Bencil bir şekilde “sâdece kendilerinin kurtuluşuna
vesîle olacağı” zannıyla kendi içlerinden çıkacağını zannettikleri
“kurtarıcı”nın, “kendilerinden daha düşük” gördükleri arapların içinden
çıktığını görünce ona düşman olan yahudiler, bu beklentilerinin görece boş
çıktığına çok kahırlanmışlardı. Demek ki beklentinin karşılığı birileri için
her zaman iyi olmuyor. “Beklenen”lerden hoşlanmayanlar târih boyunca hep küçük
bir azınlık olmuştur. Bunlar “beklenen”den nefret ederler ama “bekleyenler”i
çok severler. Çünkü “bekleyenler” çoğaldıkça “beklenenin” gelme olasılığı
zayıflar.
İnsan olmanın bir özelliği de bir beklenti, bir umut
içinde olmak olsa gerek. Öyle ki bâzen bu bekleyiş ve umut, bir kesim için
hayâtın anlamı hâline gelebiliyor. Hattâ îtikad konusu bile olabiliyor. İnsanların
târih boyunca büyük bir kesimini oluşturan mâsum ve mazlum kesim için ise bu
beklenti âfakta ya da enfüste sürekli devâm ediyor. Belki şöyle bir laf etsek
çok da yanlış olmaz: İnsanlar, beklentilerine göre ayrılır. İnsanların beklenti
ne ise, dîni de odur.
Mazlumların sesli-sessiz çığlığına-feryâdına hiç-bir
zaman duyarsız kalmayan Allah, mîlâdi 7. yüzyılın başlarında da sünnetullah
gereği bu feryatlara, son Peygamber, âlemlere rahmet olan ve muhteşem bir ahlâka
sâhip Hz. Muhammed’i (sav) göndererek cevap vermiştir. 23 yıllık vahiy
süreciyle birlikte bilgi-bilinç-eylem-devlet sürecinden sonra medeniyetin
temelleri atılmış ve İslâm medeniyeti yeniden diriltilmiş ve başlatılmıştı. Böylelikle
bekleyiş (intizar) kemâle ermişti. Artık bundan sonraki tüm yeni bekleyişler, “bekleyişlere
verilen bu büyük cevap” üzerinden olacaktır mü’minler için.
Şeytanın da bir bekleyişi vardır ve insanlardan ayrı
olarak bekleyişini Allah’tan değil, kendi izini tâkip edecek insanlardan bekler.
Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra bâzıları için, şeytanla
paralel farklı beklentiler ortaya çıktı ve asr-ı saadet denilen süreçte
sarsıntılar olmaya başladı. Farklı görüşler, beklentiler, çıkarlar, ortalığı
toza dumana kattı ve bir zaman sonra da o bekleyişin büyük cevâbının zâhiri
sonucunda değişimler oldu ve yeni bekleyişler başlatacak olan dönemlere
girildi. Artık her kesim farklı beklentilere girdi. Kimisi Mehdi-Mesih bekledi,
kimisi bir kahraman bekledi, kimisi bir bilge bekledi, kimisi de kıyâmeti
bekledi-bekliyor. Beklemekle teselli etti kendini çoğu kişi.
Aslında bekledikçe ve zaman geçtikçe niceleri geldi
gitti. Nice acılar bitti, sonra niceleri yeniden başladı. Burası (Dünyâ) cennet
değildir zîrâ. Dünyâ’nın durumu budur ve bu nedenle de insanlar arasında günler
deverân eder durur. Kimi zaman bir taraf bekler, gün gelir kimi zaman
diğerleri:
“Eğer bir
yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz
onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri
belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah,
zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran
140).
İslâm medeniyeti Dünyâ’da hâkim iken çok kompleks
beklentiler yoktu. Beklenilen şey netti. İnsanlar neyi beklediklerini biliyorlardı
ve ona kilitlenmişlerdi. Bilinçli bir bekleyişleri vardı. Fakat zaman geçti ve
devran döndü. Müslümanlar Dünyâ’da etkilerini kaybettiler ve “başkaları”
Dünyâ’ya hâkim(!) oldu. Fakat yeni gelenlerin düşünceleri âhiret/gayb-merkezli
değil, dünyâ-merkezli idi. Dünyâ-merkezli bir dünyâ-hâkimiyeti idi bu. Bu
nedenle de merhâmetten yoksundu. Tabi merhâmetin olmadığı yerde acı, gözyaşı zulüm,
feryat ayyuka çıkardı; çıktı. İniltiler gelmeye başladı ve geliyor Dünyâ’nın
her yerinden. Bi gayret bir şeyler yapmak isteyenler oldu, ama nefesleri-dermanları
yetmedi. Destek de gelmedi zâten. Zamanla çoğaldı zulümler ve yükseldi feryatlar,
çığlıklar. Bir çirkef çıktı ve yayıldı yeryüzüne. Gücü yetmediği, eli ermediği
için yeni bir bekleyişe geçti mazlum.
Bu bekleyişe farklı cevaplar verilmeye çalışıldı.
Fakat bu cevapların neredeyse tamâmı eylemsiz, amelsiz, hareketsiz, dolayısıyla
ruhsuz cevaplardı. Kimisi eski atalarının düşündükleri ve yaptıkları gibi ama
tastamam aynı şekilde düşünmenin ve yapmanın gerektiğini; kimisi “zaman bizi
buraya getirdi, mevcut durumu kazanımımız olarak görelim ve yorumlayıp
dinleştirelim ve kabûl edelim” diyerek; kimisi modern bir iktidar düşleyerek ve
bekleyerek; kimisi de -teorik olarak doğru olmakla birlikte- eylemi olmayan
vahiy-akıl merkezli düşünme biçimleri önerdi-öneriyor. Bunlar yeni bekleyişe
verilmiş gerçek cevaplar değil. Çünkü bir yaraya merhem olmuyor. Acıyı
dindirmiyor ve sâdece plasebo etkisiyle hastalığı geçiştirmeye çalışıyorlar.
Tabi fiyaskoyla sonuçlanıyor. Zîrâ yara çok derin ve sürekli bir kan-kaybı var.
Dolayısıyla bekleyişe verilmiş gerçek bir cevap yok.
Aslında insanlar beklemeyi sevmezler, çünkü
beklediğinde gecikir. Geç gelir. Hattâ bir-türlü gelmek bilmez. Bekledikçe
sabırlar biter, umutlar tükenir. Nihâyet “beklemekle olmaz” deyip harekete
geçince azalır ya da biter dertler ve zâten ancak beklemekten vazgeçip harekete
geçince gelir beklenen. O hâlde beklenen, beklemekle gelmez hiç-bir zaman. Zâten
beklemek, beklemeye neden olan şeyden daha fazla sıkıntı olur ve acı verir. O
acıyı her-an, dakika-dakika, sâniye-sâniye yaşarsınız zîrâ. Askerde şafak
defterine bakarken beni gören tabur komutanım: “Şafak defterine bakmakla zaman geçmez,
çalışmakla geçer, iş yaparken anlamazsın zamânın nasıl geçtiğini” demişti. O
günden sonra şafak defterini 15 günde bir karalamaya başlamıştım.
Ne diyordu Orhan Gencebay: “Beklemek çok zor,
beklememek çok zor, bekletilmek çok zor. Ömrümün her köşesinde, seni
bekliyorum”.
Peki beklemenin de bir âdâbı olmalı değil midir?.
Nasıl bir bekleyiş olmalı?. Bilinçsizce, miskin-miskin bir bekleyiş mi?.
Beklemeye aykırı hareket ederek ve yanlış bir beklemeyle beklemekle mi?. İlk
önce beklemenin gereklerini yerine getirmek gerekir. Beklemeyi anlamlılaştırmak
gerekir. Beklenene alan açmak gerekir. Beklenen nereye gelecek ki?. Beklenen; çirkefin,
münâfıklığın, ciddiyetsizliğin yanına gelmez. Çirkefliğin içinde temiz bir yer
bulunması gerekir. Samîmi mü’min bir mazlum kâlbi gibi. Bunun için ne yapmak
gerekir?. Buna Kur’ân şöyle cevap veriyor:
“Öyleyse,
sen onlardan yüz çevir ve bekleyedur; gerçekten onlar da
beklemektedirler” (Secde 30).
Bâtılın da bir beklentisi var. Bâtıl bir beklenti.
Sen ise hakkı bekle!. Ama bunun için bâtıldan ayrıl da bekle. Bâtılla berâber
bekleyemezsin. Bâtılla birlikteyken bâtıldan başka bir şey gelmez.
Beklenilen şey yeni bir fikir değildir. Kur’ân
elimizde zâten. Beklenen, Kur’ân’ı şuurlu eylemlere dönüştürecek yeni bir lîderdir.
Karizmatik, bilinçli, cesur.. Âyetin söylediği gibi:
“Onlara
peygamberleri dedi ki: Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi. Onlar: Biz
hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sâhibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu
verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?
dediler. O (şöyle) demişti: Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve
bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti
ve gücü) geniş olandır, bilendir” (Bakara
247).
Zannımca artık beklenecek tek şey böyle bir lîderdir.
Bir bilinç-şuur, hareket-eylem, enerji ve sinerji oluşturup müslümanların silkinmesine
vesîle olacak ve tekrar yeni bir devlet ve medeniyetin temellerini atacak olan.
İşte böyle bir lîderdir artık beklenen ve böyle bir lîder ile birlikte oluşacaktır
mü’min bir topluluk ve ümmet. Oluşacak böyle bir topluluk şu âyete fiîli bir
cevap verebilir zîrâ:
“Size ne oluyor
ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize
katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’
diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Bekleyenlerin içinden bir beklenen çıkmadıkça “beklenen”
şey gerçekleşmeyecektir. Artık beklemeyi bırakalım ve bi gayret beklenen(ler)
çıkarmaya bakalım. O “beklenen” niye sen olmayasın?. O hâlde, bekleme
yapmayalım, hareket edelim ve eylemde-amelde bulunalım. “Pasif bekleyiş”ten
“aktif bekleyiş”e geçelim ki, boşuna beklemiş olmayalım.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder