“Bugün size dîninizi
kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı
seçip-beğendim...” (Mâide 3).
Peygamberimiz’den sonra Hz.
Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar müslümanlar durumu iyi götürdüler.
Fakat şeytanın fısıldamaları her-an devâm ediyordu ve en ufak bir açık bile
yetiyordu vesvesenin damara karışması için. İşte şeytan bu dönemden sonra bâzı
açıklıklar buldu ve zehrini boşalttı müslümanların şah damarına ve sonra da kâlbine.
Bundan sonra ara-ara bâzı ferâsetli ve dirâyetli kişilerin gayretleriyle
sakinleşmeler yaşandıysa da, en büyük fitne kaynağı olan maddiyat-çıkar (para)
işin içine girmişti ve ümmetin -halk tabanında olmasa da-, yönetim tabanında
çatlamalar ve kırılmalar baş-gösterdi. Bu durum yanında, Kitab’ı ve Peygamber’i
geri plâna atmayı getirmişti ki asıl felâket budur zâten. Tüm felâketlerin başı
da ortası da, sonu da; Kitap (Kur’ân) ve Peygamber’in (sünnet) geri plâna
atılması ve nefs ve çıkar-merkezli bir yola girilmesidir. Nefs ilk başta
buradan vurur insanı. “2S”, “2Ş” ve 1C şeklinde tâbir edilen; servet-siyâset, şöhret-şehvet
ve cehâlet fitneyi ve ifsâdı başlatan belirleyici unsur oldu. Ferâsetli ve
dirâyeti bâzı kişileri saymazsak İslâm âlimleri de buna engel ol(a)madı. Böylece
artık kitap/sünnet-merkezli değil, kitap ve sünneti de tümden yok saymayan ama
servet-siyâset, şehvet-şöhret ve cehâlet-merkezli (2S, 2Ş ve 1C ) bir yönetim ve hayat başladı.
Kitaptan ve sünnetten kopma,
çok uzak olmayan vâdede büyük kopuşu ve yıkılışı da yanında getirir. Fakat
İslâm’ın temelleri çok sağlam atılmıştı ve “halk tabanı” da samîmiyetini hâlâ
sürdürüyordu. Bu-arada “gönüllerin fethinden” bağımsız “toprakların fethi” tüm
hızıyla devâm ediyordu. “Gönüllerin fethinden” önce “toprakların fethine”
kilitlenilmişti. İşte bunun sağladığı maddî güç ile, dış etkiler çok da
zorlanılmadan bertarâf edilebiliyordu. Yunan felsefesiyle gelen kültürel dalga
ve haçlı-moğol saldırıyla gelen askerî-siyâsi dalga bu sağlam temel ve kitap ve
sünnete hâlâ îtîbar edildiğinden dolayı bertarâf edilebildi. Fakat özellikle
ikinci dalga olan Moğol istilâsı çok sarstı ve büyük yıkımlar getirdi. Aslında
kanımca, haçlı seferleri ile yıpratılıp Moğol işgâlleriyle gelen yıkım, devleti
olmasa da medeniyeti durdurmuş, hattâ büyük oranda yıkmıştır. Osmanlı belki
biraz bunu tersine çevirebilmiştir fakat o da,
askerî-siyâsi-yönetim-mîmâri-edebiyat yönünden çok zengin ve başarılı olsa da,
ilim yönünden zayıf olduğu için ilmi ve medeniyeti yeniden diriltememiştir.
Zîrâ medeniyet sâdece savaşla-devlet ile kurulmaz. Bir ilim, kültür, vicdan
merhâmet de üretilmesi ve yayılması gerekir. Moğolların yıkımları içinde
bilindiği gibi kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı bir devletin
yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve saldırıları ilmi ve
dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler de sekteye uğradı ve
sâdece dış yönü kurtarmanın yoluna düşüldü.
Tüm bunlar İslâm
medeniyetini zayıflattı ve yıkımın eşiğine getirdi. Artık müslümanların “son
dalgaya” dayanacak gücü pek kalmadı. Batı’nın Rönesans ile başlayan, Aydınlama,
Sanâyileşme ve Fransız Devrimi süreçleri ile birlikte maddî anlamda ilerlemesi
ve güçlenmesi, zamânın cihangir devleti olan Osmanlı’yı da güçsüzleştirdi.
Osmanlı da bu yıkılışa karşı koyamadı. Çünkü dediğimiz gibi, ilim yönünden
zayıf olması, onun kendi iç-dinamikleriyle ilim-merkezli yeniden yapılanmasını
önlüyordu. Böylece mecbûren dışa bağımlı bir devlet oldu ve bilindiği gibi dışa
bağımlı olanlar, bağımlı olduklarına göre hareket etmek zorunda kalırlar.
Osmanlı Tanzimat’tan sonra 19 yy.’ın sonu îtibâriyle modernizmin kıskacına
girmişti. Osmanlı en güçlü çağında eğer Endülüs’ün bakiyesi ile
birleşebilseydi, zannımca şu-andaki Dünyâ çok farklı olabilirdi.
Haçlı Seferleri’yle
yıpranıp, Moğol İşgâli’yle çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans,
Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken,
içtihad kapısının kapanması, tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim
alanındaki cılızlığıdır. Üstelik Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği
zamanlarda İslâm medeniyetinin gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim
medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle
yol almıştır. Başarılı devlet adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat
İslâm-merkezli ilim alanında zayıf kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la
yükselen kültür, Osmanlılar’la zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu
kültürün harcandığı bir zaman da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı
için kültürün yükselmesi durmuştur. İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu,
kültürü doğuramamış, üretememiş ve ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür”
sözü yabana atılmış ve kalemler sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir.
Müslümanlar bu kötü gidişâtı
fark etmiştir ve tedbir alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını
almış, bu hızla “zirve”yi aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik
yokuş aşağı inerken bir “yol” da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu
hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip etmeye başlamıştır.
İstanbul’un Fethi ile
birlikte batı’lılar doğal olarak bir telâşa kapıldılar ve harekete geçmek
zorunda kaldılar. Çöken uygarlıkları ve güçleri onlara bunun nedenini aratmıştı
ve sonuçta kötü durumun nedeni olarak cehâleti görmüşlerdi. O hâlde, cehâleti
yenmek için bilgi yoluna düşülmeliydi. Tabi bu ilk başta bâzı filozoflar ve ileri
gelenlerden oluşan kişilerle sınırlı kalmıştı. Bu ilk kıpırdanıştı ve ilk başta
sâdece ilmî noktada kalmak zorundaydı. Zîrâ cihangir devlet olan Osmanlılar
güçlerinin zirvesine ulaşmışlardı ve tüm Dünyâ’yı kontrôl ediyorlardı. Onlara
silahla, siyâsetle yada medeniyetle karşı koymak mümkün değildi.
Fakat bir kere “hedef”
belirlenmişti. Hedef, kişiyi-toplumu değiştirecek dinamiktir. Rönesans ve Aydınlanma
denilen akımlarla bu yola giren batı’lılar uzun yıllar bu yolda oldular yada bu
yolda kalmak zorunda kaldılar. Çünkü Osmanlı’ya karşı koyacak askerî ve siyâsal
güçleri yoktu. Nihâyet Osmanlı, zirveyi gördükten sonra 1.500’lü yılların sonuna
doğru gevşemeye başladı ve İnebahtı Bozgunu ile afalladı. Gerçi ondan sonra da
yeni fetihler yaptılar ama bir durgunluk göze çarpıyordu. Bu durum 1.600’lü
yıllarda belirgin hâle gelince bâzı kişiler uyarılarda da bulundu. Fakat Osmanlı
hâlen Dünyâ’nın süper gücüydü. Büyük devletleri yıkan şey, ulaşmış oldukları
güçtür. O gücün altında ezilirler de yıkılış sürecine girerler. Bu üstün durum
2. Viyana Kuşatması başarısızlığı ve 1699’da Karlofça Anlaşması’na kadar sürdü.
Bu-arada batı’lılar ezber bozacak bilimsel buluşlar ve îcatlar yapmış, bilgi,
teknolojiye ve dolayısıyla güce dönmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti Lâle Devri’nde
bile en güçlü bir ekonomiye sâhipti ama artık kâlpler değişmişti. Bir
yorgunluk, isteksizlik ve dirâyetsizlik baş-göstermişti.
Nihâyet 1800’lü yıllarla
birlikte batı’nın gücü açığa çıktı ve Osmanlı’nın duraklayışı belirginleşti. Tanzimat
ve Islahat fermanları batı’nın ağır baskısının görünümleriydi. Bu zamanda
Osmanlı’nın aldığı önlemler kendi iç-dinamikleriyle değil de “batı’yı taklit
etmek” şeklinde olunca, hâlen Dünyâ’da söz-sâhibi bir-kaç devletten biri olmasına
rağmen, bu işin sonunun çöküşe doğru gittiği hissedilmeye ve görülmeye başlandı.
Balkan ve Rus savaşlarıyla
iyice hırpalanan ve büyük borçlara giren Osmanlı’nın çöküşünü 2. Abdulhamit bâzı
siyâsi tedbirlerle bir nebze uzattı. Bu-arada müslüman ve hristiyan devletlerin
çoğu Osmanlı’dan koptu. 2. Abdulhamit’in hâl edilmesi ve İttihad Terakki hükûmetinin
Osmanlı’yı 1. Dünyâ savaşına sokması, Çanakkale ve bir-iki yerde başarı sağlanmasına
rağmen Osmanlı’nın dağılmasına ve Türkiye’de sâdece bir kısım bölgelere kadar
gerilemesine neden oldu. Hânedânın ve hilâfetin ilgâ edilmesiyle birlikte Cumhuriyet
ulus-devleti kuruldu ve Türklerin diğer müslüman ülkelerle ilişkisi kesilmiş
oldu. Üstelik artık İslâm’ın yerine, bir tezat olarak, yendiğimiz(!) batı’nın
kânunlarını, kurallarını ve yaşam-tarzını kabûl ettik. Her-şey zorlama ve
dayatmalarla batı’ya yâni gayri İslâmî modele uyduruldu. Bu uydurma son hızıyla
devâm ediyor.
Bu-arada Dünyâ’da büyük değişimler
oluyordu ve hem Türkler hem de diğer müslümanlar bu değişime uymak zorunda
kalıyorlardı. Zâten bir-ikisi hâriç müslüman ülkeler işgâl edilmiş ve
sömürgeleştirilmişti. Artık Dünyâ’nın gidişâtını müslümanlar belirlemiyorlardı.
2. Dünya Savaşı, büyük plânların ve projelerin yapıldığı “Dünyâ’nın paylaşılma
savaşı”ydı. Bu savaştan iki yeni süper güç ortaya çıktı: ABD ve SSCB. Bu, “iki
farklı ideoloji ve sistem” demekti. Kapitâlizm ve Komünizm. Dünyâ bu iki sistem
tarafından paylaşıldı. Türkler kapitâlizm ve ABD tarafında yer aldılar.
Demokrasinin “uygulanma aşaması” da böylelikle başladı. 1950’li yıllar,
Dünyâ’nın klâsik olandan koparak farklı bir yola girdiği ve değiştiği zamanlardı.
1970’de ise ekonomik kıstaslar değişince ABD ve kapitâlizm bir miktar daha öne
çıkmaya başladı. Türkiye ise bu sırada darbelerle yönetiliyordu. Lâkin Türkiye’de
ve de tüm Dünyâ’da insanlar henüz kökten değişecek ve başkalaşacak kadar Dünyâ
o noktaya gelmemişti.
1980 ve Özal ile birlikte
liberâl-kapitâlist değişimler ve yenilikler görülmeye başlandı. Özal ile
birlikte eşyâ değişmeye başlayınca, kâlpler de değişmeye başladı. Müslümanlar
henüz pes etmemişlerdi ama insanlar liberâl-kapitâlist değişimlerin büyüsü
altındaydı ve hâllerinden de memnundu. Bir kısım müslümanlar ise 1950’li
yıllarda artan Siyâsal İslâmcılık akımı ve 1979 İran Devrimi ile bir canlanma
yaşadılar ve devleti, ülkeyi ve hattâ Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirme
yolunda hedefler belirlediler. Bu hedefleri yada en azından hayâlleri 1997
yılına kadar sürdü.
Nihayet 28 şubat 1997 yılına
gelindiğinde, bir post-modern darbeyle samîmi müslümanların geride kalan
umutları da kırıldı. Çünkü ağır baskılara mâruz kaldılar ve kovuşturmaya
uğradılar. Hapsedildiler, eziyete uğradılar. Bu durum artık müslümanların son
enerjilerini de tüketmişti. Yeterli bir direnç de gösteremediler. 28 Şubat “başarılı”
oldu. AKP ve Tayyip Erdoğan ile birlikte “müslümanların geneli” diyebileceğimiz
kesimi, “İslâm gömleği”ni çıkardılar ve bir zamanlar “küfür” olarak gördükleri
ve düşman oldukları lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl ve modern
sistemlere angaje oldular ve eklemlendiler. Birileri bunu bir “takıyye” zannededursun,
çıkarılan o “gömlek”in çıkarılmakla kalmadığını, yere paspas yapıldığına şâhit
olundu. Artık Türkiye’li müslümanların İslâm ile pek işleri yoktu, zîrâ İslâm’ı
kâlplerin-gönüllerin-vicdanların en derin noktalarına hapsetmişlerdi.
SSCB’nin 90’lı yıllarla berâber
yıkılışı ABD ve liberâl kapitâlizmin tek başına Dünyâ’ya hâkim oluşu, bir-kaçı
hâriç tüm Dünyâ’ya kendi sistemini dayattı. Hele ki 2001 yılında İkiz Kuleler’in
yıkılışından sonra artık Dünyâ’nın yeni ve post-modern sömürüsü de başladı.
Milenyum ile birlikte -cihadçılar
hâriç- müslümanlar bu sömürüye karşı koy(a)mamaktadır. Çünkü artık gardlarını
düşürdüler ve teslim oldular. Artık “bireysel müslümanlık” şeklinde bireysel
hazlarıyla başbaşa kaldılar. “Milenyum müslümanı” oldular.
Milenyum müslümanlarının tek
hedefi, hiyerarşik olarak; kendi ülkelerinin, kendi şehirlerinin, kendi sokaklarının,
kendi evlerinin, kendi âilelerinin ve hattâ kendilerinin güvenli, mutlu ve
huzurlu bir şekilde yaşamasını düşünmek ve arzulamak oldu. Kadın ile erkeğin
rôlleri değişti. Çocuklarda saygı sevgi kalmadı. Eğitim sistemi onları yozlaştırdı
ve başkalaştırdı. Artık hiç-bir şey kesin ve net değil. Her alanda bir kaos
hâkim, Üstelik müslümanların gönüllerinde derman kalmadığı için dizlerinde de adım
atacak derman kalmadı. Şeytanın senaryosunu yazdığı, tâğutların yönetmenliğini
yaptığı figüranlıklarla tatmin olmuş durumdalar. Sömürülme eğer “haz”
içeriyorsa sorun edilmez oldu. Zevk veren “profesyonel sömürüler” yaşanıyor
artık.
Dünyâ’nın bir kısmı refah içindeyken
bir kısmı perişân, açlıktan-susuzluktan, üzerine yağan bombalardan ölüyor. İnsanlar
aç, susuz, çıplak, evsiz, güvenlikten yoksun, umutsuz bir şekilde hayatlarını
sürdürüyorlar ki buna “yaşamak” denemez. Müslümanların tek çâresi birlik ve
beraberlik olmasına rağmen buna adım atamadıkları gibi, bunu düşünemiyorlar
yada düşünmek bile istemiyorlar. Çünkü müslümanlar da dâhil, insanların çok
büyük kesimi “çökmüş” birer miskin olup çıkmış durumda. Modern cehâletin dumanı
tütüyor evlerin bacalarından. Bencillik, cehâlet, şerefsizlik, kibir, hırs,
para, insanların kâlplerine içirilmiş durumda. Modern insan ve milenyum
müslümanları, “modern bir sarhoşluk” hâlindeler.
Milenyum müslümanı bezgin,
dermansız, durgun, yenik, ezik, ümitsiz.. Hele bir de “Kur’ân Kur’ân” demelerine
rağmen tâğutlara, adâletsizliğe, şirke, küfre ve zulme tek kelime bile edemeyen
ve tam-aksine gayri İslâmî merkezde hareket etmeyi şiâr ediniş olanlara duâ
edip duranlar ve destek olanlar yok mu.. Artık şeytan ne vahyederse, ne telkin
ederse, ne vesvese verirse onu dinleştirmekle meşgûller.
Sâdece bir kısım bilinçli
müslüman var ve bunlar da sayıca çok az ve bir güçleri de yok. “Cihatçı”
denilen bir kesim müslümanlar direniyor ve savaşıyor ama onlarda da hem mezhep
taassubu var hem de îtikad farklılıkları ve sorunlarından dolayı yeterli
desteği bulamıyorlar. “Ne yapmalı, nasıl yapmalı, ne zaman ve nasıl” soruları
ve cevapları kütüphâneleri dolduruyor ama harekete geçirmiyor. Ortalıkta
İslâm-merkezli bir tasavvur, düşünce ve amel-eylem yok. Ahlâkı diriltecek
topluluklar yok. Zâten harekete geçirecek bilgi, bilinç, şuur, hedef, gayret ve
en önemlisi de îman yok. Ufukta bir ışık yok, hattâ bir kıvılcım bile
gözükmüyor.
Müslümanlar, hâli pür melâllerine
neden olan şeye meftûn olmuş durumdalar. Renkli ama pis kokulu Dünyâ, insanları
ya maddî olarak yada mânevî olarak yıkmış bitirmiş ve bunaltmış durumda. Gerçek
mutluluklar ve huzûr yaşan(a)mıyor. Geçici hazlarla idâre ediliyor.
Vel hâsıl kelam..
Mazlumların ve mâsumların feryatları gökleri deliyor ve kıyâmeti celbediyor
fakat “milenyum müslümanı”nda “tık” yok.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder