7 Ekim 2022 Cuma

Nefse Tapmak

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Nefs-Nefis: “Can, kişi, öz varlık, bir şeyin zâtı olan, kendisi” gibi anlamlar verilir nefs kelimesine. Fakat bizce nefse; “bedeni maddî anlamda yönlendiren, arzu duyuran, Dünyâ’ya bağlayan, çıkarı ve bencilliği ortaya çıkaran, şehveti sağlayan şey” anlamı vermek daha doğru gözüküyor. Nefs bizce, insanın ne bedeni ne de rûhu değil, psikolojisidir. Psikoloji ile rûh aynı şey değildir. Beden-Nefs-Rûh konusunu ayrı bir yazıda ele aldığımız için ayrıntıya girmiyoruz ama biz “nefs” deyince insanın psikolojini anlıyoruz. Çoğunlukla bozulan ama bâzen de düzelen şey insanın rûhu değil, psikolojisi yâni nefsidir.     

 

Allah, varlığı, varlığın en ideâl durumuna yâni İslâm’a meyilli olarak yaratmıştır. Nefsi de İslâm’a meyilli olarak yaratmasına rağmen, imtihan ve sünnetullah gereğince nefse potansiyel bir aykırılık durumu da koymuştur. Bu aykırılık nefste ille de açığa çıkacak diye bir şey yoktur. Aykırılığın açığa çıkıp-çıkmaması insanın davranışına bağlı kılınmıştır. Allah nefse de bir düzen ve biçim vermiştir. İrâdeli olmayan tüm varlık yaratılışına uygun hareket eder. Fakat nefsin zirveye çıktığı hayvanlarda ve nefsinin kölesi olmuş olan insanlarda meyil İslâm’a değil, şeytana doğru yönelir ve yoldan sapar. Rûhun etkisi ve baskısı altında kalan nefisler kendini kınamaya başlar ve yeniden yörüngesine girmeye meyyâl olur.

 

Nefs, şeytanla çok ilişkilidir ve şeytandan aldığı taktikle sürekli olarak mâzeret üretir. Bu mâzeretlere göre kendine yol belirler. Şeytanda mâzeret bitmeyeceği için nefste de mâzeret bitmez. Böylece nefs şeytanın yörüngesine girerek şeytanın eline geçer ve şeytan onu istediği gibi yönlendirir ve yönetir. İnsan da, şeytanın yörüngesinde yüzen nefsin aşırı kışkırtılması ve güçlenmesi nedeniyle nefse karşı koyamaz ve nefsine tapmaya başlar. Nefsine tapan kişinin artık tek amacı nefsini beslemek ve daha da fazla kışkırtmaktan başkası olmaz. İnsanın nefsini ilah edinmesi böyle olur. Nefsinin kulu olmuş olan insan artık nefsi ona ne derse ve ne fısıldarsa onu düşünür, onu söyler ve onu yapar. En güzel ve doğru hayâtı da, “nefsin dediğini yapmak, nefse göre davranmak” olarak görür. Çünkü nefsini tatmin ettiği oranda haz almakta ve kendini mutlu oluyor zannetmektedir. Nefsine tapanlar için kişi mutlu hissediyorsa sorun yoktur ve her-şey yolundadır. Sonuçta insanın o kendine özgü olan tarafı da nefsin peşine düşer ve hayvanlaşır çıkar. Zamanla hayvandan bile daha aşağı bir duruma gelir. Çünkü hayvanlar aslında yaratılışları gereği nefs-merkezli yaşarlar ve bu onlar için doğru ve normâldir. Fakat insanda bir de ona özgü bir rûh vardır ve Allah nefislerin rûh ile ve vahyin kontrôlünde olup terbiye edilerek insan olunmasını, aksi-hâlde hayvandan daha aşağı olunacağını söyler. Nefsinin peşine takılarak hayvandan daha aşağı bir konuma gelen insan aslında nefsine tapmış olur.

 

Tabi nefs “öldürülmesi” gereken değil “terbiye edilmesi” gereken şeydir. Zîrâ nefs bizim hayâtiyetimizi devâm ettirmemizi de sağlar. Arzularımız ve şehvetimiz hep nefistendir. Bu duygularını yitirmiş olanların yaşaması mümkün değildir. Bu duyguların eksikliğinde en azından psikolojiler bozulur. Hastaların ve ölmek üzere olanların nefisleri işlemez olmuştur. Hastalık belki de biraz da bu nedenle nefisler açısında “iyi ve terbiye edici” olarak görülür. Nefsi köreltmeye çalışmak ve aşırı serbest bırakmak, ona zulmetmek demektir.

 

İnsan madde-nefs ve ruhtan oluşur. İki taraf da boşluk kabûl etmez. Maddî taraf rûh ile doldurulamayacağı gibi rûh tarafı da madde ile doldurulamaz. O hâlde beden, nefs ve rûh bir denge hâlinde olmalıdır.  

 

Tüm zamanlar boyunca, insanlar ya vahye uymuştur, yada nefsine. İslâm’ın evrensel değerleri seküler bir yorumlamaya tâbi tutularak ve nefse uygun hâle getirilerek, “beşerî değerler” olarak sunuluyor.

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Vahyin peşinden gidenler; 2- Nefsinin peşinde sürüklenenler. İnsanlık târihinde nefsi tatmin etmek için tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey için kullanılmamıştır.

 

İslâm, “Dünyâ-nefs yerine vahyin merkeze alınması”dır. İslâm; şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir. Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir. Kriter olarak Allah’ı-Peygamber’i-Kur’ân’ı yâni İslâm’ı kriter almayanların kriterleri “nefs”tir. İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamayacak olma korkusu”ndan kaynaklanır.

 

Şeytanın telkinleriyle nefse uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler nefse göre yapıldığında, bir süre sonra Dünyâ, tam da nefse uygun bir hâle gelirken; Allah’ın emir ve nehiylerine uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapıldığında ise Dünyâ tam da İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun hâle gelir. Dünyâ’yı nefse yada İslâm’a göre şekillendirmek için birilerinin on numara ve kusursuz bir plân yapmasına gerek yoktur. Mekân, şartlar ve dolayısı ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl davranırsanız ona göre şekillenir.

 

Nefs bağımsızlaştıkça tatminsizlik artar. Modern müslümanlar da dâhil modern insan, nefsine hitâp eden şeylere zinhar laf ettirmiyor. Modern insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır.

 

Mevcut sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir. Nefsi karşınıza almak, icâbında tüm Dünyâ’yı karşınıza almak anlamına gelebilir.

 

 Nefis imtihanın bir sonucu olarak insanda bulunur. İnsan melek olmadığı için nefs sâhibi bir varlıktır. Nefisler nefis sahiplerinin kendileri tarafından gönüllü olarak kontrôl edilmedikçe, nefisleri sürekli bir şekilde hiç kimse sürekli olarak kontrôl edemez.

 

İslâm dışındaki beşerî sistemler ne kadar katı ve diktatörce olsalar da, en nihâyetinde “nefislerini dizginleyebilmek” için ideolojilerinden yâni dinlerinden tâviz vermek zorunda kalmıştır ve kalıyorlar. İslâm ise nefislere zulmetmemeyi ve terbiye etmeyi ölçü alır. Nefislerin gönüllü olarak ıslahının nefis sâhipleri tarafından yapılması önerildiği için nefisleri kontrôl etmede en başarılı olan düzen İslâm’dır. Beşerî düzenler ise nefisleri ya aşırı serbest bırakır yada aşırı şekilde hareket alanını kısıtlar ki ikisi de nefse zulmetmek demektir. İslâm, nefisleri terbiye etmeyi ve ona zulmetmemeyi esas alır. Zâten bu nedenle Dünyâ’da en başarılı olacak olan hattâ gerçek anlamda tek başarılı olabilecek düzen İslâmî düzendir. Zîrâ İslâm denge dînidir ve nefisler ancak dengede olduğunda insanı mutmain eder ve ruhlara baskı yapmayı bırakır.

 

Nefisler kışkırtılmak için sürekli olarak “özgürlük” peşindedir. Modernizmin “özgürlük” dediği şey “nefislerin özgürlüğü”dür. Oysa nefis özgürleştikçe tutsaklığı artar. Öyle ki, en sonunda bu tutsaklıktan kurtulmak için nefisler kendilerini ilah îlân etmeye başlarlar.

 

Nefisler bir kere kışkırtıldığında tüm nefisler kışkırtılmadan etkilenir ve kışkırtılmış nefislere sâhip bir toplum ortaya çıkar. Öyle ki nefislerine tapmayan ve nefislerine göre hareket etmeyen bir kişi bile kalmaz. Nefsine tapmayan adam bulmak neredeyse imkânsız hâle gelir. Azâba uğrayan kavimlerde nefsine tapmayan insan kalmamıştı da azâba uğramışlardı. Yaratılış 18:26’da şöyle denir: “Rab, ‘Eğer Sodom’da elli doğru kişi bulursam, onların hatırına bütün kenti bağışlayacağım’ diye karşılık verdi”. Fakat gelin görün ki o sayıda bile nefisleri temiz kalmış kimse kalmamıştı ki zâten temiz olanlar da Hz. Lût ile birlikte oradan ayrılıp gitmişlerdi.

 

Nefisleri sınırsız ve sonsuzca kışkırtan ideolojilerin ortaya çıkardığı kötü sonuçların, toplumları ve de Dünyâ’yı yıkıma getirdiği gerçeğini kabûllenmek istemeyenler, bireyselliği arttırarak, ideolojileri güçlendirerek, dolayısı ile nefisleri daha fazla kışkırtarak sorunları ve yıkımı engelleyebileceklerini düşünmeleri, nefislerin kendilerine oynadığı bir oyundan başkası değildir. Çünkü ruhtan bağımsız kalmış nefisler, kışkırtılmalarının önünü kesecek her-şeye karşı düşman oldukları için, şeytandan aldıkları ilhamları nefsin sâhibine ulaştırırlar ve kişinin nefsinin güdümüne girmesini sağlarlar.

 

Modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî olan”ın güdümüne girmek demektir. Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır. Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatır. Rûhu zayıflamış olanların varacağı yer Ateizm ve Deizm’dir. Ateizm ve Deizm’in yaygılaşmasının nedeni, “din”den çok, nefisle alâkalıdır. İslâm nefse hoş gelmediği için ateist ve deist oluyorlar.

 

Bâtılın ve bâtılın lîderlerinin başarısını(!) o kadar da büyütmeye gerek yok, zîrâ nefse uygun işler yapmak o kadar da zor değildir. Zâten şeytan en büyük destekçileri olur. Nefsin doğrultusunda işler yapınca, bâtılın başarılı olması çok kolay ve çok çabuk olur. Zîrâ insanların, nefislerine uygun olan şeyleri kabûl etmeleri çok kolaydır. Böylece bâtıl çarçabuk yaygınlaşıverir. Kitleler de zannederler ki, adamlar çok üstün ve etkili bir uygarlık kurmuşlar. Oysa nefsin kışkırtılmasının sonucunu yaşamaktadırlar. Rûhun hâkim olduğu bir zamanda ve mekânda yaşamayanlar yâni İslâm medeniyetini bilmeyenler ve de görmeyenler, nefis uygarlığını matah bir şey zannederler.  

 

İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu, bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru”, bedene sıkıntı veren şeylerin ise “kötü” olduğunu zannetmesidir.

 

Akıl; doğu’da “Allah’ın kontrôlü”nde iken, batı’ya-Yunan’a gidince “nefsin kontrôlü”ne girmiştir. “Akıl-merkezlilik” denilen şey aslında, “nefis-merkezlilik”tir. Zîrâ akıllar Allah’a göre değil, nefse yâni şeytana göre şekillenmiştir.   

 

Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır. Îman ile sınırlanmayan ve yönlendirilmeyen akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Îmâna taâllûk etmeyen akıl, nefsin güdümünde olacağından dolayı, ancak ifsâd eder. Nefis, hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı” kullanır. Nefsinin kulu olmuş ve nefsine tapmakta olanlar, modern telâkkiden dolayı “akıllarına uyduklarını” zannediyorlar.

 

Nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebilir ve normâl hâle gelebilir. Nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Allah’a hakkıyla kulluk yap(a)mayanlar nefislerine tapmaya başlarlar. Modern müslümanların sorunu da budur. Kur’ân’ı, moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Böylece vahiy, kendi iç-bütünlüğüne göre değil de, mevcut zamâna ve mekâna göre yorumlanmaya başlanır. Zamâna göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.

 

Modern-bilim ve teknoloji, nefse dönük ve nefse yöneliktir. Modern-bilim iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, modern-bilim ve teknolojinin kötü ve yıkıcı yönlerini daha çok açığa çıkaracaktır. Çünkü kışkırtılmış nefs sınır tanımaz ve sınırlanmayan nefsin yapmayacağı şey yoktur. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır. Modernite “nefsin alabildiğine kışkırtıldığı” bâtıl bir sistemdir.

 

Ne kadar da “güçlü” nefsimiz var ve ne kadar da “güçsüz” irâdemiz var. Fakat insanın nefsini ancak yine o insanın kendisi sınırlayabilir. Nefs ne kadar açık olursa, bilinç o kadar kapalı olur. Nefs ne kadar palazlanırsa, hayvâniyet o oranda artar. Kötülük ve sapma, insanın nefsi ile ilgilidir, fıtratı ile değil. Zîrâ insanın fıtratı İslâm’la birebir örtüşür.

 

Nefs, gafletten beslenir. En büyük sefillik, nefsin peşinden hırsla koşmak ve yarışmaktır. Takvâda yarışmayınca “nefste yarış” başlar.

 

Tüm sorunlar nefsten kaynaklanır. O hâlde sorun giderici en iyi sistem, “nefse karşı olan sistem”dir ki nefse karşı olan sâdece İslâm’dır. Nefsine karşı İslâmî bir darbe-devrim yap(a)mayanlar, şirke-küfre karşı da darbe-devrim yap(a)mazlar.

 

Rûh karşısında nefse verilen en küçük bir tâvizde nefs rûhu inkâr etmeye başlar. İnkâr, mutlakâ zulmü, zulüm de mutlakâ azâbı yanında getirir. Lâkin nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez. Onu ancak “acı azap” kendine getirir. Tevbe, nefsimize karşı şiddet ve zor kullanmaktır.

 

Nefsine sâhip çıkamıyorsan, müslümanlığına da sâhip çıkamazsın. Dünyâ’ya “nefsin penceresinden” bakmaya alışmış olanlar, nefse uygun olmayan şeyleri idrâk edemezler.

 

Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin rızâsı için yapılmaya başlar.

 

Cennet, nefsin değil, “rûhun tatmin olduğu yer”dir. Rûhun tatmin olmadığı her yer cehennemdir.

 

Uyuyan insan mâsum görünür. Zîrâ nefsi o anda etkisizdir. Uykunun kardeşi olan ölüm ânında ise nefs işlevsizdir. Zîrâ beden hareketsizdir. Bedenin hareketsiz kalması, nefsin de o oranda hareketsiz kalması demektir. Bu nedenle nefsin terbiyesinde bedeni gıdâsız ve hareketsiz bırakmak ve rûhu daha fazla harekete geçirmek vardır.   

 

İnsan ya nefsinin peşine düşer ve hazlar ve zevklerle ömrünü heder eder yâni nefsine tapar ve sonunda da âhirette hüsrâna düşer ve perişân olur; yada Kur’ân’a-Peygamber’e yâni İslâm’a göre bir hayat yaşar ve hem nefsini meşrû yoldan tatmin eder hem de rûhunu âhirete hazırlar. Böylece iki cihanda da iyiliğe ulaşmış olur.  

 

 “(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yûsuf 53).

 

“Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene. Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyânla, günahla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır” (Şems 7-10).

 

Peygamberimiz’in bir duâsıyla yazımızı bitirelim:

 

“Ey Allah’ım!; Sen’in rahmetini umuyorum, beni göz açıp-kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş-başa bırakma. Hâlimi tümüyle düzelt, Sen’den başka ilâh yoktur” (Ebu Dâvûd, Edeb, 110).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder