11 Nisan 2016 Pazartesi

İslâm’da Tâviz Vermek Var Mıdır?



“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75).

TDK sözlüğünde tâviz: “Uzlaşmaya varabilmek için hak, istek veya savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçme, ivaz, ödün” olarak geçer.

Tâviz en başta âhiret ve gayb inancının azlığı ile alâkalıdır. Tâviz, âhiretten yırtıp Dünyâ’ya yamamaktır. Yâni ebedilikten yırtıp fâniliğe yamamak ve yamanmaktır.

Her tâviz, takvâdan bir parça azaltır. Günümüz modern dünyâsında başta müslüman ülkeler olmak üzere küresel güçlerden olmayan ülkelerin tutumları, “tâviz verme” üzerine kuruludur. Nerdeyse tağutlar tarafından istenilen her tâviz verilmektedir. Hattâ tâviz vermek modernlik olarak görülürken; tâviz vermeyenler terörist ve şiddet yanlısı olarak görülmektedir-gösterilmektedir. Zâten modern dünyâda “terörist” îlân edilenler; küresel güçlerin, istediklerini alamadıkları toplumlar-kişiler için yaptığı bir isimlendirmedir. Küresel güçler-tağutlar yâni sahte ilahlar, güçlerini hep birilerinin -ki en başta müslümanların- verdikleri tâvizlerden alırlar. Zîrâ İslâm, “tâvizsizlik” dînidir. Lâilâheillallah demek, “Allah’tan başkasına tapmam, yâni tâviz vermem” ve “Allah’tan başkasının ilahlık yapmasını tâviz vererek desteklemem ve hattâ “ve nahleu ve netrukü men yefcuruk”; “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederim-ederiz” demektir. Zâten şirk, Allah’tan başkasına tâviz vererek boyun eğmektir. Bu tâvizi alabilenler ilahlığa soyunurlar zîrâ. Şeytan da gücünü insanların tümünün verdiği tâvizlerden alır. Şeytanın aldığı ilk tâviz bilindiği gibi Âdem-Havvâ’nın, Allah’ın emrine rağmen şeytanın vaâdlerine kanarak verdikleri tâvizdi. Bu nedenle tâviz vermemek, Allah’ı hakkıyla takdir etmek ve ondan korkmakla (haşyet) mümkün olabilir. Aksi-hâlde insan herhangi bir sıkıntı-zorluk-güçlük-çıkar vs. karşısında tâviz verebilir. Ancak ve ancak, gabya-âhirete inanıp, ölümü “hak” olarak gördüğü için ölümden korkmayan kimseler bu tâvizi vermezler malları ve canları pahasına da olsa. Zâten şehâdet de budur. Şehit, vermediği tâviz nedeniyle hayâtını kaybeden kişidir. Yoksa işgâl-sömürü-haysiyetsizlik vs. tâvizini kabûl edenlerin şehitlik-şehâdetle bir ilgilerinin olması söz-konusu değildir.

Şirk, bir tâvizdir. Tevhidden verilen en küçük bir tâviz bile şirki başlatır ve zamanla yaygınlaştırır ve en nihâyetinde de verilen tâviz üzerinden bir din kurulur. Bu din şirk dînidir. Artık bu dinde haktan yana bir şey bulunmaz ve zulüm ayyuka çıkmaya başlar. Öyleyse tâviz, zulmün de kaynağıdır. Buna göre her tâviz bir zulümdür denebilir.

Târihte ve hayâtın içinde çok farklı tâviz şekilleri görülür. İnsanlık-târihi bir bakıma sosyâl-ekonomik-siyâsi-târihi-felsefi-bilim-din vs. üzerinde verilen “tâvizler târihi”dir. Bundan ancak, Peygamberler ve onların izinden giden toplumlar istisnâdır. Sosyâl-ekonomik olarak verilen tâvizlerde, aynen günümüzde olduğu gibi, insanlar arasında büyük uçurumlar, ayrılıklar, aykırılıklar ortaya çıkar. Bu durum insanlar arasında sevgi ve merhâmeti zedeler ve zamanla yok eder. Târih, felsefe ve bilim üzerinde tâviz vererek haktan uzaklaşıldığında, modern masallar ve destanlar çıkar ortaya. Söylenen şeyler güvenilmez, eksik, yanlış olmasına rağmen peşine bir-sürü kişi takar ve “inanan”ları olur. Çünkü bu masallar dinleşmiştir-dinleştirilmiştir. Çelişkili-yanlış-eksik-boş inançlar-düşünceler çöplükleri nedeniyle her tarafı pis bir koku sarar. Bu kokudan çok rahatsız olan kişiler kaçacak bir yer de bulamazlar. Netîcede hiç-bir bilgi ve düşünce tam anlamıyla güvenilir olmaz.

Siyâset üzerinden verilen tâviz ise, toplumsal kötülüğü-yozlaşmayı ortaya çıkaran en büyük etkendir. Hatır-gönül, aldanma, çıkar, cehâlet vs. nedeniyle desteklenen parti-grup-hizipler, bu tâvizlerden aldıkları güçler ile toplumu oyalayıp sömürebiliyorlar ve hattâ Dünyâ-çapında büyük yıkımların ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. İslâm’dan-haktan-hakîkatten verilen en büyük ve en çok tâviz, şeytana aldanarak verilen kişisel tâvizlerden sonra siyâsi alandadır. Öyle ki ortaya hak-hakîkat-insan-varlık düşmanı, hastalıklı ve zâlim kişilerin ortaya atmış olduğu sapık ideolojiler, hak ve hakîkatten verilen tâvizlerin netîcesinde, ideoloji/kânun/hayat-nizâmı olarak ortaya çıkıyor. Burada şaşılması gereken şey şudur; İnsanlık târihinde Allah/vahiy-merkezli olmayan ve insanların ortaya atmış oldukları düşüncelerin sonucunda şekillenmiş olan hiç-bir ideoloji, -bir kısım çıkar-grupları hâriç- insanlara yakın-uzak vâdede bir yarar sağlamadığı gibi, büyük yıkımlara neden olmasına rağmen, insanların yine de Allah/vahiy-merkezli inanış ve hayat-nizâmına dönmeyi düşünmeyerek, yeniden-yeni sapık ideolojilere kapılmasıdır. Herhâlde bunda en büyük etken şeytanın ayartmasıdır.

Şeytan, insanı ilk-başta tâviz verdirerek ayartmıştı ve el-an da bu taktiğini kullanıyor. Kur’ân göz-ardı edilmeden tâviz verilemez. Mü’min için tâviz, “Kur’ân’a rağmen verilen” şeydir.

İyi usta, işinden tâviz vermeyendir.

“Zînâya yaklaşma” diyor Allah. Zînâ; zînâya yaklaşarak yâni tâviz vererek başlar. Zînâya yaklaşmak zînâ için bir tâvizdir.

Tâviz, tahrifi başlatır ve yayar. Sonuçta din tahrip olur. Hristiyanlar teslise ilk-başta karşıydılar fakat, “ileride nasıl olsa değiştiririz, şimdilik ses çıkarmayalım” diyerek bu konuda Roma’ya tâviz bir-süre sonra dinleri oldu. Çünkü verilen tâvizi geri döndürmek çok zordur. Bu bağlamda hak dinden verilen tâviz, bâtıl dinlerin kaynağıdır. Bâtıl dinler, hak dinden verilen tâvizler üzerine kurulmuştur.

Tâviz vermemenin bedeli ağırdır. Bâzen tüm malın ve mülkün ve hattâ hayâtın verilmesini gerektirebilir. Bu bedeli göze alabilenler ancak hiç-bir tâviz vermezler. Tâviz vermemenin bir sonucu olarak boykot, hapis sürgün vs. en hafif olanlarıdır.

Bilindiği gibi Peygamberimiz, müşriklerin küçük de olsa bir tâviz koparmak için yaptıkları “dönemsel yöneticilik” tekliflerini en ufak bir tâviz vermeyerek reddetmiştir. Bir yazıda bu şu şekilde anlatılır:

“Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevâbı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?. Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız” (Kasas 57) diyorlardı. Zâten Resûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz’e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bu-günkü siyâsîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz, dâvamdan vazgeçmem” diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl etmiyordu.

Evet; müşrikler Peygamberimiz (s.a.v)’e şu teklifi yapıyorlardı: “Ey Muhammed!. Seni Arap Yarımadası’nın reisi yapalım; Kâbe’nin anahtarlarını sana verelim; seni en zenginimiz yapalım; kızlarımızın en güzelini sana verelim; sen yine Peygamberliğini yap ama bizim ilahlarımıza, putlarımıza laf deme, sâdece biraz tâviz ver”. Peygamberimiz (s.a.v) bunun üzerine; “başkanlığı, gücü, zenginliği, akraba bağlarını elimde bulundurursam, birazcık tâviz versek de İslâmiyet’i daha çabuk yayarız, işlerimizi daha rahat hâllederiz” demedi. “Bir elime Güneş’i bir elime Ay’ı verseniz aslâ dâvamdan vazgeçmem, tâviz vermem” dedi. Celâleddin Vatandaş bu olayı şöyle anlatır:

“Her yeni âyetle İslâm’ın özellikleri daha ayrıntılı şekilde bilindikçe ve İslâm’a mensup olanlar çoğalıp mü’minlerle müşrikler arasında ayrılıklar, tartışmalar ço­ğaldıkça, Mekke toplumu daha da gergin bir atmosfere sürüklendi. Gelişmelerden rahatsız olan Mekke eşrafı, bu durumu sona erdirmenin yöntemlerini eskisine oranla daha sık düşünmeye başladı. Bu dönemle ilgili bilgi veren kaynaklar, Mek­ke toplumundaki kutuplaşmanın ve kutuplar arası gerginliğin bütün toplumu et­kileyecek oranda artışına dikkat çekmektedirler. Bu durum Resulûllah'a karşı kin ve düşmanlıkları iyice artmış olan Mekke eşrafını bir-kez daha Ebû Tâlib’le görüş­meye sürükledi. Yeni bir heyet oluşturdular. Ebû Tâlib’le görüşme talebinde bu­lunan ve bu talepleri kabûl edilen heyet bu sefer ilkinkine oranla daha sert ve hat­tâ Ebû Tâlib’i de tehdit eder tarzda görüş ve tekliflerini dile getirdiler: “Ey Ebû Tâ­lib(!) Sen bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden ve aramızda saygı sâhibi olanlarımızdansın. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istedik. Ancak sen bu isteğimizi dikkate almadın. Yeğenine engel olmadın. Allah adına yemin ederiz ki, onun ataları­mızı eleştirmesine, bizleri akılsızlıkla suçlamasına ve ilâhlarımızı aşağılamasına artık katlanmayacağız. Bu konuda tahammülümüz kalmadı. Sen ya yeğenini bu duru­mundan vaz-geçirirsin, ya da iki taraftan birisi yok-oluncaya kadar savaşırız.

Ebû Tâlib işin gelip dayandığı bu aşama nedeniyle üzüldü. Kavminin eşrafı ile yeğeninin arasında kalmaktan sıkıntı duyuyordu. Ancak kavminin isteğini dikka­te alarak yeğenini korumaktan da vazgeçemezdi. Yeğenini yalnız başına bırakma­yı düşünemezdi. Onu çok seviyordu. O kardeşinin emâneti, babasının emâneti ve bir bakıma da evlatlığıydı. Yeğeniyle görüşüp, aradaki kin ve kavgaları sona erdir­meye vesile olacak bir anlaşma noktası bulmayı arzuladı. Bu amaçla Resulûllah’ı yanına çağırttı. Yumuşak, sevgi dolu bir üslûpla durumu yeğenine açıklayarak, is­teğini bildirdi: ‘Yeğenim(!) Beni ve kendini düşün. Bana kaldıramayacağım bir yük yükleme’. Onun bu isteğinde, müşrik lîderlerin tehdit ve baskıları nedeniyle ger­çekleşen bir korku açıkça belli oluyordu. Sözlerinde sorumluluğunu yerine getir­mekte zorlandığını dile getiren dolaylı bir yakınma vardı. Amcasının bu hâli Resulûllah'ı etkiledi. Amcasının kendine olan desteğinden vazgeçtiğini ve dolayısıy­la önemli bir desteğini kaybettiğini düşündü. Üzüldü. Yumuşak kâlbi hüzünle doldu. Gözleri yaşardı. Ancak ne olursa-olsun dâvâsından vazgeçmesi mümkün değildi. Üzüntüsünü hâl ve hareketleriyle, kararlılığını ise sözleriyle açığa vurdu: ‘Ey amca(!) Vallâhi bu dâvâyı bırakmam için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verse­ler yine de vazgeçmem. Allah bu dîni ya hâkim kılar ya da ben bu uğurda ölürüm’. Sonra amcasının yanından ayrılmak için geri döndü. Onun bu sözleri ve tavrı kar­şısında Ebû Tâlib çok etkilendi. Zâten eskiden beri yeğenine karşı kâlbi sevgi do­luydu. Yanından uzaklaşmak üzere olan yeğenine ‘Ey Yeğenim(!) Git istediğini söy­le. Allah’a yemin olsun ki seni aslâ onlara teslim etmem dedi”.                              

Yine Peygamberimiz; “Gel bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” teklifini de reddetmişti ve ardından Kâfirûn Sûresi vahyedilmişti:

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).

Tâviz, güçsüzün “sözde güçlü”ye verdiği tâvizdir. Hikmet Ertürk uzlaşma konusuyla ilgili şunları söyler:

“Bu durumda müşriklerle uzlaşmak, onların inanç sistemi içerisinde inançlarımızı yaşayabileceğimizi düşünmek çok safça bir yaklaşımdır. Üstelik uzlaşma, farklı düşüncelerin karşılıklı veya tek taraflı olarak birbirlerine ödün vermeleridir. Karşı duruşlarda taraflar, kendi açılarından doğruluğuna veya yararına inandıkları şeyden/şeylerden vazgeçerek uzlaşmayı sağlarlar. Ve bu ödün verme; inandığı doğrulardan vazgeçme, çoğunlukla güçsüzden güçlüye doğru gerçekleşir. O hâlde bu şu demektir: Eğer taraflar eşit güçte değillerse, uzlaşma dâima güçlünün lehine olur. Güçlü taraf, kabûllerine uymayan, “olmazsa olmaz”larına ters düşen konularda karşı/güçsüz tarafı uzlaşma yoluyla ıslah ederek, onu kendisine uyumlu hâle getirir. Diğer bir deyimle uzlaşma, güçsüzün, güçlünün potasında erimesidir. “Öteki dünyâ” ile ilgili kuşkularımızın olduğu ve bu kuşkularımızdan dolayı tâvizkâr bir İslâm’ı yaşadığımız bir süreçte Kur’ân bizler için hidâyet kaynağı olmayacaktır”.

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

Ramazan Yılmaz:

“Hz. Peygamber (as), günümüz putperest müşriklerin atalarına Tevhidî esasları anlatıyor, onlar ise bâzı konularda tâviz istiyorlardı. Resûlullah (as) ve etrâfındaki müslümanlar, baskı ve işkence altında çok zor durumda yaşıyorlardı ve Resûlullah (as) bu durumdan bir çıkış-yolu arıyordu. İşte tam o sırada yüce Allah (cc), Resûlullah (as)’ı çok şiddetli bir şekilde uyararak kendisine bildirilen hükümlerde değişiklik yapmamasını ve müşriklere en küçük bir tâviz vermemesini bildirdi.

“Az daha onlar, baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını üstümüze atman için kandıracaklardı. İşte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın. O takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat-kat (azâb)ını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (İsrâ 73-75).

Hz. Peygamber (as), döneminde hırsızlık yapan bir kadının eli kesilecekti, bâzı kimseler araya girip bu kadının tanınmış ve îtibarlı bir kabîleye mensup olduğunu, bu nedenle de elinin kesilmemesini Resûlullah (as)’dan ricâ ettiler. Resûlullah (as)’ın verdiği cevap, İslâmi hükümler karşısında insanların hepsinin nasıl eşit ve bu hükümlerin ne kadar aâdil olduklarını ortaya koyuyordu. Resûlullah (as), hırsızlık yapan kadının elinin kesilmesini istemeyenlere şöyle cevap verdi: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; hırsızlık yapan, kızım Fâtıma da olsa, yine elini keserim!”. İşte İslâm’i ölçü budur ve bu ölçü karşısında bütün insanlar eşittir” der.

Tâviz ile hoşgörüyü birbirine karıştırmamak gerekir. Hoşgörü, nefse tâviz vermemektir. Hoşgörü; nefsin istediği gibi yapmayarak karşıdaki kişiyi-toplumu ötekileştirmeyip sabır gösterebilmektir. İslâm’da hoşgörü vardır fakat İslam salt bir “hoşgörü dîni” değildir.

“En saf ideâlin bir aşağı ideâli de ideâldir” düşüncesi, tâvizin ilk aşamasıdır.

“Tamâmı elde edilemeyen şeyin tamâmından vazgeçilmez” sözü mü’minler için “geçici” bir söz olabilir. Tabî ki sonuçta tamâmı elde edilemeyen bir şeyin kalan tarafı terk edilmemeli fakat bu söz kişileri; “bir süreliğine geçici olarak ve şimdilik” vazgeçilen o şeyden uzaklaştırmamalıdır. Aksi-hâlde “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözü mûcibince, vazgeçilen şey unutulur gider. Dolayısı ile, güç yetirilemediğinde ve başka bir çâre de kalmadığında, o şeyden sâdece; “geçici ve kısa bir süreliğine” vazgeçilebilir ki bu durum tâviz sayılmaz. Tâviz, vazgeçilen şey için; “olmasa da olur” denilebilen şeydir ki bu sözün ne kadar yanlış bir söz olduğu çok uzak olmayan bir zaman sonra herkes tarafından görülecektir. Zîrâ, “bu-gün göz yumduklarınız, yarın size göz açtırmayacaklardır”.  

Her tâviz, ahlâktan verilen bir tâvizdir. Tâviz vermeye alışan toplumlarda çeşitli ahlâksızlıklar belirir ve çok da uzak olmayan bir vâdede çeşitli ahlâksızlıklar ayyuka çıkar. Ahlâktan tâviz vermek, Peygamberden (sünnet) ve Kur’ân’dan tâviz vermek anlamına gelir. Zirâ “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Peygamberimizin ahlâkı Kur’ân’dı.  

Tâviz vermekten vazgeçildiğinde ancak, mü’minler Dünyâ’ya yeniden hükmedebileceklerdir. Hak-batıl savaşı, “tâviz vermeme” savaşıdır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder