İmam Gazali:
“Astronomi
ve matematik inanç dünyâsı üzerinde yıkıcı etkilerde bulunmuştur” der.
Bülent Akyürek:
“Îman, matematik hesaplarından önceki
duraktır” der.
Mahcub Taha:
“Kuantum mekaniğinin temel prensipleri, bir
kimsenin, sistemin durumunu belirlemesi için ya konum değişkenini yada hız
değişkenini kullanmasını, ikisini birden kullanmamasını gerektirmektedir. İki
değişkenin bir-arada olması, tıpkı konum ve hız gibi, sistemin ölçülememesine
ve ölçümlerin uyumsuz olmasına neden olur” der.
“İndirgenemez komplekslik”te
olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu
atom sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha
atomun temel parçacığı olan elektron bile “belirsizlik ilkesi” nedeniyle
gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin
Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye
ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten
araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Artık incelediğiniz
şey “o” değildir çünkü. Varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz yada
daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.
Mehmet Keçeci:
“Biz fizikçiler, evreni sürekli matematik
formüllerle açıklamaya çalışan kişileriz” der.
Evren “matematik evren”
şeklinde gösterilmektedir ve bu, tek bir sonuç dayatır. Oysa “dönüp duran gök”
için farklı yorumlar ve sonuçların çıkması çok doğaldır. Hâki Demir:
“Matematik evren tasavvurdan ibârettir ve
farklı tasavvurlar mümkündür” der.
Bilim-adamları, bir
fikir-teori için, “o aşamada neden öyle oldu?” sorusuna: “e öylesi daha uygundu
da o yüzden” diye cevap verirler. Her aşamada sonuca bilimsel bir kılıf
bulurlar böylece. Tabi bunlar yine masa-başında ürettikleri “matematik”
önermeler ve sonuçlardır. Yoksa, o olduğu varsayılan şey hiç-bir zaman masa-başında
belirlendiği gibi gözlenemez. Çünkü deney-dışıdır. Meselâ “karanlık madde”
mecbûren matematiğin bir sonucudur. Atom gerçekten de matematik olarak
bölünebilir fakat fizîki olarak bölünemez. Bölünse bile bir-şey görülemez,
bilinemez, açıklanamaz.
Modern-bilim, bir teoriyi matematiğe uygun olup-olmamasına göre değerlendiriyor ve kabûl ediyor, ‘fizîken mümkün olup-olmamasına’
göre değil. Teorisini kurduktan sonra iş, matematiği buna uydurmaya kalıyor. Üstünde durdukları olay ve olguları açıklasın
ve işe yarar olsun yeter; yoksa fiziksel gerçeklikle
uyuşup-uyuşmaması önemli değil. Çünkü aslında matematik soyut bir şeydir, gerçek
dünyâda bir karşılığı yoktur. 1+1’in 2 etmesi bile soyutta
öyledir. Yoksa kâinatta iki tâne aynı şey yoktur ki ikisini toplayıp 2 sonucuna ulaşılabilsin. Bilim-adamlarının yaptıkları şeyler, masa-başında ortaya çıkardıkları teorilerine
uygun matematik formüller bulmaktır. Zîrâ “ancak o zaman teorinin doğru olduğu
anlaşılır” diyorlar. Fakat bu, soyut bir sonuçtur ve matematiksel sonuçların
çoğunun fiziksel dünyâda somut bir karşılığı yoktur. Ayhan Küflüoğlu matematik
hakkında şunları söyler:
“İlginç olan matematiksel olan bir
doğrunun (fiziksel bir karşılığının bulunmaması anlamında) bize Dünyâ hakkında
hiç-bir şey
anlatmıyor olmasıdır. Gerçekliğin
özünü sâdece matematiksel ifâdelerin bizzat kendisinde aramak tamâmen boş
bir çabadır. Aslında yapılan şey, tabiat olaylarının temelinde yatan
gerçekliğin zihnimizin bir ürünü olan matematiksel bir kalıpla ifâdesi
edilmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla matematiksel kalıplarla
deneysel veriler arasında görülen uygunluk, gerçeğin kendisinin açıklanmasından ziyâde, aklımızın fiziksel olayları
başarı ile kendi idrak çerçevesine
uygun hâle getirebilmesinden kaynaklanmaktadır”.
Doğadaki tüm kuvvetler
matematiksel isimlendirmelerdir. Görülen bir şey yoktur, çünkü kuvvetler maddî
değildir. Bir makâlede şöyle denir:
“Bilimde, özellikle de mikro-fizikte nötrino,
kuark vb. parçacıklar “varlık” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu parçacıkların
varlığı günlük yaşamda algıladığımız (söz-gelimi toprak, petrôl, masa gibi)
nesnelerin varlığından farklıdır. Mikro-fizik dalında çalışan bilim-insanları
bu parçacıkların varlığını kanıtlayamasalar da araştırmalarını sürdürebilmek
için kuramsal (matematiksel) olarak kabûl etmektedirler”.
Doğada yalın hâlde dâireler, üçgenler, doğru çizgiler vs. yoktur. Yâni aslında doğal dünyâda
matematiğe gerek yoktur. “Doğal matematik”e eyvallah fakat matematik, doğaldan nefret
eden modernliğin sonucunda abartılmıştır merkeze konmuştur. Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:
“Antik-dünyâ insanlarına göre doğa, ‘matematikleştirilebilir’ yapıda değildir. Kuşkusuz bir ağacın bir ottan
daha uzun olduğu söylenebilir; ama onların kesin olarak ölçümü mümkün değildir. Bu dünyâ ‘yaklaşıklıklar’,
‘aşağı-yukarılıklar’ dünyâsıdır. Kesinlik bu dünyânın özelliği değildir”.
Modernite,
matematiği “tartışılmaz kesinlik” olarak görmekte ve böylece onu -hâşâ- Allah yerine koymaktadır. Fakat
matematikte bir-çok çıkmaz vardır
ve bu çıkmazları “çıkar” yapmak için sürekli olarak yeni sâbiteler ortaya çıkartılmaktadır. Matematiğin
önermelerinin ve formüllerinin sebebi insan keyfîliğidir. Oraya keyfine göre
istediği bir sâbiteyi yerleştiriverir. Comte de Buffon, temel önermelerin
(belit) sâdece insan zihninin keyfî ürünleri olduğunu
söyler. Matematiğin bilgiye ulaşmak için bir temel
olduğunu reddederek, bilimin, doğal
olayların sık-sık incelenmesiyle elde edilebilecek sonuçlara dayanması gerektiğini savunur. Bilim, keyfî insan düşüncelerine değil, dikkatlice yapılmış gözleme
dayanır. Gözlem, yüksek bir olasılığa sâhip olup kesin olarak kabûl
edilmesi gereken sonuçlar verir. Sonuç olarak,
bilgi, doğa-kânunları gibi, bilimsel olarak
gözlenebilen olayların kavranması ile sınırlıdır.
Bilim-adamları, evrenin
oluşturdukları matematikle bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar ama, teorileri mi
matematiğe uyuyor, yoksa, matematiği mi teorilerine uyduruyorlar diye düşününce
bâzı şüpheler ortaya çıkıyor. Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru
gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle
şöyle açıklar:
“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar
yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini
diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik
dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun
fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca,
matematikte soyut-teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının
olmasını gerektirmez”.
Enis Doko:
“Matematik ilk bakışta anlaşmazlıklara yer
olmayan bir disiplin gibi gözükse de, aslında matematikte bir-çok çözülmesi çok
zor ikilem mevcuttur” der.
Pascal’a
göre insan-aklı kendisini açık ve seçik olarak aydınlatan matematik yöntem
sınırında kalmaz. İnsan-aklı bundan daha ileri gidebileceği sınırları aşmak durumundadır. Çünkü matematik,
sonsuz varlığı
kavrama konusunda bize yardım edemez. Dînî ve ahlâkî sorunlar matematikle
çözülemez. Sıkıntılar, kaygılar, üzüntüler matematikle giderilemez. Matematik
bize insanın özünün ne olduğunu gösteremez. İnsan sonsuz ile hiçlik arasında bir
yerdedir. Bilim, bize bu anlamda gerçeği çok az bildirir, ama hayâtın
bilmeceleri karşısında
güvenilir ve sağlam
bir dayanak sunmaz.
Matematik çok basit işlemleri bile
kesin sonuçlarla ortaya koyamaz. Meselâ matematik, 10’u 3’e kesin şekilde
bölemez. Bu 3’e bölünmesi gereken her-şey için geçerlidir. Meselâ yuvarlak bir
pastayı matematikle tam ve kesin olarak 3’e bölemezsiniz. Fakat birisi çıkıp da
pastayı göz-karârınca herkesin râzı olacağı şekilde 3’e bölebilir. Pascal,
matematiğin sınırlarından bahsederken şunları söyler:
“İnsan aklının
çerçevesi içinde yer alan her-şeyi açık ve seçik olarak aydınlatan matematiğin
de gelip dayandığı, artık daha ilerisine gidemeyeceği sınırlar vardır. İlkin;
matematik, bütün bilgilerimizin dönüp-dolaşıp kendisine yöneldiği ‘sonsuz
varlığı’ kavrayamaz. Sonra, dînî-ahlâkî hayâtımızın ortaya koyduğu sorunları
çözemez; içimizin, gönlümüzün kaygılarına ve üzüntülerine çâre bulamaz. Kısaca,
insan bilmecesini aydınlatamaz, insanın özünün ne olduğunu gösteremez”.
Matematik, kişinin özgün
bir yorum yapmasına izin vermiyor. “Zâten yapılmış olan” yorumları tekrâr
ederek ve işleme tâbi tutarak kabûl edilmesini ön-görüyor. Bu yüzden matematik
totaliter ve dayatmacı bir yöntemdir. Netîcede matematik, “atom-altı” denilen
parçacıklar üzerinde açıklamalar yapıyor ve bu soyut varlıklar üzerinde de çalışıyor.
“Gerçek olmayan” varlıklar üzerinde çalışıyor. Bu yüzden de matematiğin net
gerçeklik için olduğunu söyleyemeyiz. Ziyaüddin Serdar:
“Tabiatın yasaları gözlere
silinmez mürekkeple yazılmış matematik formülleri değildir” der.
Rakamlar yalan söylemez
ama rakamlara yalan söylettirilebilir.
“Batı”nın insanlık, ahlâk,
tevâzu gibi insana has değerler içeren bir cümlelik bile söyleyecek sözü
olmadığı için, sürekli bilimin matematik kolu ile uğraşmakta, ilâhlaştırdığı
matematiği öne çıkarmaktadır. Çünkü matematikte meta-fizik, duygusal,
insancıl şeyler yoktur. Ruhsuzdur matematik.
Kâinâtın bu görünümde
olması aslında “matematik olarak” imkânsızdır. Matematik, kendi uydurduğu
formülleri kullanarak evrene bir hayat-öyküsü yazıyor. Matematik çok ruhsuz bir
sistemdir. Çok fazla teoriktir. Zâten pratikte sonuç çoğu-kez matematiğin
verdiği sonuçlarla uyuşmaz. (Bilim-adamları sâdece uyanları gündeme
getirirler). Her-yanı “Ruh” içeren kâinât, bu ruhsuz matematikle ispatlanamaz.
Matematiğe göre; 1, 2, 3,
4, 5, 6, 7 rakamlarıyla; 8, 12, 15, 24, 28, 36, 45 rakamları arasında “rakam
olma” yönünden fark yoktur ve meselâ 1’den 50’ye kadar rakamların bulunduğu bir
torbadan çekiliş yapıldığında, iki gruptaki rakamların çıkma olasılığı da
aynıdır. İki grup da yedi rakamdan oluştuğu için, çıkma olasılıklarının aynı
olduğu söylenir. Bu söyledikleri bir yanılsamadır. Çünkü ilk gruptaki
rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlk gruptaki
rakamlar çok fazla komplekstir. Hem ilk rakam olan 1’den başlayarak sıralı
şekilde 7 rakamına kadar sıralanmışlardır; hem de bu rakamlar düzenli bir sıra
oluşturur. İkinci gruptaki rakamlar torbadan belli bir denemeden sonra
çıkabilir, fakat ilk gruptaki rakamların olduğu şekliyle çıkması, sonsuza kadar
deneme yapılsa bile imkânsızdır. İkinci gruptaki rakamlar basittir ve çok fazla
bir özelliği yoktur; ilk gruptaki rakamlar ise süper-kompleks özelliktedir.
İşte kâinât da ilk gruptaki rakamlar gibi süper-kompleks bir yapıdır. Bu yüzden
de kesin doğru hesap yapılamaz kâinât hakkında. İşte bu yüzden matematik
çok-basit hesaplar yaparak evreni açıklamaya çalışmakla yanlış yapıyor. Çünkü
kâinât süper-kompleks bir yapıdır.
Yine ruhsuz matematik; 1
ile 50 sayıları arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41”
rakamlarını 1 ile 50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak
gösteriyor. Hâlbuki ilk gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok
farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar meselâ 1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan
rakamlardır ve bu ikinci gruptaki rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu
kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde
8,14,21,28,34,41 rakamlarının çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda
mutlaka çıkar. Fakat ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki
farklı özelliği vardır. İlki; bu rakamların arada boşluk olmayacak şekilde
arka-arkaya gelmesiyken; ikincisi; bu rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak
arka-arkaya gelmesidir. İşte bu yüzden ilk gruptaki bu rakamların kapalı bir
torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması
imkânsızdır. Bu rakamlar sonsuz zamanlar ve sonsuz denemeler olsa bile
1,2,3,4,5,6 şeklinde sıralı olarak çıkmaz. Ama ruhsuz-klâsik matematik, iki
gruptaki rakamların da çıkma olasılığını aynı görür. Çünkü ilk gruptaki
rakamların düzenini-farklılığını-özelliğini-kompleksliğini-mükemmelliğini-anlamlılığını
vs. göremez ve anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açısı/felsefesi olmadığı/oluşmadığı
için bunu fark edemez.
Matematiğin her zaman
doğru olduğu ne mâlûm?. Sir Herbert Dingle’in söylediği gibi matematik de
pek-âlâ kurgulanabilir. Meselâ birinin bir matematik formülü bulması ve onunla
evrenin yaşını hesaplamasının doğru olduğunun delîli nedir?. Formülün doğru
olduğunun delîli nedir?. Evrende-Dünyâ’da karşılığı var mı?. Bir fikrin-formülün
“sâdece vâr olması” onun kesin doğru olduğunu göstermez. İşte bu sorun yüzünden
hep “olasılıklardan” bahsediliyor. Hep “%”lerden bahsediliyor. Aslında ortada
kesin bir şey yok. Caner Taslaman bu konuda şöyle der:
“Matematik olan-bitenin (evrendeki gerçeğin)
matematiği olduğu müddetçe hiç-bir paradoksu olamaz”. Eğer matematiğin
ontolojik statüsünde (matematiksel kavramların kurgusal mı, gerçek mi
olduğunda) hatâ yapılmazsa, paradokslar oluşmayacaktır. Nitekim bilimlerin
ilerlemesinde matematiğin doğru uygulamalarının tartışılmaz bir yeri vardır.
Kurgusal olarak tasarlanıp evrendeki gerçekliğe uymayan matematiğin ise bu
ilerlemede hiç-bir katkısı olmamıştır. Bu matematik ancak bir oyalanma, bir
fikir jimnastiği ve bir paradoks üretme kaynağı olmuştur”.
Kâinât sâdece matematiğin
târif ettiği-edebildiği kadar mıdır?. Caner Taslaman:
“Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar,
matematiksel betimlemenin avantajına sâhip olsalar da, doğa yasalarının varlığı
daha da önemli bir boyuta işâret etmektedir. Kurgusal olup, gerçeklikte
karşılığı olmayan matematiğin, fizik ile bir alâkası yoktur” der.
Kartezyen
Felsefe’ye göre şekillenmiş modern-bilimde tek kesin bilgi, matematik
ve fizikten çıkarılan ilke ve kavramlardan oluşur. Bugünkü matematik
ruhsuzdur. O yüzden matematiğe kilitlenmiş insanlar evrendeki her-şeye ruhsuz
bir gözle bakıyor ve ruhsuz yorumlar yapıyorlar. Çünkü matematik bakış-açısı
her-şeye matematiksel bir gözle baktığı ve yorumladığı için varlığa bir ruh
yüklemiyor. Bu yüzden her-şeyi standartlaştırıyor. Bilinen ve kullanılan
matematik için “kâinâtın her-yerinde geçerlidir” deniliyor meselâ, ama ne mâlûm
böyle olduğu?. Bilim-adamları matematikten anladıkları hâlde matematiğin
felsefesi olan meta-matiği anlamıyorlar. Bu, her-şeyin standartlaşmasına yol
açıyor ve bu da anlamdan yoksun bir dünyâ-algısı meydana çıkarıyor. Atasoy
Müftüoğlu:
“Hakîkati, matematiksel bir yaklaşımın-algının
sınırları içerisine sıkıştıran bir Dünyâ’da insanî-ahlâkî bir gelecek olamaz”
der.
Matematik zaman-dışıdır. Zamânı gösterme özelliği yoktur.
Çünkü matematik cansızdır-ruhsuzdur. Bir “matematik uygarlığı” olan modernizmin
ruhsuzluğu buradan gelir. Matematik, kibirlidir. Onda bir tevâzu göremezsiniz.
Modern insanın kibri biraz da buradan gelir. Modernizm, mütevâzi insanların
bulunmadığı bir sistemdir. Mütevâzi insanları barındırmaz. Matematik çok katı
ve kuralcıdır. Aynı-zamanda merhâmetsizdir de. En küçük bir hatâyı bile
affetmez. Oysa insan yanılabilen bir varlıktır. Yine matematik akılcıdır,
zekâya ve beyne yöneliktir, kâlple hiç ilgilenmez. Matematik “nasıl” ile ilgili
şeyler söyleyebilir ama “niçin”i aslâ bulamaz. Çünkü “niçin” için his ve rûh
gerekir. Pascal, matematik hakkında şunları söyler:
“Matematik gerçeği açık ve seçik olarak kavramada en sağlam
bir bilgi çeşididir. Fakat diğer yandan, kaynağı akılda olan matematik bilginin
bir sınırı vardır. Bu bilginin insanın iç-dünyâsını, bu iç-dünyânın bilmecelerini
kavrayamaz, bunları kavrayıp aydınlatacak olan başka çeşit bir bilgidir;
gönülden, duygudan, daha doğrusu dînî
yaşantıdan doğan bir bilgidir ve bu bilgi de, değerce en yüksek olan bir
bilgidir.
Matematik bilgi
en kesin olan bilgimizdir; matematiğin gelişmesi, insan bilgisinin büyük
adımlarla ilerlemesini sağlamaktadır; kullanabileceğimiz yöntemler arasında en
kesin, en güvenilir olan matematiğinkidir. Ancak, insan aklının çerçevesi içinde yer alan her-şeyi açık ve seçik olarak
aydınlatan matematiğin de gelip dayandığı, artık daha ilerisine gidemeyeceği sınırlar vardır. îlkin: matematik,
bütün bilgilerimizin dönüp dolaşıp kendisine yöneldiği “sonsuz varlığı”
kavrayamaz. Sonra, dinî-ahlâkî hayatımızın ortaya koyduğu sorunları çözemez;
içimizin, gönlümüzün kaygılarına, üzüntülerine çâre bulamaz; kısaca, insan bilmecesini aydınlatamaz,
insanın özünün ne olduğunu
gösteremez”.
Matematik, her bir insanın orijinâlliğini reddedip,
insanların tümünü “bir-örnek”miş gibi kabûl eder. Ürünlerini de ona göre ortaya
koyar. Modern insanın başının belâsı budur işte!. İhsan Fazlıoğlu: “Mekanik-maddeci-matematik
zihniyetin doğal sonucu, otomatik olmaktır” der.
İnsan matematik ile evren hakkında
bilgi edinebilir ama kendisi ve Allah hakkında herhangi bir bilgi edinemez. Matematik, gerçeklikten uzaktır. Sûni sonuçlar verir. Hattâ
matematik sonuçlar, çağın telâkkilerine göre değişebilir de. Sayılardan hangi
sonucun çıkması gerektiğini o telâkkiler belirler. Bu, 2x2’nin 4 etmesi gibi
basit şeyler için geçerli değildir tabî ki. Bayle:
“Matematiğin aksiyomlarının sarsılmazlığından bile şüphe
edilebilir. Belki bunlar, şimdiye kadar değişmeden kalmış olan bir denemeden
türetilmişlerdir. Ama bu denemenin bundan böyle de değişmeyeceğini kimse
garanti edemez” der.
Matematik,
insanın dînî-felsefî düşüncesini blôke ediyor. Maddî gerçeklikleri aşırı bir
şekilde açığa çıkarınca, mânevi olanlar blôke oldu. Böylece hakîkat silikleşti
ve anlam kayboldu. Böyle olunca da “özne” olan insan nesneleşti. Nesneleşen
insanda merhâmet, vicdan, acıma duygusu bitti. Zirâ matematikte bu duygular
yoktur. Atasoy Müftüoğlu:
“Modern zamanlar
hesap yapan düşünceyi öğretti. Hakîkatin yerine matematik geçtiği günden beri,
hakîkate yabancılaştık. Modern-seküler târihle birlikte matematik, hakîkatin yerine
geçmiş, düşünen düşüncenin yerini, hesap yapan düşünce almıştır. Tekniğin
dünyâsıyla tanışan, uzlaşan ve bütünleşen insanlığın dünyâsı, bu uzlaşmayla
birlikte anlamın ve bilgeliğin dünyâsına bütünüyle yabancılaşmıştır. Teknik bir
uygarlık, insanı nesneleştirdiği gibi, bilimi, felsefeyi de nesneleştirmiştir”
der.
Tabî ki de biz küçük-çaplı
kâinâtta yâni Dünyâ’da ve belki Güneş Sistemi içerisinde matematiği
kullanabiliriz ve de kullanmalıyız. Fakat matematik kâinât ölçeğinde tam
mânâsıyla işleyemez. O yüzden rakamları/sayıları gerçeğin üstüne çıkartmak
yanlıştır. Zîrâ gerçekler nesne, sayılar özne olur. Bu büyük bir sorundur.
Çünkü matematiği ilahlaştırır. Matematiğin ilâhlaştırılmasını şimdilerde lâik-seküler-kapitâlist
Dünyâ, insanları sömürmek için kullanıyor.
Matematik, matematik,
matematik… “Şöyle şöyleyse, şöyle olması lâzım” derler. Matematik, mâlûmun
îlânını yapmak için kullanılır daha çok. Yâni “yengemin … olursa amcam olur”
der gibi. Oysa Yengemin yengem olduğu ne kadar da açık. Onun yengem olup-olmadığını
niye araştırayım ki?. Sağ-duyu yetiyor zâten onun yengem olduğunu anlamam için.
Hz. Ali ne kadar da haklı: “İlim bir noktaydı, câhiller onu çoğalttı” der.
Bu evrendeki her-şey ille de
hesaplanabilir olmak zorunda mıdır?. Penrose, matematikteki “polyonimo
kümeleri”ni örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her
sistemin hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi
determinist bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir.
Roger Penrose; Matematiksel
anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifâde edilmesine olanak olmadığını
söyler. Ona göre “anlayış” hesaplamadan farklı bir şeydir. Penrose,
matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup-bitenlerin “farkına
varmaya” bağlı olduğunu söyler.
Caner Taslaman:
“Evrende her-hangi bir gerçekliği daha iyi
anlamamıza yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla
kesilmelidir. Çünkü matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri
anlamamıza katkısı olduğu ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir
kurgunun ötesine geçemez” der.
İsmet Özel:
“Planck Sâbiti, yarım
asır boyunca atom-fiziği hesaplamalarına hâkim olmakla berâber, başka evrensel
nicelikler gibi îzah edilememiş olan matematik bir vakıadır” denir.
Aristotelesçi Simplicio; “doğal şeylere ilişkin
konularda, her zaman matematiksel tanıtlamaların zorunluluğunu aramamıza gerek olmadığını” söyler. Aristo düşüncesi; “doğaya ilişkin tanıtlamalarda “matematiksel doğruluk kuralı aramamalıyız, çünkü olanaksızdır” der. Matematiksel kavramlarla kesinliğe ulaşılamaz. Hep “yaklaşık” sonuçlar çıkar. Zîrâ döngüsel olan
kâinatta kesinlik yoktur, varsa da onu ancak Allah bilebilir.
Simplicio; “yeryüzündeki madde hiç-bir zaman tam matematiksel biçimler göstermez;
biçimler, onun
hakkında hiç-bir zaman tam ve eksiksiz bilgi vermez. Bu nedenle matematiksel bir doğa felsefesi kurmaya
çalışmak
boşunadır. Bu uğraş daha başlamadan bitmiştir.
Hakîkate değil yanlışa götürür. Bütün bu matematiksel incelikler “soyut olarak” doğrudur. Fakat duyulur ve fizik maddeye uygulandığında
işlemez. Gerçek
doğada, ne dâire, ne üçgen, ne de doğru çizgi vardır. Matematiksel biçimlerin dilini öğrenmek boşunadır öyleyse. Doğa
kitabı onlarla yazılmamıştır. Doğrusu yararsız değildir yalnızca, tehlikelidir de”.
Aristotelesçiler; “niteliğe ilişkin bir matematiksel tümden-gelim kurmak olanaksızdır. Doğa bilimleri, yönteminin matematiksel olması
gerekmediğini sözler, matematiğe gerek bırakmayacak kadar yalın
ve açıktır her-şey” derler. Aristoteles fiziği “duyulur
algı” üzerine kurulur; bu yüzdendir ki, matematiğe kökünden karşıdır.
Üç boyutlu bir evrende
matematik “kesin doğru” olarak işleyemez. Matematik, kesin sonuçlarını ancak “iki
boyutlu uzayda” verebilir. Her ne kadar holografik (üç boyutluymuş gibi görünen
iki boyutlu evren) bir evrenden bahsedilse de, bu durum ancak teorik olarak
böyledir. Pratikte ise üç boyutlu bir mekân vardır. İşte bu üç boyutlu mekânda
matematiğe kesin bir şekilde güvenemeyiz.
Matematik mi?.. İki kere iki dört eder, hepsi bu. “Kuantum
Teorisi’nde 2X2 farklı bir sonuç verir” mi diyorlar?.. Onu boş-verin de; ne
olacak bu memleketin hâli?.. ona cevap verin.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir, matematik değil.
Hârûn Görmüş.
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder