26 Mayıs 2023 Cuma

Tasavvuf ve Ruhbanlık


“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).

 

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

 

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi bir-biri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).

 

Bu âyetler tasavvufa ve ruhbanlığa meyledilmemesi gerektiğini söyler. Zîrâ bir mü’minin ne tasavvufa ne de ruhbanlığa ihtiyâcı yoktur. Çünkü Kur’ân insan için yeterli derecede bilgi ve bilinci sağlarken, Peygamber örnekliği demek olan Sünnet de bu bilgi ve bilince göre olması gereken en ideâl uygulamayı göstermiştir. Bu bakımdan İslâm’ın ne olduğu, ne dediği ve nasıl uygulanması gerektiği çok açık ve bellidir. İslâm bir sır, bir bilmece, girift bir metin değildir ki, bir köşeye çekilip yada bir efendiye bağlanıp da yıllar boyunca sürecek bir eğitim ile öğrenilebilsin ve sürekli olarak “acaba Allah ne demek istiyor” diye düşünülüp derin araştırmalara girişilerek olmadık sonuçlara ulaşılsın, yada tüm ömür, bir köşede-kıyıda inzivâya çekilerek sâdece bireysel ibâdete hasredilsin. İlk peygamber ile başlayan İslâm’ı tamamlayan Kur’ân vahiylerini oluşturan âyetler, hayatlarında hiç kitap görmemiş, okuma-yazma bile bilmeyen insanlara gelmiştir ve bu insanlar Kur’ân’ın ne dediğini hemen idrâk ettikten sonra peygamber örnekliğine bakarak da en doğru uygulamayı yapmışlardır. Bu bağlamda İslâm apaçıktır ve hayâtın tam ortasında idrâk edilip yaşanabilecek bir din’dir ki bu din idrâk ve uygulama noktasında kolaylaştırılmıştır.      

 

İslâm’dan başka tüm dinlerde ruhbanlık vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’da ruhbanlığın olmaması, İslâm’ın hayâtın her alanına karışmasından dolayıdır. Hristiyanlıkta din Dünyâ’ya karışmadığı için bu otoriteyi papazlar ellerine alarak ruhbanlığı oluşturmuşlardır. Fakat kendilerini İslâm’dan sayan-sanan tasavvufçuların öğretilerine ve uygulamalarına bakıldığında onların da bir tür ruhban oldukları görülür.

 

Von Kremer’e göre tasavvuf iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, “Hristiyan ruhbanlığı” ve “Hint Budizmi”dir. Hartmann da, 1916 senesinde “Der İslâm” dergisinde; “tasavvufun kaynağı” konusunda yazdığı makâlede; tasavvuf”un, “Hint felsefesi”nden, “Yahudi kabalası”ndan, “Hristiyan ruhbanlığı”ndan, “Gnostisizm”den ve “Yeni Eflâtunculuk”tan kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann’a göre; bütün bu unsurları toplayan ve tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu’l-Kasım Cüneyd El-Bağdâdi’dir.

 

İslâm’da ruhbanlık olmadığı gibi, aslında tasavvuf, târikatçılık ve ilâhiyatçılık da yoktur. İlâhiyatçılar da modern ruhbanlardır. İslâm’ın bunların hiç-birine ihtiyâcı yoktur. İslâm’da kardeşlik ve emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker = “iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” üzere bir cemaatin bulunması yeterlidir. Zâten Peygamber örnekliğinde de bunlardan başka bir şey yoktur.

 

Gerek ruhbanlık olsun gerekse de tasavvuf, -sözde- Allah’a karşı aşırı sevgi-saygı nedeniyle ortaya çıkmışlardır. Fakat aşırılaştırınca sevgiyi de zehirlemişler ve Allah’ın kendilerine emretmediği ve beklemediği ruhbanlığı ve tasavvufu ortaya çıkarmışlar ve geliştirmişlerdir.

 

Ruhbanlıkta ve tasavvufta, bilginleri, efendileri, -sözde- yüksek mânevî derecelere yükselmiş olanlara karşı aşırı bir sevgi, saygı ve korku olur. Öyle ki bunların karşısında ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmak gerekir. Oysa aşırı sevgi, saygı ve korku sâdece Allah’a olmalıdır ve sâdece O’ndan yardım istenmeli, O’nun bildirdiklerine göre düşünülüp yaşanmalıdır. 

 

“Onlar, Allah’ın berisinden bilginlerini ve din-adamlarını, bir de Meryem-oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiç-bir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları her-şeyden münezzehtir” (Tevbe  31).

 

Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtirâz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlûllah şöyle buyurdu: “Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?”. Adiy ibn-i Hatem “evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resûlûllah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.

 

Bilindiği gibi lâiklik, batı’da ruhbanlara karşı çıkarılmış ve yürürlüğe konmuş bir ideolojidir. İslâm’da ruhbanlık olmadığı için lâikliğe de gerek yoktur. Ruhbanlığa karşı îcâd edilmiş olan lâiklik batı’da görece bir yarar sağlamış olabilir fakat ruhbanlık kurumu olmayan İslâm’ın lâikliğe ihtiyâcı yoktur ve lâiklik ona zarar verir-vermiştir-vermektedir.

 

Bir yazıda tasavvuf hakkında şunlar söylenir:

 

“İslâm, çıplak gözle uzaya bakarak düşünüp ibret almaya; tasavvuf ise teleskop/sezgi ile uzaya bakmaya benzetilebilir. Bugün tasavvuf, orta-çağda olduğu gibi, zühdü ve takvâyı değil; bir-çok çevrede egemen sisteme, yaşama kolayca eklemlenmeyi ifâde ediyor. Çünkü sırtında şeriat ve cihad bagajları yok. Tasavvufun İslâm’a nispeti, meyve-kurdunun meyveye nispeti gibidir. Meyve-kurdu, meyve değildir. İçeriden de üreyebilir, dışarıdan da girebilir. Meyvenin kurda ihtiyâcı yoktur; ancak, kurdun meyveye şiddetle ihtiyâcı vardır. Daha açıkça: İslâm’ın tasavvufa ihtiyâcı yoktur; çünkü o, Kur’ân’ın deyimi ile ‘ekmel’dir (5/Mâide, 3). Ancak, tasavvufun İslâm’a ihtiyâcı vardır; çünkü o eksik, özü ve kökü dışarıdan gelen (mistisizm) bir dinselliktir”.

 

Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur. O-hâlde mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf ve ruhbanlık, Allah’a rağmen ortaya çıkmış bâtıl ve gayri İslâmî bir akımdır.

 

Hristiyanların, Allah emretmediği hâlde ruhbanlığı üretmeleri ama hakkını verememeleri gibi, müslümanların içinden bir kısım insanların da yine Allah emretmemesine rağmen tasavvufu üretmeleri ama hakkını verememeleri aynıdır. Üstelik ikisi de aşırılaşıp sapınca insanlar için zulüm hâline gelmiştir. Kendilerine yada birilerine zulmetmişlerdir-zulmetmektedirler. Bu durum mistisizm, bâtınîlik ve tüm türevleri için de geçerlidir. Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuf, tabi sonra da târikatlar ve bâzı cemaatler, maddî yada mânevî sömürünün kurumları hâline gelmişlerdir.  

 

Allah’ın insanlardan böyle bir beklentisi olmamasına rağmen insanlar ruhbanlığı ve tasavvufu îcâd etmişler, fakat bunlar özünde bir cehâlet, bâtıl ve zulüm olduğu için, yöneldikleri bu şeye kendileri de katlanamamışlar ve sonunda da ya ilmi anlamda, yada maddî-mânevî anlamda hep istismâr etmişlerdir-ediyorlar. Böylece birileri birilerini kendilerine kul-köle edinmişlerdir-ediniyorlar.

 

Ruhbanlık da tasavvuf da birer körü-körüneliktir. Körü-körünelik olunca hem câhilce bir yöneliş hem de bir şeyleri körü-körüne göz-ardı etmek kaçınılmaz olur.

 

Ruhbanlıkta ve tasavvufta bir aşırılık da vardır. Peygamberimiz, mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuftaki gibi  bâzı “aşırılık” meyline kapılan inzivâcılara kızmıştı. Enes ibni Mâlik rivâyet eder:

 

“Peygamberimiz’in nâfile ibâdetlerini öğrenmek üzere üç kişilik bir grup, Peygamberimiz’in hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Peygamberimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve; ‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz?. Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler. İçlerinden biri: ‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi. Bir diğeri: ‘Ben de hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi. Üçüncü kişi de: ‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, aslâ evlenmeyeceğim’ diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi: ‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler misiniz?’ buyurdu. Onlar: ‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler. Resûlûllah: ‘Sizi uyarıyorum!. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç tutar, bâzen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir’ buyurdu” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).

 

Mistisizmde, bâtınîlikte, ruhbanlıkta ve tasavvufta olan aşırılık, -sözde- Allah sevgilerinde de aşırılık oluşmuş ve “Allah aşkı” dedikleri bir densizliği ortaya çıkarmışlardır. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Mistiklerin/mutasavvıfların dünyevî denenme misyonunu/sorumluluğunu ve bunun gerektirdiği belâ, şerr, musîbet, meşakkat ve zorlukları -ve doğal olarak bunların karşılığı olan faydayı/ödülü-cenneti- terk ederek Tanrı’ya tek-taraflı olarak âşık olmaları ve yoğun ruhsal bir coşku ve zevkle onda boğulmaları (istiğrak) veyâ ona katılmaları (ittihâd, hulûl, vahdet, fenâ, vusûl-vecd), Tanrı’nın (Kur’ân’ın) istediği bir şey değildir (57/27). Bu öğreti, İslâm toplumlarında ve İslâm düşüncesinde güç kazandıktan sonra, maalesef, Allah’ın ahlâkî davranışın sevk edicisi/bâisi/iticisi olarak koyduğu menfaat (cennet) ödülünü aşağılayarak (Cennet, cennet dedikleri/ Bir-kaç ğılman, bir-kaç hûri/İsteyene ver sen anı (onu)/Bana seni gerek seni” -Yunus Emre-) yâni Allah’tan fazla ahlâkçı/ideâlist kesilmeleri, İslâm toplumlarında kültürel/entelektüel bir hegemonya kurmuştur”.

 

Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuf, insanın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî vs. yönüne uygun olmadığı gibi, rûhî, kâlbî ve zihnî yönüne de uygun değildir. Bu nedenle Allah bunu emretmemiştir. Allah’ın emretmediği bir şeyi işgüzarlık yaparak görev addetmek de tersinden bir zulümdür. Zâten bunu görev edinenler -mümkün olmadığı için- işin hakkını verememişler ve sonunda işin cılkını çıkarıp zulme ve sapkınlığa düştükleri gibi İslâm’dan sapmışlardır. Zîrâ İslâm: “Kur’ân ne dediyse o” ve “Peygamber nasıl yaptıysa öyle” olmaktan başkası değildir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder