29 Ekim 2022 Cumartesi

Zekat Vermeyenler Öldürülür Mü?


“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).

 

Başlıktaki soru yerine genelde “namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusu meşhurdur. Bu soruya, İslâm’a tek-yönlü olarak bakanlar yâni İslâm’a sâdece “din” tarafından bakanlar “tabi ki de öldürülmez” cevâbını verir. İslâm’a sâdece dînî yönden bakılınca bu doğrudur. Fakat İslâm “sâdece din” değildir. İslâm’ın iç-âlemleri inşâ eden ve kişileri bilinçlendiren bir yönü olduktan başka, -söylenmek ve gündem edilmek istenmese de- İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsal, kânûnî, hukûkî, askerî ve devlet ve Dünyâ ile ilgili her alanı kapsayan ve tüm alanlarla ilgilenen yönü de vardır. İşte “zekat vermeyenler ve namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusuna, İslâm’ın bu yönünü de hesâba katarak cevap vermek gerekir ki, doğru cevap zâten ancak İslâm’ın bu yönüne bakarak verilebilir.

 

Müslümanlık, (müslimlik ve mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak, bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir bağ değil, ciddî ve aksi-durumda yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda, bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. Savaşa gidince de doğal olarak ölümler yaşanır. Yâni bağlı olduğunuz bir pakta, kuruluşa, millete, uygarlığa vs. karşı gevşek ve aykırı davrandığınızda iş savaşa, ölmeye ve öldürmeye kadar gidebilir.

 

İşte İslâm da, böyle bir pakt ve anlaşma yapılan devlet, ümmet ve medeniyettir. Müslüman olmak demek, bahsettiğimiz “devlete, medeniyete ve ümmete yâni İslâmî yapıya katılmak, bağlanmak ve bu bağlılığın şartlarını yerine getirmek, dolayısıyla İslâm’ın kurallarına uymak” demekken, aksi durum ise; “bu bağı gevşetmek, koparmak, yapıya ters düşmek, ihânet ve düşmanlık etmek” olarak görüleceği için, bağını gevşetenlere yada koparanlara, -duruma göre- îkaz, azar ve uyarı yapılabilir ve savaş açılabilir. Bu savaş sırasında da doğal olarak ölümler yaşanabilir. Dolayısıyla “İslâm ümmetine ve milletine olan bağı koparmak bir ihanet ve düşmanlık olarak görüleceği için, böyle yapan toplumlara karşı savaş açılabilir” hükmü ortaya çıkar.

 

İslâm ümmetine, milletine ve medeniyetine katılmanın asgarî iki şartı ise namaz kılmak ve zekat vermektir. Namaz konusunda en azından İslâm milletinin o günkü gündemini öğrenmek, yeni uygulamalarını dinlemek, haberdâr olmak ve uygulamak için Cum’a namazına gitmek şarttır. Günlük namazlarını kimin kılıp-kılmadığını bilemeyeceğimiz için, kişinin ve özellikle de toplumun önde gelenlerinin Cum’a namazına gelmeleri şarttır. Zâten Cum’a namazı İslâm devleti, ümmeti ve milletinin olduğu yerde şart olur. İslâm devletinin hâkim olmadığı yerlerde sâdece şekilden ve gösterişten ibâret olan Cum’a namazlarına -içi boş olacağı için- gelmemek daha doğru olabilir. Fakat İslâm devletinin ve milletinin hâkim olduğu durumda Cum’a namazına gelmemek bir tepki, ihânet ve isyân anlamına gelir. Aynı-şekilde, İslâm’ın her alanda hâkim olduğu yerde zekatı vermemek de, bu birlikten kopmak, ihânet ve isyân anlamına geleceği için, birlikten ayrılan topluma uyarı, îkaz, azar uygulanır ve en nihâyetinde de savaş açılabilir. Savaş sırasında da ölümler ve öldürmeler olur. Böyle bir durum da öldürülenler, İslâm ümmetine bağlılığın iki şartından olan namaz kılmamak yada zekatı vermemenin sonuçlarını yaşamış olurlar. Bundan da “namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler öldürülür” anlamı çıkar.

 

Namaz kılmayanların ve zekat vermeyenlerin öldürülmesi, İslâm’ın siyâsî, kânûnî, askerî ve hukûkî yönüyle ilgilidir. Yoksa dînî anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler öldürülemezler ve onlar sâdece günahkâr olurlar. Eğer özellikle kişisel-bireysel anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler hemen öldürülecek olsaydı, “günahkârlık” diye bir şey olmayacağı gibi, ortada “günahkâr” da kalmazdı. Şahsî bir sorumluluğu yerine getirmemeyi cezâlandırmak “imtihan olma” ile çelişir. Bu yüzden İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere şiddet uygulanamaz, cezâ verilemez. Fakat bu kişiler “günahkâr” olacağı için, günahkârlığı sürdürdükleri takdirde takvâları azalır, Allah ile olan bağları zayıflar, samîmiyetleri kaybolur ve dînî duygularında gevşeme olur. Bu da İslâm’dan soğumayı yanında getirir. Tabi İslâm toplumunda insanların böyle kişilere olan güvenleri azalacağı için, bu kişilere karşı toplum baskısı uygulanması kaçınılmaz olur. Bu ayrı bir konu. Bu kişiler âhirette günahkârlıklarının cezâsını çekerler ve pişmanlığını yaşarlar. Fakat toplum tarafından baskı altına alınsalar da öldürülemezler.

 

Demek ki İslâm’da namaz kılmayanların ve zekat vermeyenlerin öldürülmesi, bireysel değil, toplumsal-siyâl bir konudur. Bir toplumun ve kavmin Cum’a namazında toplanarak İslâm ümmetinin kararlarını, uygulamalarını ve dolayısı ile yükümlülüklerini dinlemekten ve uygulamaktan vazgeçmeleri ve de bâzılarınca “zorunlu vergi” olarak görülen zekatı vermemeleri nedeniyle ortaya çıkan bir cezâlandırma durumu söz-konusudur. Sonuçta da “namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler -iş savaşla kadar giderse- öldürülebilir” hükmü açığa çıkar.

 

Zekata “zorunlu vergi” denilmesi ise kanımca doğru değildir. Çünkü Kur’ân’da hem zekatın oranı kesin oranlarla belirlenmemiştir, hem de zekat vermeyenler yâni vergisini vermeyenler mutlakâ cezâlandırılacağı için “günahkâr olmayıp dünyevî cezayla cezâlandırılacaklar” demektir. Günümüzde nasıl ki vergimizi vermediğimizde çeşitli cezâlar ile karşılaşıyorsak, zekat “zorunlu vergi” olarak görüldüğünde, “zekatını vermeyenlere -dînî anlamda- cezâ uygulanabilir” hükmü çıkar. Fakat bunun dînî anlamda Kur’ân’da bir karşılığı yoktur. Bu nedenle zekat zorunlu bir vergi değil, yaptırımı âhirette olan gönüllü bir vergidir. Kur’ân, mü’minlerden, zekat konusunda bol gönüllü olmalarını ister. Siyâsî anlamda ise, İslâm ümmetine bağlı olan ve zekat vermeyen toplumlara savaş açılır, çünkü zekatı vermemek, İslâm toplumuna, ümmetine ve milletine ihânet, isyân ve düşmanlık olarak anlaşılır. Bu nedenle de İslâm’a bağlı olduğunu söylemesine ve bu bağlılığın şartlarını kabûl etmesine rağmen aykırı davranarak zekat vermeyen toplumlara ve kavimlere savaş açılır ve zekat vermeyenler savaşın doğal bir sonucu olarak öldürülebilir.

 

İslâm’ı “sâdece din”den ibâret olarak görenler bunu idrâk edemiyor, oysa İslâm’ın aynı-zamanda siyâsal bir yönü de vardır ve zekat vermeyenlerin ve en azından Cum’a namazına gelmeyenlerin yaptıkları şey, İslâmî sisteme olan bağlılıklarının gevşemiş yada kopmuş olduğunu gösterir ki bu “İslâm’a karşı cephe almak” anlamına gelir ki bu da savaş nedeni olabilir ve savaşta öldürme ve ölümlerin yaşanması kaçınılmazdır.

 

“Müslümanlığın şartları” (mü’minliğin-müslimliğin değil) vardır ki, bu şartlar 2’dir: Namaz kılmak ve zekat vermek.

 

Kur’ân mü’minlikten ve müslimlikten bahseder. “Müslüman” kelimesi ise “İslâm toplumuna üye olmak” anlamındadır. Müslümanlık, “İslâm Dîni’nin ortaya koyduğu emirlerin hepsini yerine getirmese de, İslâm devletini ve hâkimiyetini kabûl ederek, onun asgarî iki şartına yâni namaz kılmak ve zekat vermek şartlarına uymak” demektir. Bu üyeliğin, “Allah’a inanmak ve Peygamber’i kabûl etmek”ten (kelime-i şehâdet) başka sâdece iki şartı vardır: Namaz kılmak ve zekat vermek.

 

İslâm toplumun bir üyesi olmak yâni “müslüman olmak”, asgarî olarak namaz ve zekat şartına bağlanmıştır. Müslüman olmak yâni İslâm toplumuna bağlanmak, namaz kılmayı ve zekat vermeyi gerektirir ve zorunlu kılar. Çünkü zâten kişinin diğer ibâdetleri ve emir-nehiyleri yapıp-yapmadığını bilmek her zaman mümkün olmaz. Zekat, kayıt altında verildiği için onu veren-vermeyen hemen belli olur. Namaz ise, günlük namazların kılınıp-kılınmadığı çok belirlenemese de, İslâm toplumunda kişinin haftalık Cum’a namazına gitmesi mecbûridir. Çünkü Cum’a sâdece namaz değil, İslâm toplumunun toplanma, görüşüp-konuşma (istişâre), hutbede yeni şeylerin dile getirilmesi ve topluma hem çeki-düzen verilmesi hem de yeni duyuruların yapılması içindir. İşte bu iki şey “müslümanlığın şartları”dır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş açılabilir.

 

Peygamberimiz’in vefâtından sonra Yemen ve Necid’li müslümanların; “artık Peygamber öldüğü için biz bundan sonra zekat vermeyeceğiz” demeleri nedeniyle Halife Hz. Ebubekir’in onların bu tavrını, müslümanlıktan yâni İslâm toplumuna bağlılıktan uzaklaşmak/ayrılmak, dolayısı ile “ihânet ve isyân” olarak görmesi nedeniyle üzerlerine ordu göndererek savaş ile tehdit etmesi ve onları yeniden zekata iknâ etmesinin ardında yatan sebep budur. Hz. Ebu Bekir döneminde devlete zekat vermeyi reddeden Mâlik b. Nüveyre’nin kabîlesinin üzerine ordu gönderilmesinin gerekçesi, “dinden döndüğü” idi. Zâten âyet de bunu emretmektedir:

 

“Ve eğer antlaşmalardan sonra yine yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar” (Tevbe 12).

 

İslâm’ın tüm emir ve nehiylerini kabûl ettiğini söylemesine rağmen, sâdece namaz ve zekattan müteşekkil olan şartları yerine getiren müslümanlar, İslâm toplumundan sayılır. Fakat bu iki şartı yerine getirmemek yâni namaz kılmamak ve zekat vermemek, “İslâm devletine başkaldırı” demek olduğundan ve bir mürtedlik durumu ortaya çıktığından dolayı, “ölüme kadar gidebilen bir cezâlandırma” olabilir. Mürtedlik günümüzde “vatan hâinliği” yada “isyân” ayarında bir suçtur. “Siyâsal düzene karşı çıkmak” anlamına gelir. Modern devletlerin böyle bir suçu affetmemesi nasıl normâl olarak görülüyor ve en sert cezânın uygulanması kabûl ediliyor ise, “mürtedlik” olarak bilinen suç da, İslâm’ın hâkim olduğu bir devlette affedilmez.

 

İslâm hem iç-âlemleri inşâ eder ve kişiyi bilinçlendirir hem de dış-âlemi inşâ eder ve hayâtın tüm alanlarına hâkim olmak ister. Bu sâdece, tüm peygamberlerin uyduğu İslâm dînine has bir şeydir. Tüm peygamberlerin dîni İslâm yâni “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”tir. İslâm’ın hem dînî yönü hem de siyâsî, hukûkî, askerî vs. dünyevî yönleri vardır.

 

İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında, durumu uygun olmasına rağmen hacca gitmeyenler, kurban kesmeyenler, Kur’ân okumayanlar, fâiz alanlar nasıl günahkâr oluyorlarsa, dînî anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler de günahkâr olur bu günahkârlığı ölene kadar sürdürenler âhirette pişmân olanlardan olur. Zîra bu kişilerin Allah ile bağı zayıflamış, din ile bağı gevşemiş ve iç-âleminde kopuşlar olmuş olur. Fakat namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler cezâlandırılamaz ve bu  kişiler öldürülemez. Lâkin İslâm’ın siyâsî yönünden bakılınca İslâm milletine bağlı olan kavimlerin ve toplumların namazlarını yâni Cum’a namazlarını kılmamaları, hutbede bulunmamaları ve zekatlarını vermemeleri, onlara uyarı, îkaz ve azardan sonra savaş açılmasına ve savaş sırasında da öldürülmelerine neden olabilir.

 

İslâm’da Dünyâ’da insanların vereceği cezâlar bellidir. Kur’ân’a göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir: 1.Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. Evet; İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ  ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. “Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır” derler. Fakat bu durum  genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır. İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere uygulanacak bir cezâ yoktur ve bu kişilerin durumu âhirete kalır. Şu da var ki, -bilenler için- namaz kılmamak ve zekat vermemek zâten bir cezâdır. Siyâsî anlamda ise namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenlerin öldürülme durumu ortaya çıkar ki bu daha çok kendilerine savaş açılan kavimlere ve toplumlara uygulanır.

 

İslâm’ın bu iki yönünü birlikte bilmeden ve ikisini ayırmadan bu konunun anlaşılması mümkün olmaz. İşin siyâsî, askerî, hukûkî ve kânûnî yönünü hesâba katmayan modernler ise, öldürmeden bahsedilince, İslâm’ın siyâsî-dünyevî yönünü hesâba katmadıkları hattâ İslâm’ın böyle bir yönünün olduğunu kabûl etmedikleri için hemen îtirâz ederler ve içten-içe İslam düşmanı olup çıkarlar.

 

İslâm “sâdece din” olmadığı gibi “sâdece siyâset” de değildir ve ikisinin birlikteliğidir. Bu durum insanlardan saklanmaktadır. Zîrâ İslâm, Allah’ı hesâba katmayan ve dışlayan beşerî sistem, ideoloji ve yönetim-şekillerine karşı olan tek hakîkattir ve mevcut duruma eleştiri getiren, îtirâz ve isyân eden tek din’dir. Çünkü İslâm, “sâdece Allah’ın emirlerinin ve kânunlarının uygulanması” yöntemidir.

 

İslâm’ın bu iki yönü birden insanlara anlatılmadığı ve insanlar da İslâm’ı “sâdece din” zannettiği için mesele doğru olarak anlaşılıp değerlendirilememektedir. Zâten İslâm’ın pasifleştirilmesinin ve yozlaştırılmasının nedeni, İslâm’ın “sâdece din” olarak görülmesi-gösterilmesi ve İslâm’ın sosyâl, kültürel, askerî, siyâsî, kânûnî, hukûkî yönlerinin gizlenmesi ve gündeme getirilmemesinden dolayıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder