinçli olamayız. Allah bize çok bilgili olan Ebu Cehil’i değil, âlemlere rahmet bilinç-sâhibi Peygamberimiz’i örnek edinmemizi söyleyerek bilinci bilginin önüne geçirmiştir.

Dünyâ, bilgi ile değil, bilinç ile insanca yaşanan bir yere dönebilir ancak. Bilim de insanlığa gerçek anlamda bir yarar sağlayamaz ve de sağlamamıştır-sağlamamaktadır. Işık-hızını bilmenin insanlığa nasıl bir katkısı olacak ki?. Işığın hızını bilmek değil, ışığın Allah’tan olduğunu bilmek olumlu katkı yapar insanlığa. Işığın hızını ve daha bir-çok bilimsel bilgi-sâhibi olanların Dünyâ’yı getirdiği hâle baksanıza!. Suyun, formûl olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur.
O kadar bilgi işe yaramıyor. Neden?. Çünkü bilince dönüşmemiştir. Hiç-bir bilgi bilince dönmedikçe gerçek anlamda işe yaramaz. Hattâ yapıcı değil yıkıcı olur. Hâlbuki bilinç-sâhibi olanlar ayrıntılı bilgiye ulaşan bilinç ile Dünya’yı bir barış yurduna çevirebiliyorlar. Bilgi eylemden üstün tutulduğunda bu sonuca varılır tabi. Hakkın yolunda gidenler, o yolda sâdece bilgileri değil, eylemleri ile gittiler. Eylem ise bilginin değil, bilincin bir sonucudur.

Kur’ân’ın sâdece bilgisine sâhip olmak da bir çözüm ortaya koymuyor. Belki de çözümsüzlük ortaya koyuyor. Kur’ân’ı nicelik olarak Peygamber’den ve sahabeden daha çok bilenler ne yapıyor?. Şeytanın ve tâğutun kuyruğuna takılıyorlar ve onlara alan açarak “kulluk” yapıyorlar. Hâlbuki nitelikli bilgiye sâhip olanlar, tâğûti sistemleri yıkmak için gelmişlerdi. Modern zamanda yaşayan bizler Kur’ân hakkında mâlûmat olarak Peygamber’den ve sahabeden nicelik olarak daha fazla bilgiye sâhip olabiliriz belki ama fazla bir bilgiye sâhip oluyoruz da ne oluyor?. Ona bakarsanız lânetli şeytan çok daha fazla bir bilgiye sâhiptir. Fakat bilgiye sâhip olmasına rağmen bilince sâhip olmadığı için Allah’ın emrini dinlemedi de kendi bilgisi ile bir kıyaslama yaptı ve emre itaat etmeyip ebedî cehennemlik oldu. Bilgiye şeytan gibi sâhip olup da işin gereğini yapmamak şeytanlaşmaktır. O hâlde önemli olan bilinçtir. Amele-eyleme sevk-eden bilinç.  

Bilmek “yapmamak” iken, bilinç “yapmak”tır. Kişiyi ıslah eden bilgi değil bilinçtir. Hz. Ali: “Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.

Peygamberler ve onların tâbileri olanlar çok fazla bilgi-sâhibi olmasalar da çok fazla bilinç-sâhibi idiler ve her-şeyden önemlisi delikanlıydılar. Hiç-bir bilgi, delikanlılığa ulaştırmaz. İnsan, bilgisi ile Allah için ölmeyi göze alamaz ama bilinç-sâhibi olanlar için amaç Allah yolunda olmak ve ölmektir.

Tabî ki eğitim de önemlidir fakat salt eğitim-merkezli bir din değildir İslâm, mücâhede ve mücâdele dînidir. Zîrâ bu, kişiyi daha “yeterli” kılar. Malcom X için şunlar söylenir:

“Malcolm, eğitim görmemişti ve herhangi bir konuda uzman değildi. Ama samîmi idi. Ve bu samîmiyet, onu bu mücâdelede yeterli kılıyordu. Malcolm’un adâlet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik için verdiği mücâdele, onun şehâdetiyle yeni bir boyut kazanır. Malcolm çok iyi bir hatipti. Ama şehâdeti ile gerçekleştirdiği hitâp, hayattayken gerçekleştirdiği hitaptan çok daha yaygın ve etkili olacaktı”.

İslâm, tüm insanları “allâme” yapmaya gelmiş bir din değildir. Bilgili insandan ziyâde bilinçli insan ister Allah. Bilince giden yol ille de bilgiden geçmez. O “davranışla” alâkalıdır. Nice “bilgisizler” vardır ki şahsiyet sâhibi iken, nice “bilgililer” de vardır ki şerefsizin önde gidenleridirler.

Kitap orada duruyor zâten. Onu ezberlemenin ne mânâsı var?. Gerekirse açılıp bakılır. Fakat eylem yapılmadığında onun telâfisi olmaz. Eylemin kazası olmaz. Seyyid Kutup “Yoldaki İşâretler”de:

“İlk dönemin örnek nesli Kur’ân’a kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yaklaşmazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat-tarzının nasıl olması gerektiği hakkında ve Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’ân’ı ele alırlardı. Söz-konusu emri de, savaş alanında aldığı emri derhâl uygulayan bir ordu gibi, duyar-duymaz tatbik üzre alırlardı. Bu şuur, ‘uygulamak üzere öğrenme’ şuuru-bilincidir” der.

Hiç şüphesiz Kur’ân, hazînelerini ona ancak bu şuurla yaklaşanlara açar:

“Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona îman edenler bunlardır. Kim onu inkâr ederse, artık onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir” (Bakara 121).

Mehmet Pamak:

“Evet onlar, o ilk Kur’ân nesli, Kur’ân’ı haz duymak için, bilgili adam olmak için, fıkıh dağarcığını şişirmek için okumadılar. İlim-adamı olmak, kariyer yapmak, yazar olmak, bilgili adam olup nutuk atmak için okumadılar. Onlar Kur’ân’ı, Kur’ân’ın da Bakara 121’de ifâde ettiği gibi, hakkıyla okudular. Yâni öğüt almak, anlamak ve ‘yaşamak amaçlı’ olarak okudular. Ölüm gelmeden imtihan kitabını, imtihan dünyâsındaki hayâtını bir-an önce Allah’ın emirlerine uydurmak, hayâtına dâir fıkhını öğrenip ona göre yaşamak için okudular” der.

Bilgi, “zamânın bilgisi”dir, bilinç ise zamanlar-üstüdür. Bilgi “günün bilgisi”ni verebilir ancak. Dünyâ’nın gidişâtını, İslâm’ı ancak, modern hayattan etkilenmeden kabûl eden ve eyleme döken mü’minler değiştirebilirler.

Bilgi de önemlidir tabi. Kişiyi bilince ulaştırmada çok yardımcı olur. Bilgi ve bilinç olmadığında olan şey taklit, cehâlet ve komedidir. Bilgi ve bilinçten yoksun olanlar, okunan Kur’ân’ın ne dediğini anlamazlar da, Kur’ân meselâ boşanma hukûkundan bahsederken bile hüngür-hüngür ağlarlar. Bu durum, bilinçten başka bilgiden de yoksun olmanın bir cezâsıdır.

Bilinçli insan yanlışa kaymaktan çok büyük ölçüde korunmuş olan insandır; fakat bilgisini bilince dönüştürememiş olanlar, küçük bir çıkar durumunda bile bâtıla kayabilirler. Ercüment Özkan:

“Bir dönem bir olmuş, berâber hareket etmiş birileri, mevzî değiştirdikten sonra; ‘âbi, biz yine eskisi gibiyiz, seninle farklı düşünmüyoruz, ama n’apalım bize teklif getiriyorlar!’ dediklerinde; Peki, ben de buradayım, bana niye teklif getir(e)miyorlar. Siz, o çitin/bağın etrâfında dolanırsanız, kur yaparsanız elbette size de teklif ederler, bağlama çekerler, bağlarlar” der.

İslâm âlemi, bilgiden sonra bilince geçmedikçe ve bilincin aydınlığında amel ve eylemde bulunmadıkça mazlûmiyetten kurtulamayacak ve zor ve onursuzca bir hayat yaşamaya devâm edecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder