“Ey îman edenler, Cum’a günü namaz için çağrı
yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Cum’a 9).
Cum’a; “toplanma”; “Perşembeden
sonraki, Cumartesi’den önceki gün”; “müslümanların kutsal günü” anlamındaki
Cum’a, haftanın altıncı gününe denk gelen gündür. İslâm’dan önce araplar bu
güne “Arûbe Günü”, yâni “arapların toplanma günü” diyorlardı ve bu günde
toplanıp çeşitli görüşmeler ve işler yaparlardı. Araplar, o günü müsâit bulmuş
olmalılar ki o günde toplanıp çeşitli nedenlerle bir-araya geliyorlardı.
İslâm’dan sonra da müslümanlar
için bir toplanma günü ihtiyâcı doğdu. “Hangi gün olsun” belirlemeleri
yapılırken; Cumartesi (sebt) Yahudilerin günü; Pazar (ahad) hristiyanların
günüydü. Aslında ilk-başta hristiyanların günü Cum’a idi, sonra değiştirildi ve
paganizmin günü olan Pazar’a alındı ve Sunday=Güneş-günü dendi. Çünkü Roma’lı
paganlar Güneş’e taparlardı ve Pazar günü Güneş’e tapma âyinleri vardı. Müslümanlar
bu nedenlerle herkesin zâten toplanmaya alışkın olduğu altıncı gün olan Arûbe gününü
“Cum’anın=toplanmanın günü” olarak seçti ve kabûl etti. Bu güne, “toplanma”
anlamında Cum’a denildi. Araplar bu günde toplanmayı benimsemişlerdi. Zâten o
güne Cum’a değil, Arûbe Günü diyorlardı.
Cum’a, “toplanılan gün”ü ifâde
eden gündür aslında. Bu nedenle ne zaman toplanırsa o zaman Cum’a yâni toplanma
olur ve ne zaman toplanılıyorsa o güne Cum’a denilir. Yâni Cum’anın Cum’a
günü (altıncı gün) olması şart değildir. Çünkü Cum’a gününün diğer günlerden
farklı bir özelliği yoktur. O günü özel ve değerli yapan şey, toplanmanın
kendisidir. O toplanmadan doğacak hayırlar o günü değerli kılar. Hiç
gerek yok ama sâdece fikir olarak söylüyoruz ki; müslümanlar ümmet olarak bir-araya
gelip “bundan sonra Cum’ayı yâni toplanmayı Salı (üçüncü gün) günleri yapalım”
diye karar alsalar Allah katında bunun bir vebâli olmaz. Fakat dediğimiz gibi
buna gerek yoktur. Demek istediğimiz sâdece, Cum’a adlandırmasının, günün değil,
toplanma eyleminin adı olduğudur. Bu toplanma Arûbe yâni altıncı günde
yapıldığı için müslümanlar da bunu devâm ettirmişler ve Cum’anın yâni bir-araya
gelmenin yapıldığı güne Cum’a demişlerdir. Hâlen de aynı günde toplanmalar devâm
ediyor.
Peygamberimiz zamânında
Medine’de yapılan Cum’ada iki rekatlık bir namazdan sonra yapılan hutbe ve
istişâreler Cum’ayı yâni toplanmayı anlamlı kılan sebeplerdi. O dönemde
hutbeler namazdan sonra okunurdu ve hutbe, interaktif bir şekilde yapılırdı. Yâni
cemaat de hutbeye katılırdı. Şimdiki gibi, ağızlar hiç kıpırdatılmamacasına kapalı
kalmazdı. Herkes derdini-düşüncesini söyler, fikirlerini bildirirdi. Zâten
günlük her namazdan sonra imamın cemaate dönmesi; “bir sıkıntısı-derdi olan var
mı, bir şey söylemek isteyen var mı?” diye sormak için yaptığı bir dönüş idi.
Yoksa milletin kara kaşına-kara gözüne bakmak için değildi bu dönüş hareketi.
İşte hutbe de, tüm müslümanların katıldığı haftalık bir istişâre olayı idi ki 4
rekatlık öğle namazının yarısı kesilip bu hutbeye ayrılmıştı. Yâni hutbeye
namaz kadar önem verilmiştir. Çünkü halk hem derdini-sıkıntısını paylaşır ve
yardım ister, hem de görüş ister yada görüş belirtirdi. Aynı-zamanda bir
haftadır görüşmeyen müslümanlar bir-birlerini görüp hâl-hatırlarını sorar,
kucaklaşır ve kardeşlik bağını güçlü tutarlardı. Zâten başka türlü bir-araya
gelmenin bir anlamı olmaz. Cemaatle kılınan namazın 27 kat sevâbının olması boş
bir laf değildir. Çünkü cemaatte bir bereket vardır ve bu bereket, “çözüm
noktasında oluşan ve açığa çıkan” bir berekettir. Yâni insanlar bir-araya
gelerek namazdan sonra bir-birlerine çeşitli yardımlar, görüşler muhabbetler
yaparak bir ilişki kurarlar yada ilişkilerini kuvvetlendirirlerdi. İslâm’ı
üstün kılan en önemli bir-kaç özellikten biri budur zâten. Müslümanlar için Cum’a
günü bu nedenle bayramdır.
Bir “saltanat yönetimi” olan
Emevi yönetimi için, bu tarz bir içeriğe sâhip olan Cum’a namazı ve hutbesi
işlerine gelmiyordu. Bunun için Cum’anın içeriğini değiştirmeye kalktılar. Zâten
Hz. Ali ve âilesine olan düşmanlıkları nedeniyle hutbelerde onlara küfür de
ediyorlardı ve halkı onlardan soğutmaya çalışıyorlardı. Câhil halkın bir-kısmı
buna inansa da büyük bir kısmı inanmıyordu ve Enes bin Mâlik gibi yaşı
ilerlemiş olan sahabeler bu hutbeleri dinlemeyerek namazdan sonra câmiyi terk
edip gidiyorlardı. Bunu gören diğer müslümanlar; “Hz. Enes gibi biri çıkıyorsa
biz de çıkmalıyız” diyerek onu tâkip ederek onlar da câmiden çıkıyordu ve Emeviler’in
halka duyurmak istediği şeyler duyurulamıyordu ve yapmak istedikleri şeyler
akim kalıyordu. İşte bu nedenle namazdan sonra yapılan hutbeyi namazın önüne
aldılar ve “hutbesiz namaz olmaz” dediler. Hem de hutbede konuşmanın hattâ ağzı
bile açmanın çok günah olduğunu belirten sözler uydurdular ve bunları “hadis”
diye îlan ettiler. Böylece insanlar namazdan önce Emeviler’in dayattığı şeyleri
dinlemek mecbûriyetinde kaldıkları gibi, ne bu görüşlere îtirâz edebildiler ne
de bir görüş öne sürebildiler. Çünkü “hutbede konuşmak büyük günah”tı. Bu
uygulamalar nedeniyle halkın bir-kısmı Cum’alara gelmemeye başlayınca da; “üç
kere Cum’aya gelmeyenin nikâhı düşer” gibi sözlerle namazdan daha fazla değer
verdikleri, Emevi zihniyetini yansıtan düşüncelerin söylendiği hutbeleri halka
bu yolla dinletmenin yolunu bulmuş oldular. Halk Emeviler’in şiddetinden
korktuğundan; “peki evli olmayanların nikâhı düşmeyeceğine göre, onlara günah
yok mu” diyemedi yada çok cılız çıkan sesler oldu.
Peygamberimiz zamânında
Cum’a hutbesinin namazdan sonra okunduğunun delîli şu âyettir:
“Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslam’a
teslim etmeyenler) bir ticâret yada bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona
sökün ettiler ve (hutbede) seni ayakta bıraktılar. De ki: Allah'ın
katında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık
verenlerin en hayırlısıdır” (Cum’a
11).
Bu âyet, eğlenceye-ticârete
gidenlerin, “namazı kılmadan gittiklerini” değil, “hutbeyi dinlemeden
gittiklerini” gösterir. Peygamberimizi, ayakta hutbe okurken bırakmışlardır
yâni. Dolayısı ile Peygamberimiz zamânında hutbe, “namazdan sonra”dır. Hutbenin
namazdan önceye alınması, “millet dağılmasın” diye Peygamberimizin tarafından
değil; “Ehl-i Beyt’e ve Hz. Ali’ye edilen küfür ve yapılan hakaretten dolayı
insanların hutbeyi dinlemeden gitmelerini önlemek için, Emeviler’in hutbeyi öne
alması” şeklindedir.
Hüseyin Bülbül:
“Muâviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid hilfâet
koltuğuna oturunca, ilk îtiraz, o günkü Medîne’nin İmamı İbrâhim En Nehâî den
gelmiştir. Yezid’i meşrû görmediği için Cum’a namazına gitmemiş. Kanaatine göre
Cum’a namazına katılmak adına hutbe okunan devlet-başkanını ve otoritesini
tanımak “itaat etmek” olacağından Cum’aya gitmemiştir. Bunu duyan Yezid iki
mêmur görevlendirmiş ve sürüyerek cum’aya götürtmüştür.
Olay iki rekât namaz kılmaktan ibâret değildir.
Bu-günkü anlamda ifâde edilecek olursa, devlet-başkanının halk ile buluşarak
birinci elden hesap verme, hesap sorma ve en yüksek düzeyde halkı
bilinçlendirme eylemidir. Merkezde bizzat devleti temsil eden şahıs tarafından
yapılırken; taşrada ise özel görevlendirilmiş Cum’a imamları tarafından icrâ
edilir idi.
İşte bu târihten îtibâren aynı cesâreti gösteremeyen
‘âlimler’ “Zuhru âhir, son öğle namazı” adı altında “o günün öğle namazının da
kılınması gerekir” fikrini ileri sürmüşlerdir. “Çünkü İslâm’a göre meşrû bir
devletin olmadığı ve İslâm hukûkunun hâkim olmadığı yerde Cum’a namazı olmaz”
der.
Serahsi şöyle der:
“Hz. Peygamberin sünnetinde ve “dört halife” döneminde
Cum’a günü hutbe, Cum’a namazından sonra olup, önce Cum’a namazı kılınıyor,
sonra konuşma yapılarak halk dağılıyordu. Fakat Emeviler hutbeyi Cum’a
namazından önceye almışlardı. Bunun sebebi, Emevi yönetimi hutbede helâl
olmayan bâzı sözler söylüyorlar, halk da bu sözleri dinlememek için namazdan
sonra mescidden çıkıp gidiyordu. Bunu önlemek için Emeviler hutbeyi Cum’a
namazından önceye almışlardı” (bkz. Serahsi, el-Mebsut, 2/37)
Burada bahsedilen namaz
sâdece bayram-namazı değil, aynı-zamanda Cum’a namazıdır da. Emeviler herhâlde,
senede iki kere yapılan bayram hutbelerinden bir beklentileri olmadığı için,
Cum’a hutbesini öne almışlar ama bayram hutbelerini öne almaya gerek
duymamışlardı. Hutbenin namazdan sonra okunması uygulaması,
“bayram-namazları”nda hâlen devâm eder ve hutbe bayram-namazından sonra okunur.
İbn-i Ömer anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve ondan sonra gelen iki halife Hz. Ebu
Bekr, Hz. Ömer İbnu’l-Hattab, bayram-namazını hutbeden önce kılarlardı”.
Hattâ “yağmur duâsına
çıkıldığında bile hutbe namazdan sonra yapılmıştır:
Ebu Hureyre anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bir-gün yağmur duâsına çıkmıştı. Ezan ve kâmet
olmaksızın bize iki rek’at namaz kıldırdı. Sonra bize hutbe okudu. Yüzünü,
elleri kaldırılmış olarak kıbleye çevirdi. Ayrıca ridâsını ters çevirdi: sağ
yanını solu, sol yanını da sağı üzerine aldı”.
Ebu Davud; Merâsil
adlı
eserinde şöyle der:
“Resûlullah (s.a.v.), iki bayram namazında olduğu gibi, Cum’a namazını hutbeden önce kıldırırdı.
Tâ ki, bir Cum’a günü yine Hz. Peygamber namazı kıldırmış, hutbe okurken bir adam içeri girerek, “Dıhye b. Halife ticâretiyle geldi” dedi. Dıhye geldiğinde ehli onu def çalarak karşılamışlardı.
Cemaat dışarı
çıktı. Onlar hutbeyi terk-etmekte bir sakınca olmadığını sanmışlardı. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah: “Onlar bir ticâret yada eğlence görünce,
hemen dağılıp ona gittiler ... “ (Cum’a 11) âyetini indirdi. Hz. Peygamber bu olay üzerine Cum’a günkü hutbeyi öne aldı ve namazı
da sona bıraktı.
Artık burnu kanayan yada abdesti bozulan bir kimse dâhi, baş-parmağını kaldırıp, Resûlullah’tan izin isteyip, Hz. Peygamber de ona dışarı çıkması için eliyle işâret
ederek izin vermedikçe dışarı çıkmıyordu”.
Ebu Davud, olayı doğru
anlatmış ve “hutbenin namazdan sonra olduğunu” doğru tespit etmiş fakat,
hutbeyi öne alanın Peygamberimiz olduğunu söylemekte hatâ etmiştir. Herhâlde
Emeviler’in uygulamasını Peygamberimizin uygulaması zannetmiş; yada ilmî-siyâsi
bir nedenden dolayı öyle söyledi.
Şu rivâyetler de, Hz. Ali’ye edilen küfrü
ve yapılan hakâretleri gösterir:
Ömer b. Ali b. Hüseyin babası Ali (imam Ali el-Zeynelabidin a.s)‘dan rivâyet etti, dedi ki: “Bir-gün
Mervan (vâli
iken) dedi ki: “Şu topluluğun içinde Osman bizim adamımız
olduğu hâlde onu sizin adamınızdan -yani
Ali’den- daha fazla
müdafaa eden kimse olmamıştır”. Ben
dedim ki: “Peki ne oluyor da siz ona, hutbeye çıkınca sövüp sayıyorsunuz!”.
Mervan dedi ki: “bu idâre işi ancak böyle yürüyor”.
İbn-i Esir bu konuda, Muâviye’nin şöyle
dediğini nakleder:
“Hikmet-sâhibi bir
kişinin aslında sana bir şey öğretmeye kalkışmaması gerekir. Ben sana bâzı
şeyleri tavsiye etmek istedim, ancak ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları sana
bıraktım. Bununla birlikte bâzı şeyleri tavsiye etmekten de kendimi alamıyorum. Ali’ye
sürekli olarak küfretmeyi ve onu kötülemeyi ihmâl etmeyeceksin. Osman’a da
rahmet okuyup sürekli mağfiret dileyeceksin. Ali’nin ve adamlarının ayıplarını
her fırsatta ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın. Osman’ın
taraftarlarım sürekli övecek, Ali’nin taraftarlarını ise yere batıracaksın.
Muğîre onun bu sözlerine: “Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş
oldum. Sen de aynı şekilde deneneceksin ve sonunda ya iyilikle anılacak veya
sürekli kötülenip duracaksın” diyerek karşılık vermiş, Muâviye de bunun
üzerine: “İnşallah ikimiz de sürekli olarak iyilikle anılıp duracağız” demişti”
(İbn-i Esir,
“el-Kâmil fit Târih”, 3/326).
Evet, bu süreç bu şekilde
devâm etti ve hâlen de aynı şekilde devâm ediyor. Günlük namazlarda imam,
namazdan sonra cemaate dönüyor ve hiç-bir şey konuşmadığı için bu dönüş sâdece
şekilden ibâret kalıyor. Yâni “Peygamber de dönerdi” diye dönüyorlar ama “Peygamber
niye dönerlerdi” diye sormadıkları için sâdece cemaate karşı dönüyor ve namazdan
sonra da kalkıp gidiyorlar. Büyük çoğunluğu emekli-yaşlılardan oluşan halk câmilere
27 derece sevap için geliyor ama “cemaatle kılınca neden 27 kat fazla sevap
oluyor”u sormadığından, namazı kılıyor ve çıkıp gidiyor câmiden. Zâten bir-çoğu
da cemaatten bir-çoğuyla kavgalı ve küs durumda. Bu nedenle onlarla zâten konuş(a)mazlar.
Onlara hâl-hatır sormazlar ve çeşitli şekilde kardeşliği canlı tutacak bir
ilişkiye girmezler. Câmiye geldi ya, imama uydu ya, tamam aldı 27’yi. Böylece
“içi boşaltılmış bir namaz” üretiliyor.
Günlük namazlarda da bu-şekilde
olan durumu, büyük çoğunluğu emekli-yaşlılardan oluşan halk için “fizîki bir
hareket oluyor” düşüncesi ile hadi fazla eleştirmeyelim. Fakat Türkiye’yi ele
alırsak, halkın 3’de 1’inin Cum’aya gittiği ülke-insanları için Cum’a ne anlama
geliyor?. Neden diğer vakitleri kılmazken yada câmiye gitmezken Cum’aya gidiyorlar?.
Bir müslüman Cum’a günü
şöyle yapıyor: Güzelce abdestini alıyor ve belki de yıkanıyor, temiz elbiselerini
giyiyor ve düşüyor câminin yoluna. Câmiye girdiği andan îtibâren ne kimse ile
konuşuyor, ne bir kimseye selam veriyor, ne yanına oturduğu insana selam verip
gülümsüyor ve omzuna ufak bir dokunuş yapıyor, ne hutbeyi dinlerken yanlış olan
bir konuya îtirâz ediyor yada bir fikir ileri sürüyor. İmama uyup namazı
kılıyor, sonra yanındaki adamın yüzüne bile bakmadan câmiden girdiği gibi çıkıp
gidiyor. Yâni camiye girdiği andan çıktığı âna kadar ağzını bile kıpırdatmıyor,
kimsenin yüzüne bakmıyor, vücut-dili ile bile olsa bir harekette-eylemde
bulunmuyor vs. vs. İyi de, câmiye niye geldin ki?, geldin de ne oldu?.
Gelmeseydin ne olacaktı?. Normâl vakit namazını evde kılınca oluyor da Cum’a namazını
evde kılınca niye olmuyor?. Çünkü câmiye girdin çıktın; bir farkı olmadı ki!. Sâdece
daha kalabalık bir cemaatle kıldın namazını, ama yine tek-başına. Değişen bir
şey olmadı. Nasıl ki her-hangi bir vakit-namazını kendi başına kıldığında
toplumsal anlamda bir şey olmuyorsa ve değişmiyorsa, Cum’a namazını câmide
kılınca da bir şey olmuyor ve değişmiyor. Zâten “diyânetin mêmuru” olan imam, “yasak”
olduğu için, diyânetin kendisine verdiği hutbeden başka bir metni okuyamıyor ve
sâdece diyânetin verdiği metni okumak ve onların dediği gibi namazı
kıldırmaktan başka bir sorumluluğu kendinde duymadığı için, hutbede cemaate: “Kardeşlerim!,
bir derdi sıkıntısı olan var mı?. Yardıma ihtiyâcı olan var mı?. Bir düşüncesini
yada başına gelen bir olayı paylaşmak isteyen var mı?” diye sormuyor,
soramıyor. Kimse de çıkıp, meselâ; “Benim yardıma ihtiyâcım var, kömürüm
taşınacak ve ben yaşlıyım taşıyamıyorum, bana yardım edin”; yada “bana bir
haftalığına 100 lira lâzım, bir hafta sonra Cum’a da geri vereceğim”; veyâ “şu
şu konuda bilgisi olan arkadaş varsa namazdan sonra bir-yerde oturup
konuşabilecek var mı” vs. vs. çeşitli insânî şeyler için bir ilişki biçimi
olmuyor-oluşmuyor. Ya ne oluyor?. Mal
gibi câmiye girip-çıkan insan sürüsü. Mal gibi girip mal gibi çıkılıyor;
Hurrâ!. Cum’a öyle bir şekle indirgenmiş ki, ona “Cum’a namazı” deniyor da
“bir-araya gelme” denmiyor ve böyle bir düşünce bile yok. Bu nedenle, içi
boşalmış-boşaltılmış ve sâdece şekle indirgenmiş olan Cum’a için Cum’a günü câmiye
gidilmemesi, gidilmesinden bin kat daha iyi olur. Zâten “somut bir iş” ortaya
konmadığı ve iyiliğe dönüşmediği için ortada sevap da olmuyor. Gitmeyin daha
iyi. Hiç olmazsa diyânetin zırvalarını dinlememiş olursunuz. Hattâ dînin aslına
karşı olan söylemleri dinlemek zorunda kalmamış olursunuz. “Sürü” olmaktan
kurtulmuş olursunuz böylece.
Evet; evimiz, ders-hânemiz,
karargâhımız, kardeşlik merkezlerimiz, yardımlaşma derneklerimiz olması gereken
câmiler, içi boşaltılmış ve sâdece şekle indirgenmiş olan
ritüellerin-hareketlerin yapıldığı, devletin-diyânetin güttüğü “insan
sürülerinin” olduğu devlet kurumlarına dönmüştür:
“Zarar vermek, inkârı (pekiştirmek), mü’minlerin arasını
ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid
edinenler ve: ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler (var
ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şâhidlik etmektedir. Sen
bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç-bir zaman durma. Daha ilk gününden
takvâ temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere)
durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları
sever” (Tevbe 107-108).
Câmiler de artık câmi olmaktan,
mescid olmaktan çıkıp birer tapınak hâline gelmiştir. Herkes gidip tapınmasını
yapıyor ve kimseyle muhâtap olmadan çıkıp gidiyor.
Evet; câmiler “mescid-i
dırar” hâline gelmiştir-getirilmiştir. Yeniden “Peygamber mescidi” gibi olana
dek, -diyânetten bağımsız mescidler hâriç- ve Allah yerine devlete yada bâzı
kurum ve kişilere uymanın merkezleri olan câmilerde namaz kılmak şirke düşmek
demektir. Bu nedenle ey müslüman!, âyetin dediği gibi: “bu yerlerde namaza
durma!”.
Peygamberimiz Mekke’de Cum’a
namazı kılmamıştı ve zâten emredilmemişti de. Çünkü İslâm’ın hâkim olmadığı yerde,
Cum’a/toplanma/karar alma demek olan Cum’a kılınamaz, kılınsa da bir anlam ifâde
etmez ve “yarım öğlen namazı” gibi olur. İktidâr olmadığı yerde Cum’a da olmaz.
Zîrâ Cum’a, hem dînî hem de sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsi olaydır.
Sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsi yönü kopuk olan şey Cum’a değildir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
İçerik olarak güzel bir yazı. Bütün kabahati Emevilere atan bir anlayışın uzantısı olarak görüyorum. Halbuki bugünkü cumanın mimarları Emeviler değil Osmanlı Sultanlığıdır.
YanıtlaSilDikkat ederseniz Cuma konusunda hüküm veren imamları ve onların talebelerinin Emevilerle ilgisi yoktur. Sanıyorum olayları sıralarken kronolojik bir hata yapılıyor.
Ebu Hanife ve İmam Malik Emevi zamanında hayatına başlamış, Emevilere karşı düşmanlıklarıyla bilinen, Abbasi devrinde ölen kişilerdir. İmam Şafi ve Hanbelin ise doğum tarihleri Abbasilerdir.
Sultani Ahkamiye Abbasiler döneminde şekillenmiş, Osmanlı'da bugünkü halini almıştır.
Kemalist Yaşar Nuri'nin Alevi Bektaşi mantığından giderek bugünün sorunlarını Emevilere dayatması temel bir yanılgıdır.
Burada maksat Emevileri aklamak değil, işin gerçeğini yakalamaya çalışacak onurlu çalışmaların yapılmasıdır.