“Kör olanla (basîretle) gören bir değildir” (Fâtır 19).
Bilgi: “İnsan aklının
erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütününe verilen ad, malûmat. Öğrenme,
araştırma veya gözlem-yolu ile elde edilen gerçek, malûmat, vukuf” (TDK).
Bilinç: “İnsanın kendisini
ve çevresini tanıma yeteneği, şuur. Algı ve bilgilerin zihinde (ve de kâlpte
H.G.) duru ve aydınlık olarak izlenme süreci, şuur” (TDK).
Bilinç-şuur, “basîretli
görüş”tür, takvâdır. Bilinçsiz bilgide ise “basîret” yoktur. Bir şeyin ayrıntıları
görülür ve bilinir fakat onun arka-plânındaki hakîkat, bilince dönüşmemiş salt
bilgi ile görülemez. Bilgi, bir şeyin sâdece bilgisidir, kendisi değil. Kendisi
olması için bilgiden sonra bilinç de olması gerekir ki bilgiden murâd da zâten
kişiyi bilince ulaştırmasıdır. Dünyâ’nın şu-andaki hâl-i pür melâlinin nedeni, aşırı
bir bilgi ve mâlûmât olmasına rağmen bilinçten mahrum insanların çok fazlalaşmasıdır.
Bilgide kalınıyor ve bilince geçilemiyor. Bilince geçilemediği için
amele-eyleme hiç geçilemiyor. Zîrâ bilince geçmek için bir “adanma” gerekiyor.
Bu adanma biraz da “Dünyâ’yı ıskalamak” anlamına geldiği için pek de tâlibi
olmuyor. Çünkü âhirete îman azalmıştır ve “Dünyâ’dan vazgeçme”nin, “âhireti
kazanmak” demek olduğu düşüncesi geçerliliğini kaybetmiş durumdadır.
Bilgili olmak, “bilgi-sâhibi
olmak” demekken; bilinçli-şuurlu olmak, “takvâlı olmak” demektir. Takvâ, “sorumluluk
sâhibi olmak”, bu “sorumluluktan dolayı sakınmak, korkmak (haşyet)” demektir. Bilinçli
olanlar ancak, bu sorumluluğa sâhip olurlar. Bu sorumluluk, kişiyi bilinçli
yapar. Çünkü bilgi kişisel-bireysel-bencil iken ve sâdece Dünyâ ile alâkalı
iken; bilinç, hem Dünyâ ile hem de âhiretle ilgilidir ve tüm toplumu gözetir.
Farklılığı ve üstünlüğü buradan gelir. Bilgi-sâhibi bir sorumluluk hissetmez
iken, bilinç-sâhipleri sürekli iliklerinde hissederler o sorumluluğu. Çünkü
bilinç-sâhipleri sâdece zihinle değil, kâlp ile meşgûldürler ve kâlbi sürekli
beslemektedirler ibâdetlerle ve İslâmî amel ve eylemlerle. Namaz, bilinci hem
açığa çıkarır, hem de diri tutar. Mü’minler sürekli olarak Allah’ın huzûrunda
durarak O’na; “sâdece Senden yardım isteyeceğim” diyerek bilince ererler ve bu
bilinci diri tutarlar. Bilinç zâten onları bir zaman sonra da amel-eyleme
yönlendirir.
Kur’ân sürekli olarak “şuuruna
varmazlar”, “akletmezler” diyerek eleştirir günahkârları. Bu kişiler arasında
bilgili ve hattâ aşırı bilgili kişiler de vardır. Amr bin Hişam, aşırı bilgili
bir kişiydi ve insanlar ona Ebul Hikem, yâni “hikmetin (bilgeliğin) babası”
diyorlardı. Fakat müslümanlar ona Ebu Cehil=Cehâletin babası demişlerdir. Çünkü
Ebu Cehil, çok bilgili de olsa “kendisini” bilmiyordu, yâni bilinçli değildi.
Zîrâ kendini Allah’a değil, putlara ve mevcut sisteme adamıştı. Adamayı yanlış
yapmıştı. Zâten bir insan kendini Allah’a adamazsa mutlakâ başka birine yada
başka bir şeye adar.
Allah, şuursuz olanları cezâlandıracağını
söyler Kur’ân’da. Aslında şuursuzluğun Dünyâ’daki cezâsı şuursuz olarak kalmaktır.
Kişi şuurlu olmazsa Allah da onu şuursuz bırakır. Âhirette ise şuursuzluktan
dolayı yaptıklarının ve yapmadıklarının cezâsını çeker. Azâba müstehak olanlar
bilgili de olsa bilinçsiz-şuursuz olanlardır. Zîrâ bilgi, insanı kötülüklerden
uzaklaştırmıyor ama şuur-bilinç uzaklaştırıyor ve onu amele-eyleme geçirerek
sevâbın zirvesine taşıyor.
Tabi bilgi arttıkça
bilinçlenme de ortaya çıkar ve bilinç artar. Rolan Mousnier:
“Bilincimizdeki ilerleme,
bilgimizdeki ilerlemeyle değişir” der.
Bilince ulaşmanın yolu
bilgidir fakat bu, bilince ulaşmada tek yol değildir. Çünkü o bilgi “aşırı
bilgi” olarak ortaya çıksa da bilinç yine olmayabilir. Bilinci kazandıran şey
başka bir şeydir. Mânevi olan şeydir. Maddî değildir. Zîrâ maddede bilinç-şuur
yoktur. Bu nedenle de bilgi kişiye bilgi verir ama bilinç vermez. Bilince
bilgiden başka, sabır ve namazla, ibâdetlerle, vazgeçmek ile, sebat etmekle, paylaşmakla,
edip-eylemekle, malını vermekle, cihad ile, savaşmakla erilir. Oturulup durulan
yerde bilgiye erişilse bile bilince erişilemez. Eğer oturulup durulan yerde
bilince de erişilebilseydi, bilinç, kişiyi mutlakâ amele-eyleme sevk edeceğinden
dolayı, “oturan” kimse olmazdı. Bu nedenle Allah, oturanlarla cihad edenleri
bir görmez ve cihad edenleri oturanlara üstün kılar:
“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla
ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır.
Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara
göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır”
(Nîsâ 95).
Bilgi oturtur ve oturduğu
yere mıhlar kişiyi; bilinç ise yerinde durdurmaz ona sâhip olanı.
Bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi
değildir. Bilinç bilincin bilgisi değildir, kendisidir. Bilinç, bilginin
gerçeğidir. Bilince erilmedikçe bilgi sanal ve geçici olmaktan kurtulamaz ve
gerçekliğe dönüşemez.
Bilgi ile bilinç
karıştırılıyor. Biz Peygamberden bile daha bilgili olabiliriz ama bu çok da
önemli değildir. Önemli olan bilinçtir ve biz Peygamberden daha bilinçli olamayız.
Allah bize çok bilgili olan Ebu Cehil’i değil, âlemlere rahmet bilinç-sâhibi
Peygamberimiz’i örnek edinmemizi söyleyerek bilinci bilginin önüne geçirmiştir.
Dünyâ, bilgi ile
değil, bilinç ile insanca yaşanan bir yere dönebilir ancak. Bilim de insanlığa
gerçek anlamda bir yarar sağlayamaz ve de sağlamamıştır-sağlamamaktadır. Işık-hızını
bilmenin insanlığa nasıl bir katkısı olacak ki?. Işığın hızını bilmek değil,
ışığın Allah’tan olduğunu bilmek olumlu katkı yapar insanlığa. Işığın hızını ve
daha bir-çok bilimsel bilgi-sâhibi olanların Dünyâ’yı getirdiği hâle baksanıza!.
Suyun, formûl olarak H2O (iki
hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur.
O kadar bilgi işe yaramıyor.
Neden?. Çünkü bilince dönüşmemiştir. Hiç-bir bilgi bilince dönmedikçe gerçek
anlamda işe yaramaz. Hattâ yapıcı değil yıkıcı olur. Hâlbuki bilinç-sâhibi olanlar
ayrıntılı bilgiye ulaşan bilinç ile Dünya’yı bir barış yurduna
çevirebiliyorlar. Bilgi eylemden üstün tutulduğunda bu sonuca varılır tabi. Hakkın
yolunda gidenler, o yolda sâdece bilgileri değil, eylemleri ile gittiler. Eylem
ise bilginin değil, bilincin bir sonucudur.
Kur’ân’ın sâdece bilgisine
sâhip olmak da bir çözüm ortaya koymuyor. Belki de çözümsüzlük ortaya koyuyor.
Kur’ân’ı nicelik olarak Peygamber’den ve sahabeden daha çok bilenler ne
yapıyor?. Şeytanın ve tâğutun kuyruğuna takılıyorlar ve onlara alan açarak “kulluk”
yapıyorlar. Hâlbuki nitelikli bilgiye sâhip olanlar, tâğûti sistemleri yıkmak
için gelmişlerdi. Modern zamanda yaşayan bizler Kur’ân hakkında mâlûmat olarak
Peygamber’den ve sahabeden nicelik olarak daha fazla bilgiye sâhip olabiliriz
belki ama fazla bir bilgiye sâhip oluyoruz da ne oluyor?. Ona bakarsanız
lânetli şeytan çok daha fazla bir bilgiye sâhiptir. Fakat bilgiye sâhip
olmasına rağmen bilince sâhip olmadığı için Allah’ın emrini dinlemedi de kendi
bilgisi ile bir kıyaslama yaptı ve emre itaat etmeyip ebedî cehennemlik oldu.
Bilgiye şeytan gibi sâhip olup da işin gereğini yapmamak şeytanlaşmaktır. O
hâlde önemli olan bilinçtir. Amele-eyleme sevk-eden bilinç.
Bilmek “yapmamak” iken,
bilinç “yapmak”tır. Kişiyi ıslah eden bilgi değil bilinçtir. Hz. Ali: “Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.
Peygamberler ve onların
tâbileri olanlar çok fazla bilgi-sâhibi olmasalar da çok fazla bilinç-sâhibi
idiler ve her-şeyden önemlisi delikanlıydılar. Hiç-bir bilgi, delikanlılığa
ulaştırmaz. İnsan, bilgisi ile Allah için ölmeyi göze alamaz ama bilinç-sâhibi
olanlar için amaç Allah yolunda olmak ve ölmektir.
Tabî ki eğitim de önemlidir
fakat salt eğitim-merkezli bir din değildir İslâm, mücâhede ve mücâdele
dînidir. Zîrâ bu, kişiyi daha “yeterli” kılar. Malcom X için şunlar söylenir:
“Malcolm, eğitim görmemişti
ve herhangi bir konuda uzman değildi. Ama samîmi idi. Ve bu samîmiyet, onu bu
mücâdelede yeterli kılıyordu. Malcolm’un adâlet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik
için verdiği mücâdele, onun şehâdetiyle yeni bir boyut kazanır. Malcolm çok iyi
bir hatipti. Ama şehâdeti ile gerçekleştirdiği hitâp, hayattayken gerçekleştirdiği
hitaptan çok daha yaygın ve etkili olacaktı”.
İslâm, tüm insanları “allâme”
yapmaya gelmiş bir din değildir. Bilgili insandan ziyâde bilinçli insan ister
Allah. Bilince giden yol ille de bilgiden geçmez. O “davranışla” alâkalıdır.
Nice “bilgisizler” vardır ki şahsiyet sâhibi iken, nice “bilgililer” de vardır
ki şerefsizin önde gidenleridirler.
Kitap orada duruyor zâten.
Onu ezberlemenin ne mânâsı var?. Gerekirse açılıp bakılır. Fakat eylem
yapılmadığında onun telâfisi olmaz. Eylemin kazası olmaz. Seyyid Kutup “Yoldaki
İşâretler”de:
“İlk dönemin örnek nesli Kur’ân’a kültürü geliştirme,
bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yaklaşmazlardı. Onlar
gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet
içinde uygulanacak olan hayat-tarzının nasıl olması gerektiği hakkında ve
Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’ân’ı ele alırlardı. Söz-konusu emri de,
savaş alanında aldığı emri derhâl uygulayan bir ordu gibi, duyar-duymaz tatbik
üzre alırlardı. Bu şuur, ‘uygulamak üzere öğrenme’ şuuru-bilincidir” der.
Hiç şüphesiz Kur’ân,
hazînelerini ona ancak bu şuurla yaklaşanlara açar:
“Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar,
işte ona îman edenler bunlardır. Kim onu inkâr ederse, artık onlar hüsrâna
uğrayanların ta kendileridir” (Bakara
121).
Mehmet Pamak:
“Evet onlar, o ilk Kur’ân nesli, Kur’ân’ı haz duymak
için, bilgili adam olmak için, fıkıh dağarcığını şişirmek için okumadılar.
İlim-adamı olmak, kariyer yapmak, yazar olmak, bilgili adam olup nutuk atmak
için okumadılar. Onlar Kur’ân’ı, Kur’ân’ın da Bakara 121’de ifâde ettiği gibi,
hakkıyla okudular. Yâni öğüt almak, anlamak ve ‘yaşamak amaçlı’ olarak
okudular. Ölüm gelmeden imtihan kitabını, imtihan dünyâsındaki hayâtını bir-an
önce Allah’ın emirlerine uydurmak, hayâtına dâir fıkhını öğrenip ona göre
yaşamak için okudular” der.
Bilgi, “zamânın bilgisi”dir,
bilinç ise zamanlar-üstüdür. Bilgi “günün bilgisi”ni verebilir ancak. Dünyâ’nın
gidişâtını, İslâm’ı ancak, modern hayattan etkilenmeden kabûl eden ve eyleme
döken mü’minler değiştirebilirler.
Bilgi de önemlidir tabi.
Kişiyi bilince ulaştırmada çok yardımcı olur. Bilgi ve bilinç olmadığında olan
şey taklit, cehâlet ve komedidir. Bilgi ve bilinçten yoksun olanlar, okunan Kur’ân’ın
ne dediğini anlamazlar da, Kur’ân meselâ boşanma hukûkundan bahsederken bile hüngür-hüngür
ağlarlar. Bu durum, bilinçten başka bilgiden de yoksun olmanın bir cezâsıdır.
Bilinçli insan yanlışa
kaymaktan çok büyük ölçüde korunmuş olan insandır; fakat bilgisini bilince
dönüştürememiş olanlar, küçük bir çıkar durumunda bile bâtıla kayabilirler.
Ercüment Özkan:
“Bir dönem bir olmuş, berâber hareket etmiş birileri,
mevzî değiştirdikten sonra; ‘âbi, biz yine eskisi gibiyiz, seninle farklı
düşünmüyoruz, ama n’apalım bize teklif getiriyorlar!’ dediklerinde; Peki, ben
de buradayım, bana niye teklif getir(e)miyorlar. Siz, o çitin/bağın etrâfında
dolanırsanız, kur yaparsanız elbette size de teklif ederler, bağlama çekerler,
bağlarlar” der.
İslâm âlemi,
bilgiden sonra bilince geçmedikçe ve bilincin aydınlığında amel ve eylemde
bulunmadıkça mazlûmiyetten kurtulamayacak ve zor ve onursuzca bir hayat yaşamaya
devâm edecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder