“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’
tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman
edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba
uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve
Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).
“Hayır, zulmedenler,
hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır.
Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiç-bir yardımcıları
yoktur” (Rûm 29).
“Sonra onların izleri
üzerinde elçilerimizi bir-biri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da
arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir
şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz
onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler)
ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere
ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).
Bu âyetler tasavvufa ve
ruhbanlığa meyledilmemesi gerektiğini söyler. Zîrâ bir mü’minin ne tasavvufa ne
de ruhbanlığa ihtiyâcı yoktur. Çünkü Kur’ân insan için yeterli derecede bilgi
ve bilinci sağlarken, Peygamber örnekliği demek olan Sünnet de bu bilgi ve
bilince göre olması gereken en ideâl uygulamayı göstermiştir. Bu bakımdan
İslâm’ın ne olduğu, ne dediği ve nasıl uygulanması gerektiği çok açık ve
bellidir. İslâm bir sır, bir bilmece, girift bir metin değildir ki, bir köşeye çekilip
yada bir efendiye bağlanıp da yıllar boyunca sürecek bir eğitim ile
öğrenilebilsin ve sürekli olarak “acaba Allah ne demek istiyor” diye düşünülüp derin
araştırmalara girişilerek olmadık sonuçlara ulaşılsın, yada tüm ömür, bir
köşede-kıyıda inzivâya çekilerek sâdece bireysel ibâdete hasredilsin. İlk
peygamber ile başlayan İslâm’ı tamamlayan Kur’ân vahiylerini oluşturan âyetler,
hayatlarında hiç kitap görmemiş, okuma-yazma bile bilmeyen insanlara gelmiştir
ve bu insanlar Kur’ân’ın ne dediğini hemen idrâk ettikten sonra peygamber örnekliğine
bakarak da en doğru uygulamayı yapmışlardır. Bu bağlamda İslâm apaçıktır ve
hayâtın tam ortasında idrâk edilip yaşanabilecek bir din’dir ki bu din idrâk ve
uygulama noktasında kolaylaştırılmıştır.
İslâm’dan başka tüm dinlerde
ruhbanlık vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’da ruhbanlığın olmaması,
İslâm’ın hayâtın her alanına karışmasından dolayıdır. Hristiyanlıkta din
Dünyâ’ya karışmadığı için bu otoriteyi papazlar ellerine alarak ruhbanlığı
oluşturmuşlardır. Fakat kendilerini İslâm’dan sayan-sanan tasavvufçuların
öğretilerine ve uygulamalarına bakıldığında onların da bir tür ruhban oldukları
görülür.
Von Kremer’e göre tasavvuf
iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, “Hristiyan ruhbanlığı” ve “Hint Budizmi”dir.
Hartmann da, 1916 senesinde “Der İslâm” dergisinde; “tasavvufun kaynağı”
konusunda yazdığı makâlede; tasavvuf”un, “Hint felsefesi”nden, “Yahudi
kabalası”ndan, “Hristiyan ruhbanlığı”ndan, “Gnostisizm”den ve “Yeni
Eflâtunculuk”tan kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann’a göre; bütün bu
unsurları toplayan ve tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu’l-Kasım Cüneyd
El-Bağdâdi’dir.
İslâm’da ruhbanlık olmadığı
gibi, aslında tasavvuf, târikatçılık ve ilâhiyatçılık da yoktur. İlâhiyatçılar
da modern ruhbanlardır. İslâm’ın bunların hiç-birine ihtiyâcı yoktur. İslâm’da kardeşlik
ve emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker =
“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” üzere bir cemaatin bulunması
yeterlidir. Zâten Peygamber örnekliğinde de bunlardan başka bir şey yoktur.
Gerek ruhbanlık olsun
gerekse de tasavvuf, -sözde- Allah’a karşı aşırı sevgi-saygı nedeniyle ortaya
çıkmışlardır. Fakat aşırılaştırınca sevgiyi de zehirlemişler ve Allah’ın kendilerine
emretmediği ve beklemediği ruhbanlığı ve tasavvufu ortaya çıkarmışlar ve geliştirmişlerdir.
Ruhbanlıkta ve tasavvufta,
bilginleri, efendileri, -sözde- yüksek mânevî derecelere yükselmiş olanlara
karşı aşırı bir sevgi, saygı ve korku olur. Öyle ki bunların karşısında ölü
yıkayıcının elindeki ölü gibi olmak gerekir. Oysa aşırı sevgi, saygı ve korku
sâdece Allah’a olmalıdır ve sâdece O’ndan yardım istenmeli, O’nun
bildirdiklerine göre düşünülüp yaşanmalıdır.
“Onlar,
Allah’ın berisinden bilginlerini ve din-adamlarını, bir de Meryem-oğlu Mesih’i
rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı
ki, O’ndan başka hiç-bir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları her-şeyden
münezzehtir” (Tevbe 31).
Bu âyeti duyan Adiy ibni
Hatem îtirâz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı
Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlûllah
şöyle buyurdu: “Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram
kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?”. Adiy ibn-i Hatem
“evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi.
Bunun üzerine Resûlûllah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.
Bilindiği gibi lâiklik,
batı’da ruhbanlara karşı çıkarılmış ve yürürlüğe konmuş bir ideolojidir.
İslâm’da ruhbanlık olmadığı için lâikliğe de gerek yoktur. Ruhbanlığa karşı îcâd
edilmiş olan lâiklik batı’da görece bir yarar sağlamış olabilir fakat ruhbanlık
kurumu olmayan İslâm’ın lâikliğe ihtiyâcı yoktur ve lâiklik ona zarar verir-vermiştir-vermektedir.
Bir yazıda tasavvuf hakkında şunlar söylenir:
“İslâm, çıplak gözle uzaya bakarak
düşünüp ibret almaya; tasavvuf ise teleskop/sezgi ile uzaya bakmaya
benzetilebilir. Bugün tasavvuf, orta-çağda olduğu gibi, zühdü ve takvâyı değil;
bir-çok çevrede egemen sisteme, yaşama kolayca eklemlenmeyi ifâde ediyor. Çünkü
sırtında şeriat ve cihad bagajları yok. Tasavvufun İslâm’a nispeti,
meyve-kurdunun meyveye nispeti gibidir. Meyve-kurdu, meyve değildir. İçeriden
de üreyebilir, dışarıdan da girebilir. Meyvenin kurda ihtiyâcı yoktur; ancak,
kurdun meyveye şiddetle ihtiyâcı vardır. Daha açıkça: İslâm’ın tasavvufa
ihtiyâcı yoktur; çünkü o, Kur’ân’ın deyimi ile ‘ekmel’dir (5/Mâide, 3). Ancak,
tasavvufun İslâm’a ihtiyâcı vardır; çünkü o eksik, özü ve kökü dışarıdan gelen
(mistisizm) bir dinselliktir”.
Mistisizm, bâtınîlik ve
tasavvuf, “işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur.
O-hâlde mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf ve ruhbanlık, Allah’a rağmen ortaya
çıkmış bâtıl ve gayri İslâmî bir akımdır.
Hristiyanların, Allah
emretmediği hâlde ruhbanlığı üretmeleri ama hakkını verememeleri gibi, müslümanların
içinden bir kısım insanların da yine Allah emretmemesine rağmen tasavvufu
üretmeleri ama hakkını verememeleri aynıdır. Üstelik ikisi de aşırılaşıp
sapınca insanlar için zulüm hâline gelmiştir. Kendilerine yada birilerine
zulmetmişlerdir-zulmetmektedirler. Bu durum mistisizm, bâtınîlik ve tüm
türevleri için de geçerlidir. Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuf, tabi
sonra da târikatlar ve bâzı cemaatler, maddî yada mânevî sömürünün kurumları
hâline gelmişlerdir.
Allah’ın insanlardan böyle
bir beklentisi olmamasına rağmen insanlar ruhbanlığı ve tasavvufu îcâd
etmişler, fakat bunlar özünde bir cehâlet, bâtıl ve zulüm olduğu için, yöneldikleri
bu şeye kendileri de katlanamamışlar ve sonunda da ya ilmi anlamda, yada
maddî-mânevî anlamda hep istismâr etmişlerdir-ediyorlar. Böylece birileri birilerini
kendilerine kul-köle edinmişlerdir-ediniyorlar.
Ruhbanlık da tasavvuf da
birer körü-körüneliktir. Körü-körünelik olunca hem câhilce bir yöneliş hem de
bir şeyleri körü-körüne göz-ardı etmek kaçınılmaz olur.
Ruhbanlıkta ve tasavvufta
bir aşırılık da vardır. Peygamberimiz, mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve
tasavvuftaki gibi bâzı “aşırılık” meyline
kapılan inzivâcılara kızmıştı. Enes ibni Mâlik rivâyet eder:
“Peygamberimiz’in nâfile
ibâdetlerini öğrenmek üzere üç kişilik bir grup, Peygamberimiz’in hanımlarının evlerine
geldiler. Kendilerine Peygamberimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu
azımsadılar ve; ‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz?. Onun geçmişteki ve
gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler. İçlerinden biri: ‘Ben ömrümün
sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi. Bir diğeri: ‘Ben de
hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi. Üçüncü
kişi de: ‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, aslâ
evlenmeyeceğim’ diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onlarla
karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi: ‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler
misiniz?’ buyurdu. Onlar: ‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler. Resûlûllah: ‘Sizi
uyarıyorum!. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve
O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç tutar, bâzen tutmam. Geceleri
hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden
yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim sünnetimden yüz çeviren kimse
benden değildir’ buyurdu” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).
Mistisizmde, bâtınîlikte,
ruhbanlıkta ve tasavvufta olan aşırılık, -sözde- Allah sevgilerinde de aşırılık
oluşmuş ve “Allah aşkı” dedikleri bir densizliği ortaya çıkarmışlardır. Bir
yazıda şöyle denir:
“Mistiklerin/mutasavvıfların
dünyevî denenme misyonunu/sorumluluğunu ve bunun gerektirdiği belâ, şerr, musîbet,
meşakkat ve zorlukları -ve doğal olarak bunların karşılığı olan
faydayı/ödülü-cenneti- terk ederek Tanrı’ya tek-taraflı olarak âşık olmaları ve
yoğun ruhsal bir coşku ve zevkle onda boğulmaları (istiğrak) veyâ ona
katılmaları (ittihâd, hulûl, vahdet, fenâ, vusûl-vecd), Tanrı’nın (Kur’ân’ın)
istediği bir şey değildir (57/27). Bu öğreti, İslâm toplumlarında ve İslâm
düşüncesinde güç kazandıktan sonra, maalesef, Allah’ın ahlâkî davranışın sevk
edicisi/bâisi/iticisi olarak koyduğu menfaat (cennet) ödülünü aşağılayarak
(Cennet, cennet dedikleri/ Bir-kaç ğılman, bir-kaç hûri/İsteyene ver sen anı
(onu)/Bana seni gerek seni” -Yunus Emre-) yâni Allah’tan fazla ahlâkçı/ideâlist
kesilmeleri, İslâm toplumlarında kültürel/entelektüel bir hegemonya kurmuştur”.
Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık
ve tasavvuf, insanın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî vs. yönüne uygun olmadığı
gibi, rûhî, kâlbî ve zihnî yönüne de uygun değildir. Bu nedenle Allah bunu
emretmemiştir. Allah’ın emretmediği bir şeyi işgüzarlık yaparak görev addetmek
de tersinden bir zulümdür. Zâten bunu görev edinenler -mümkün olmadığı için-
işin hakkını verememişler ve sonunda işin cılkını çıkarıp zulme ve sapkınlığa
düştükleri gibi İslâm’dan sapmışlardır. Zîrâ İslâm: “Kur’ân ne dediyse o” ve
“Peygamber nasıl yaptıysa öyle” olmaktan başkası değildir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder