23 Mayıs 2019 Perşembe

İnfâk ve Zekât


“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Bakara 3).

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin” (Bakara 43).

Zekât: “Nisab miktârı (zekât verebilecek kadar) mala yada paraya sâhip olan müslümanın, en az kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve verilen sadaka. Ziyâdeleşme, artma. Temizlik. Tahâret” anlamlarındadır.

İnfâk: “Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. Harcayıp tüketme” demektir.

“İfsâd olmamış insan fıtratı”nda, “kendinde olanı elden çıkarmak” duygusu vardır. Bu yüzden dînî duyarlılığı olmayanlar bile kendinde olanı elden çıkarmak yoluna giderler. Yada bunu en azından konuşurlar. Fakat onlar bunu hak yoldan “Allah için” değil de, bâtıl yoldan “gösteriş için” yaparlar. Böylece tüm yaptıkları boşa gider. Zîrâ zekât ve infâk, ancak Allah rızâsı için yapıldığında makbûl olur.

“Zekât zorunlu, infâk ve sadaka ise isteğe bağlıdır” deniyor, fakat bu ancak resmî anlamda böyle olabilir. Yoksa infâk etmek zarûrettir.

İslâm, zekât, infâk, sadaka ve “yardım”dan önce, “adâletli bir paylaşım”ı emreder. Böylece birilerine yapılan yardımı, “sürekli yapılması gereken” bir şey olmaktan çıkarır ve ancak olağan-üstü durumların konusu yapar. Çünkü İslâm toplumunda ve devletinde paylaşım-bölüşüm ve gelir, adâletli bir şekilde yaygınlaşmış olacağından dolayı, İslâm devleti içinde sürekli olarak birileri yardım almak durumunda olmaz. Tabi bu, zekât ve infâkın verilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü “imtihan gereği olarak” Dünyâ genelinde mutlakâ yardıma ihtiyaç duyan birileri olacağından dolayı, toplanan zekât ve infâk gelirleri ihtiyaç olan yerlere kanalize edilir.

Namaz ve zekât-infâk, müslüman olmanın en bâriz göstergesidir. Namaz kılmak bâzen gösteriş olarak yapılabilse de, mallardan sürekli vermek kolay olmayacağı için, samîmi olmayanlar infâkı hakkıyla yapamazlar ve kendilerini belli ederler.  

Zekât Kur’ân boyunca “namaz” ile birlikte gelmiştir. Zımnen şöyle denilmek istenmiştir: “Namazı kılın ve namazın tamamlanması yâni amacının yerine gelmesi için de zekâtı da verin. Arınma ancak o şekilde tamamlanır. Yoksa namaz öyle kuru-kuruya yapılıverecek bir şey değildir”. Namaz zekâtın verilmesi ile ikâme edilmiş olur. Aksi-takdirde “din yalanlanmış” olur. Zâten Mâûn Sûresi de bunu söyler:

“Dîni yalanlayanı gördün mü?. İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veyâ zekâtı) da’ engellemektedirler” (Mâûn Sûresi).

Müslüman, en iyi ve bâriz şekilde Ramazan ayında belli olur; oruç ve zekât ile. Çünkü din, ferâgattir ve yeme-içmeden belli oranda kesilmek ve mallardan vermek (ki bu mallardan ve canlardan vermek anlamına gelir) her yiğidin kârı değildir.

Zekât “para”dan olur. Zekât verecek kişi, zekâtı alacak olan kişiye nakit olarak belli bir miktar parayı takdim etmelidir. Günümüzde olduğu gibi, marketlerden alınıp paketlenen yada hazır paketleri alıp da birilerine vermek zekât değil, “infâk” yada “sadaka” olabilir.

Yardım-kolileri, standart olarak hazırlanmış yiyecek-içeceklerle sınırlıdır. Hâlbuki kişinin ihtiyâcı çok farklı olabilir. Belki de onun bir ayakkabıya, giyeceğe, kitaba, borcunu karşılayacak paraya vs. ihtiyâcı vardır. Çok farklı nedenlerden dolayı nakit paraya ihtiyâcı olan kişilere “zekât” adı altında yardım kolileri vermek çok absürd olur. Kişiye zekât olarak belli bir miktar “para” verilmelidir. Zekâtı alan kişi o parayı nereye harcarsa harcar. Neye ihtiyâcı varsa onun için kullanır. Zekâtta “dayatma” olmamalıdır. Yardım-kolileri bir “dayatma”dır. Bu kolileri ihtiyaç sâhibi olana getirerek; “mecbursun, bunları yiyip-içeceksin, sen ancak bunları tüketebilirsin, başka bir ihtiyâcın olamaz” der gibi bir durum oluşur çünkü. Sanki doğal bir felâketten çıkılmış da âcil ihtiyaç olarak yiyecek-içecek tedârik eder gibi herkesin yardım kolileri taşıyarak zekât vermeye kalkması doğru değildir.

Yardım yaparken, yardım edilen âilelerin nüfûsu da göz-önüne alınmalıdır. 3 kişilik bir âileye verilenle 5-6 kişilik bir âileye verilen yardım aynı ölçüde olmamalıdır. “Yardım Paketi” olarak hazırlanan paketler, -sanki âile sayıları herkeste aynıymış gibi- standart olarak hazırlanmaktadır. Bu da, yapılan şeyin şekilcilikten ibâret olduğunu göstermektedir.

Zekât “para”dan olur. Yardım kolileri, market ürünleri üretenlerin ve marketlerin ortaklaşa oluşturdukları kapitâlist bir projedir. Böylece marketler; “yeme-içmenin, dolayısı ile de alış-verişin azalacağı Ramazan Ayı”nda düşen gelirlerini bu şekilde önleyip tamamlamak ve hattâ kazançlarını katlayarak arttırma yoluna gitmek isterler. Bu yöntem, yardım-kolileriyle zekâtını vermek isteyenlerin de işine gelmektedir. Zîrâ yardım-kolisi, insanlara “çok” ve “fazla” görünmektedir ve “bir sürü şey verildiği” zannı oluşturmaktadır. Hâlbuki verilen kolilerin toplam fiyatı 50-60 lirayı geçmemektedir. Oysa zekât olarak 50 TL vermek olmaz. Çünkü 50 TL’den zekât olmaz. Bu nedenle zekât en azından, sahabenin “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı” dediği “1/40 oranında nakit para olarak” verilmelidir ki isâbetli olsun ve işe yarasın. Evet; infâk her-şeyden, zekât ise ancak paradan olur. Bu nedenle zekât ile infâkı ayırmak önemlidir. 

Namazın sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti olmalıdır. Tüm ibâdetlerin sünneti olmalıdır. O hâlde mü’min için malının 1/40’ını vermek yetmez ve infâkını-sadakasını da yapmalıdır. Hattâ takvâya göre infâkın oranı, “ihtiyaçtan artan”dır:

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

Zekât için “vergidir” deniliyor. Zekât vergidir ama bu vergi “Allah vergisi”dir ve “devletin kendi işlerine kullanması için verilecek bir vergi” değildir. Allah vergisi, “insandan devlete” değil, “insandan-insana” verilir. Zenginden fakire verilen bir vergidir zekât. Tabi devlet bir kurum oluşturarak bu vergiye profesyonel bir aracılık yapabilir ve zâten yapmalıdır da. Fakat zekât, devletin bâzı işleri ve düzenlemeleri amacıyla kullanılması için devlete verilen bir vergi değildir. Fakat devlet bunu, ihtiyaç sâhiplerine dağıtmak için kullanacaksa, yâni zekât, “zekât kurumu” tarafından zekât verilecek olanlara ulaştırılıyorsa ve başka bir amaçla kullanılmıyorsa, işte o zaman zekât devlete verilebilir ve verilmesi daha uygun olur. Bu devlet tabî ki de İslâm Devleti olmalıdır. Şu da var ki, eğer zekât bir vergiyse, o hâlde İslâm Devleti kurulmadıkça dînî bir vecîbe olan zekât verilemez.  

En asgarisi %2,5’e tekâbül eden zekâtı tüm herkes İslâm Devleti’ne vermek zorundadır. Gerçi sahabeler bu zekât miktârına “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı” derler ve bu oranla yetinmeyip ellerinden gelen ne varsa ilâve ederek verirlerdi. Çünkü namazın sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti olmalıdır ki bu, “zekâtın şükrü”dür.

İnfâk gece-gündüz ve açık-gizli olarak vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah böylece infâk edenleri korkularından arındırır:

“Onlar ki, mallarını gece-gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn olmayacaklardır” (Bakara 274).

İnfâk “Allah yolunda” olmalıdır ve bu infâk, insanı özellikle âhiret azâbından olmak üzere kişisel ve toplumsal ifsâdlardan korur:

“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” (Bakara 195).

Kur’ân’da infâkın kime yapılacağı da belirtilmiştir:

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: Hayır olarak infâk edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir” (Bakara 215).

“(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Bakara 273).

İnfâkın ne kadar olacağı da söylenir ve müslümanların en çok tartıştığı konulardan biri de budur. Oysa âyet, tartışmaya açılmaya gerek olmayacak kadar açıktır:

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür’. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

İnfâkın Allah tarafından kabûl olması için, infâk yapıldıktan sonra infâk edilen kişinin başına kakılmaması gerekir. Ancak buna dikkat edildiğinde infâk kabûl edilecek ve karşılığı Allah tarafından verilecek, aksi-hâlde yapılan iyilik geçersiz olacak ve boşa gidecektir:

“Mallarını Allah yolunda infâk edenler, sonra infâk ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn olmayacaklardır” (Bakara 262).

“Ey îman edenler!, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infâk eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç-bir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez” (Bakara 264). İnfâktan sonra başa kakmak ne kadar çirkin bir davranıştır.

İnfâk, kişinin en sevdiği ve en iyi mallardan yapılmalıdır. Gözden çıkarıp da “birisi çıksa, şunu versem de kurtulsam” anlayışı infâk değildir:

“Ey îman edenler!, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, övülmeye lâyık olandır” (Bakara 267).

“Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Âl-i İmran 92).

İnfâk, varlıklı olmaktan ziyâde, gönül işidir. Gönlü olmayanlar çok varlıklı olsalar da “küçücük bir yardım=mâûn” bile veremezler. “Var ki veriyor” sözü herkes için geçerli değildir. İnfâk, sâdece bollukta yapılacak olan bir şey değildir. İnfâk zekât gibi değildir, bollukta da darlıkta da olur. Bollukta yapılacağı gibi, darlıkta da yapılır. Böyle mü’minler de vardır ve Allah bu mü’minleri Kur’ân’da şu şekilde tanıtır:

“Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever” (Âl-i İmran 134).

Müslümanlar infâk etmedikçe, Dünyâ’yı Allah’ın istediği şekle sokamayacakları gibi, zulüm ve adâletsizlik de ortadan kalkmayacaktır. Zîrâ inkâr edenler kendi bâtıl sistemlerini ayakta tutmak ve hâkim kılmak için çalışıp durmakta ve bu yolda mallarından harcama yapmaktadırlar:

“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır” (Enfâl 36).

 Görüldüğü gibi kâfirler “Allah yolundan alıkoymak için” infâk ediyorlar, buna karşı müslümanlar Allah için nasıl olur da infâk etmezler?..

İnkârcıların ve münâfıkların infâkları kabûl olmaz. Çünkü gösteriş içindedirler ve samîmi değildirler. İslâm’da samîmi bir şekilde yapılmayan işlerin karşılığı yoktur. Zîrâ samîmice yapılmayan şeyler Allah tarafından kabûl edilmez:

 “İnfâk ettiklerinin kendilerinden kabûlünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infâk etmeleridir” (Tevbe 54).

Tabi infâk edecek hiç-bir şeyleri olmayanlar sorumlu değildirler. Allah böyle kişilerin, Allah’a ve Resûlüne içtenlikle bağlı olmalarını ve hayra çağırmalarını ister:

“Allah’a ve elçisine karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infâk etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 91).

Allah Kur’ân’ da mü’minlerin özelliklerinden bahsederken infâk edenleri de sayar ve şöyle der:

“Ve onlar, Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (Dünyâ’nın güzel) sonucu (âhiret mutluluğu) onlar içindir” (Ra’d 22).

İnfâk, gizli yapılabileceği gibi açıkça da yapılabilir. İnfâkın ertelenmesi tehlikelidir. Zîrâ “hesap günü”nün ne zaman geleceği belli değildir:

“Îman etmiş kullarıma söyle: Alış-verişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, dosdoğru namazı kılsınlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk etsinler” (İbrâhim 31).

İnsan imtihanın bir gereği olarak cimri bir yaratılışa sâhiptir. Fakat fıtratı ve vicdânı daha baskındır ve bu nedenle de fıtratını ve vicdânını aksi istikâmette baskılamamış olanlar için infâk etmek zor olmaz. Fakat nefsinin güdümüne girmiş olan insan Dünyâ’lara sâhip olsa da, cimriliğinden dolayı infâk etmekten çekinir:

“De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazînelerine mâlik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsan pek cimridir” (İsrâ 100).

Takvâ sâhibi olmanın yolu da infâk etmekten geçer:

“Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa (vetteka) (Leyl 5).

Tabi cimrilik yapmayacağım diye, ellerinde ne var ne yoksa tümden dağıtıp infâk etmek de doğru değildir:

“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

İnfâk, aslında “kendine infâk etmek”tir. Vermek “kendine vermek”tir. İnfak kâlpte başlar, niyette devâm eder, “el”de sonlanır.

İnfâk olmayınca isrâf başlar. İnfâk, nifâkın ve isrâfın panzehiridir. İnfâk edenler ne nifâk çıkarırlar ne de isrâf ederler.

İnfâkın hesâbını yapmak ayıptır. Bu nedenle de mü’minler için 1/40 vermek “ayıp” olur.

İslâm’da harcamak, “Allah yolunda harcamak” iken (infâk), modernizmde harcamak, “isrâf yolunda tüketmek”tir.

Mü’minlerin önderleri olan peygamberlerin başlıca özellikleri içinde zekât da vardır. Tıpkı namaz ve oruç gibi zekât da tüm insanlara emredilmiştir ve peygamberler de bunu dile getirmişler ve insanlara örnek olmuşlardır:

“Ve onları, kendi emrimizle hidâyete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibâdet edenlerdi” (Enbiyâ 73).

Müşriklerle olan savaş, müşrikler ancak namazı kılıp zekâtı verirlerse sonlandırılır. Allah onları ancak o zaman bağışlayacağını söyler:

“Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 5).

“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).

Görünürde müslüman olmalarına rağmen, inkârları ve münâfık oldukları yaptıklarından açıkça belli olan, İslâm’a aykırı davranan, İslâm’ın gereği olan namazdan, zekâttan-infâktan uzak olan ve müslümanlardan yüz çevirip de İslâm düşmanlarıyla iş tutanların mescidleri onarmaları ve îmar etmeleri yasaktır:
 
“Allah’ın mescidlerini, yalnızca Allah’a ve âhiret gününe îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayanlar onarabilir. İşte, hidâyete erenlerden oldukları umulanlar bunlardır” (Tevbe 18). Âyetin de söylediği gibi, Allah’ın mescidlerini îmar edecek olanların başlıca özelliği, namaz ve zekâttır.

Ticâret ve alış-veriş işinde bir hırs ve hevâ-heves vardır. Bu durum insanları ticârete ve alış-verişe kilitler ve bu-arada namaz ve zekâttan uzaklaştırabilir. Fakat mü’minler bundan istisnâdır:

“(Öyle) Adamlar ki, ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kâlplerin ve gözlerin inkılâba uğrayacağı (dehşetten allak-bullak olacağı) günden korkarlar” (Nûr 37). Örnek gösterilen kişiler, ticâretin namaz ve zekâttan alıkoymadığı kişilerdir.

Zekât, âhiret bilinci ve îmânı olanlar için sorun teşkil etmez. Fakat âhiret bilinci ve inancına sâhip olmayanlar için zekât vermek ve infâk etmek çok zordur. Zekât ve infâk böyle kişilere çok ağır gelir. Zîrâ onlar âhirete de gerçekten inananlar değillerdir:

“Ki onlar, zekâtı vermeyenler ve âhireti inkâr edenlerdir” (Fussilet 7).

Modern dünyâ zekât ve infâktan kopunca kitleler hâlinde açlıktan ve susuzluktan ölen insanlar görülür ki, modern zamanlarda bu durum zirve yapmıştır. İnsanları hem sömürüp hem de onlara yardım yapmayarak açlıktan-susuzluktan ölmelerine sebep olmak ağır bir şerefsizliktir.

Modernizm bir “infâksızlık uygarlığı”dır. Bu nedenle namaz kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca zekât vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek, yâni Kur’ân ve Sünnet merkezli bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist-konformist-modern dünyâya karşı yapılan bir isyândır.

Kaybettiği malı için; “sadakam olsun” demek sadaka olmaz. Sadaka ve infâk, bilinçli bir şekilde ve gönüllülükle verilen şeyde olur.

Aşırı mal, aşırı mal-sevgisi doğurur. Aşırı mal-sevgisi kâlbi karartır ve zamanla köreltir. Böylece kişi artık her-şeyi “mal-mülk” ile değerlendirmeye başlar. Bundan kurtulmanın tek çâresi infâktır, zekât ve sadakadır.

Unutulmasın ki yapılan her infâk eksiktir. İleride bunun pişmanlığı yaşanacaktır:

“Sizden birinize ölüm gelip de: Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin” (Münâfikun 10).

“..Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

“Malınızı-mülkünüzü zekât ve infâk ile harcayıp bitirin” demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, ille de 1/40’a denk gelmez. Sahabenin de dediği gibi bu oran, zekât-ı bâhil=cimrinin zekâtıdır:

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).

Mustafa İslamoğlu, zekât ve infâk hakkında şunları söyler:

“Zekât, infâktan bir bölümdür. Allah’tan başka hiç kimseden karşılık beklemeden yapılan şeye infâk denir. İnfâkla nifâkın aynı kökten olmasının nedeni, yeterince infâk yapmayınca nifâk doğacağından dolayıdır. Servetin tek elde toplanmasıyla nifâk doğar. Bunu yapana da münâfık denir. İnsanların ilk sınavı infâkla olmuştur, bu infâk sonucu kaybeden Kâbil nifâk çıkarmıştır. İnfâk etmeyenler nifâk çıkarırlar. Mü’mini münâfıktan infâk ayırır. İnfâk ahlâkı yoksa vermek ezmektir. Bir şeylerin artması için bir şeylerden arınmak gerekir. Bu: ‘zekka=zekât’ kelimesiyle ifâde edilir. Sahabeler zekât verdiklerini; “cennetimizi sırtında taşıyan insanlar” diye târif ederlerdi. Yâni biz onları değil, onlar bizi sırtında taşıyor. Zekât, ‘çubuğu budamak’ gibidir. Budayınca çubuk hacimce küçülür ama, iyi meyve verir”. 

İnfâk, berekettir. İnfâk edenler karşılığını hem Dünyâ’da hem âhirette alırlar:

“Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tâne bulunan bir-tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat arttırır. Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir” (Bakara 261).

İnfâk ile tüketmeyenler, isrâf ile tüketirler ve tükenirler. Zîrâ “infâk” etmeyince mecbûren “isrâf” edenler mutlakâ “nifâk” çıkarırlar. Sonuçta o nifâk onları da kuşatır. Üstelik âhirette de derin pişmanlıklar içinde kalırlar.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder