20 Ekim 2015 Salı

Meşhûr Bilimsel Teorilerin Yıkılışı


Önsöz

Bilim, modern zamanlarda insanları en fazla büyüleyen etkenlerin başında gelir. İnsanların çoğu aslında bilimsel teorileri ve önermeleri anlamazlar fakat bilimin ürünleri olan teknolojiler insanların ellerinde âdeta oyuncak olmaya başlayalı şu sözler çok fazla söylenir ve manşet yapılır hâle geldi: “Bilim çok gelişti”; bilim-teknoloji çok ilerledi”; “bilim-adamları süper insanlar”; “artık her şey biliniyor” vs. Bilim için yapılan aşırı övgüler, medyadan yapılan aşırı şişirilmiş haberler, teknolojik âletler-reklamlar gibi nedenlerle insanlar âdeta büyülenmiş gibi (aslında gibisi fazladır) bilimi dinleştirmiş durumda. “Uzman” tâbir edilen kişiler karşısındaki acziyetleri, insanların genelinin bu kişileri rableştirdiklerini gösterir. Öyle ki, artık bilim-adamları ya da uzmanlar ne derlerse sorgusuz-suâlsiz kabûl etme alışkanlığı oluştu. (Bu durum onları Rabler edinmek demektir). Çok ilginç ki neredeyse hiç-bir şüphelenme ve îtirâz olmuyor.

Ölümden sonraki hayâtı (âhiret) hesâba katmayan ve umursamayanların bu tavırları anlaşılabilir. Çünkü onlar ölümden sonra her-şeyin bittiğini düşündükleri için, Dünyâ’yı en rahat ve en yüksek konforda yaşamak istediklerinden, başka da güvenecek bir mercîleri olmadığından, bilim-adamları ve uzmanların söylediklerini sorgusuz-suâlsiz kabûl ediyorlar ve onların dediklerini harfiyyen yerine getiriyorlar. Fakat müslümanlara ne oluyor ki, bu bahsettiğimiz kişilerden farklı bir sorgulama ve davranış içinde değiller. Müslümanların içinde bu işlerle uğraşanlardan her-hangi bir teoriye karşı nerdeyse hiç-bir eleştiri gelmiyor ve tam aksine, batı-merkezli modern bilimin verilerini harfiyyen tekrarlamaktan başka bir şey yapmayarak, Kur’ân’ın da bu teorileri desteklediklerini söylüyorlar ve bu uğurda aşırı zorlama vahiy yorumlamalarıyla yanlış ve hattâ sapık olan bu teorileri güyâ sağlamlaştırıyorlar ve üstlerine tüy dikiyorlar. Hâlbuki Kur’ân, bir yönüyle de sorgulamayı, eleştirmeyi ve mevcut üzerinde derin-derin düşünmeyi tavsiye ve emreden bir kitaptır.

Batı-merkezli olan bu modern bilimde, uzmanların önermelerinin dayanağı yine kendileridir. Önermeyi yapanlar “uzman ya da bilim-adamı oldukları için” o önermelerin doğru olduğu ön-kabûlü var. (Çünkü bu kişiler “yanılmaz” kişiler olarak görülüyor). Yaptıkları gözlemler bile kendi önermeleri ve kendilerinin oluşturdukları matematik hesaplarına göre yapılıyor. Hâlbuki Kur’ân’a/İslâm’a göre gözlemler/araştırmalar, Mutlak Varlık ve mutlak doğru adına yapılır ve en doğruya ulaşmak amaçlanır. Bunun için de vahiy-merkezli araştırmalar yapılarak derin düşünceler üretilmeli ve en doğruya ulaşmaya çalışılmalıdır.

İşte biz de bu yolda ilerlerken, yâni vahiy-merkezli bilim okumaları ve anlamaları yaparken, zamanla bâzı sorunlar ve çelişkiler görmeye başladık ve ilerleyen zamanlarda modern bilimin verilerinden şüphe etmeye başladık. Bu durum bizi bu işe daha da derinden bakmamıza neden oldu ve en sonunda gördük ki, batı-merkezli modern bilimin verileri-önermeleri-teorileri, -içinde bâzı doğrular taşısa da-, hiç de söylendiği gibi doğrulara ulaşmış değil, yanlış düşünme tarzından dolayı yanlış sonuçlara varılmış önermeler-teorilerdir. Şüphe ile başlayan süreçte zamanla modern teorilerin yanlış olduğunu, kâinatın o kadar karmaşık teorilerle anlatılmasına gerek olmadığını, bilimsel bilgiye âşinâ ve vahiy-merkezli olmak kaydıyla basit bir bakışın ve derin bir düşünüşün farklı sonuçlar verdiğini ve bu sonuçların modern bilimin verilerine göre akla-mantığa ve sağduyuya daha uygun olduğunu gördük. Bunun sonucunda özellikle, muşhûr olmuş bâzı teorilerin yanlışlığını ve Allâh-u âlem doğru olduğuna inandığımız farklı açıklamalarını yapmaya çalışacağız. En doğrusunu sâdece Allah bilir..

Hârûn Görmüş 


MEŞHÛR TEORİLERİN YIKILIŞI

1-Matematiğin Yanılmazlığı

Bülent Akyürek:

“Îman, matematik hesaplarından önceki duraktır” der.

Mahcub Taha:

“Kuantum mekaniğinin temel prensipleri, bir kimsenin, sistemin durumunu belirlemesi için ya konum değişkenini ya da hız değişkenini kullanmasını, ikisini birden kullanmamasını gerektirmektedir. İki değişkenin bir-arada olması, tıpkı konum ve hız gibi, sistemin ölçülememesine ve ölçümlerin uyumsuz olmasına neden olur” der. 

“İndirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun temel parçacığı olan elektron bile belirsizlik ilkesi nedeniyle gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Artık incelediğiniz şey “o” değildir çünkü. Varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz ya da daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.

Mehmet Keçeci:

“Biz fizikçiler, evreni sürekli matematik formüllerle açıklamaya çalışan kişileriz” der.

  Hâki Demir:

“Matematik “aklî ilimler”dendir ve özü îtibâriyle “fikir”dir. Fizik ise pozitif bilimlerdendir ve özü îtibâriyle ilimdir. Bir mesele, ancak matematikle îzah edilebiliyorsa fikirden bahsediyoruz, fizik ile îzah edilebiliyorsa, bilimde bu durum, farklı bir matematik sistemin kurulmasının mümkün olduğunu fakat farklı bir fizik-biliminin kurulmasının mümkün olmadığını gösterir. Çünkü fizik-bilimi, az veya çok, varlığa bağlıdır ve varlığı tâkip eder. Kozmosun her-hangi bir koordinatında yer-çekimi kânununun aksinin de mümkün olduğu ispatlansa bile, yer-çekimi kânunu varlığını devâm ettirir, zîrâ kâinâtın bir-çok noktasında bu kânun test edilebilir. Matematik evren ise tasavvurdan ibârettir ve farklı tasavvurlar mümkündür.

Fizik-bilimi, yirminci asır boyunca matematiği kullanma yoğunluğunu artırmıştır. Yirminci asrın sonlarına doğru matematiğin kullanılma yoğunluğu, teorilerin oluşturulmasında yarı-nispetine ulaşmış ve geçmeye başlamıştır. Bunun temel sebebi, fizik-biliminin, fizik evrendeki ilerlemesini, mevcut fizik kâideleriyle yürütemeyecek noktaya varmış olmasıdır. Gerçekten de fizik-bilimi, pozitif bilim kavrayışıyla ulaşabileceği ufka yaklaşmıştır. Ufkun müntehâsına varmamıştır ama yaklaşmıştır. Yer-yer fizik evren ile meta-fizik evren arasındaki sınır zorlanmaya başlanmıştır. Meta-fizik evren sınırına yaklaştıkça, fizik-biliminin verileri, kâideleri, nazariyeleri têsirini kaybetmeye, ilerlemeye yardımcı olmak yerine mâni olmaya, attığı her adımda kendi-kendisiyle çelişmeye ve çatışmaya başlar. Her-şeye rağmen ilerleme çabasının netîce vermesi, ancak matematik ile mümkün hâle gelir. Bir müddettir böyle devâm ediyor ve her gelişmeyle birlikte matematik yoğunluk artıyor” der.

Matematiksel sonuçlarla ilgili olarak bir yayında şöyle denir:

“Atom dâhil, atoma kadar “fizik âleme” insan bilgisi büyük ölçüde ulaşabilmiş. Ve bu âleme hükmedebiliyor. Laboratuvarda inceleyebiliyor. Şekil verebiliyor. Sebep ve sonuçlarını bilimsel kurallara bağlayabiliyor. Ama meta-fizik âleme ise insan henüz ilk-adımı atmış durumda. İşte bu âleme insan bilgisi ve beyni hükmedemiyor. Bu âlemin olguları ve sonuçları büyük ölçüde “belirsizlik” sınırları içinde. Bir sistematiği yok. Örnek olarak insan düşüncesini oluşturan enerji parçacıkları olan fotonlar aynı-anda binlerce kilometre ötede ve yine aynı-anda her yerde etkili olabiliyor”.

Bilim-adamları, “o aşamada neden öyle oldu?” sorusuna: “e öylesi daha uygundu da o yüzden” diye cevap verirler. Her aşamada sonuca bilimsel bir kılıf bulurlar böylece. Tabi bunlar yine masa-başında “matematik” önermeler ve sonuçlardır. Yoksa, o olduğu varsayılan şey hiç-bir zaman gözlenemez. Çünkü deney-dışıdır. Meselâ karanlık madde mecbûren matematiğin bir sonucudur.

Atom gerçekten de matematik olarak bölünebilir fakat fizîki olarak bölünemez. Bölünse bile bir-şey görülemez, bilinemez, açıklanamaz.

Doğadaki tüm kuvvetler matematiksel isimlendirmelerdir. Gördükleri bir şey yoktur, çünkü kuvvetler maddî değildir.

Bir makâlede şöyle denir:

“Bilimde, özellikle de mikro-fizikte nötrino, kuark vb. parçacıklar “varlık” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu parçacıkların varlığı günlük yaşamda algıladığımız (söz-gelimi toprak, petrol, masa gibi) nesnelerin varlığından farklıdır. Mikro-fizik dalında çalışan bilim-insanları bu parçacıkların varlığını kanıtlayamasalar da araştırmalarını sürdürebilmek için kuramsal (matematiksel) olarak kabûl etmektedirler.

Bilim-adamları, evrenin oluşturdukları matematikle bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar ama, teorileri mi matematiğe uyuyor, yoksa, matematiği mi teorilerine uyduruyorlar diye düşününce bâzı şüpheler ortaya çıkıyor. Aşağıdaki paragrafları okuyunca bu şüphelerin yersiz olmadığı daha iyi anlaşılıyor:

Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar...

“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca, matematikte soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez.’’

Enis Doko:

“Matematik ilk bakışta anlaşmazlıklara yer olmayan bir disiplin gibi gözükse de, aslında matematikte bir-çok çözülmesi çok zor ikilem mevcuttur” der.

Matematik kişinin özgün bir yorum yapmasına izin vermiyor. “Zâten yapılmış olan” yorumları tekrâr ederek ve işleme tâbi tutarak kabûl edilmesini ön-görüyor. Bu yüzden matematik totaliter ve dayatmacı bir yöntemdir. Netîcede matematik, atom-altı denilen parçacıklar üzerinde açıklamalar yapıyor ve bu soyut varlıklar üzerinde de çalışıyor. “Gerçek olmayan” varlıklar üzerinde çalışıyor. Bu yüzden de matematiğin net gerçeklik için olduğunu söyleyemeyiz.

Ziyaüddin Serdar:

“Tabiatın yasaları gözlere silinmez mürekkeple yazılmış matematik formülleri değildir” der.

Rakamlar yalan söylemez ama rakamlara yalan söylettirilebilir.

“Batı”nın insanlık, ahlâk, tevâzu gibi insana has değerler içeren bir cümlelik bile söyleyecek sözü olmadığı için, sürekli bilim ile uğraşmakta, ilâhlaştırdığı matematiği öne çıkarmaktadır. Çünkü matematikte meta-fizik, duygusal, insancıl şeyler yoktur. Ruhsuzdur matematik.

Kâinâtın bu görünümde olması aslında “matematik olarak” imkânsızdır. Matematik, kendi uydurduğu formülleri kullanarak evrene bir hayat-öyküsü yazıyor. Matematik çok ruhsuz bir sistemdir. Çok fazla teoriktir. Fakat pratikte sonuç çoğu-kez matematiğin verdiği sonuçlarla uyuşmaz. (Bilim-adamları sâdece uyanları gündeme getirirler). Her-yanı “Ruh” içeren kâinât, bu ruhsuz matematikle ispatlanamaz. Meselâ matematiğe göre; 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 rakamlarıyla; 8, 12, 15, 24, 28, 36, 45 rakamları arasında, 1’den 50’ye kadar rakamların bulunduğu bir torbadan çekiliş yapıldığında, iki gruptaki rakamların çıkma olasılığı da aynıdır. İki grup da yedi rakamdan oluştuğu için, çıkma olasılıklarının aynı olduğu söylenir. Bu söyledikleri bir yanılsamadır. Çünkü ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlk gruptaki rakamlar çok fazla komplekstir. Hem ilk rakam olan 1’den başlayarak sıralı şekilde 7 rakamına kadar sıralanmışlardır; hem de bu rakamlar düzenli bir sıra oluşturur. İkinci gruptaki rakamlar belli bir denemeden sonra çıkabilir, fakat ilk gruptaki rakamların olduğu şekliyle çıkması, sonsuza kadar deneme yapılsa bile imkânsızdır. İkinci gruptaki rakamlar basittir ve çok fazla bir özelliği yoktur; ilk gruptaki rakamlar ise süper-kompleks özelliktedir. İşte kâinât da ilk gruptaki rakamlar gibi süper-kompleks bir yapıdır. Bu yüzden de doğru hesap yapılamaz kâinât hakkında. İşte bu yüzden matematik çok-basit hesaplar yaparak evreni açıklamaya çalışmakla yanlış yapıyor. Çünkü kâinât süper-kompleks bir yapıdır.

Yine ruhsuz matematik; 1 ile 50 sayıları arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41” rakamlarını 1 ile 50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak gösteriyor. Hâlbuki ilk gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar 1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan rakamlardır ve bu ikinci gruptaki rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde 8,14,21,28,34,41 rakamlarının çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda mutlaka çıkar. Fakat ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlki; bu rakamların arada boşluk olmayacak şekilde arka-arkaya gelmesiyken; ikincisi; bu rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak arka-arkaya gelmesidir. İşte bu yüzden ilk gruptaki bu rakamların kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması imkânsızdır. Bu rakamlar sonsuz zamanlar ve sonsuz denemeler olsa bile 1,2,3,4,5,6 şeklinde sıralı olarak çıkmaz. Ama ruhsuz/klâsik matematik, iki gruptaki rakamların da çıkma olasılığını aynı görür. Çünkü ilk gruptaki rakamların düzenini/farklılığını/özelliğini/kompleksliğini/mükemmelliğini vs. göremez ve anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açıları/felsefesi olmadığı/oluşmadığı için bunu fark edemez.

Matematiğin her zaman doğru olduğu ne mâlûm? Matematik de pek-âlâ kurgulanabilir. Birinin bir matematik formülü bulması ve onunla evrenin yaşını hesaplamasının doğru olduğunun delîli nedir? Formülün doğru olduğunun delîli nedir? Evrende/Dünyâ’da karşılığı var mı? Bir fikrin/formülün sâdece vâr olması onun kesin doğru olduğunu göstermez. İşte bu sorun yüzünden hep “olasılıklardan” bahsediliyor. Hep “%”lerden bahsediliyor. Aslında ortada kesin bir şey yok..

Caner Taslaman bu konuda şöyle der:

“Matematik olan-bitenin (evrendeki gerçeğin) matematiği olduğu müddetçe hiç-bir paradoksu olamaz”. Eğer matematiğin ontolojik statüsünde (matematiksel kavramların kurgusal mı, gerçek mi olduğunda) hatâ yapılmazsa, paradokslar oluşmayacaktır. Nitekim bilimlerin ilerlemesinde matematiğin doğru uygulamalarının tartışılmaz bir yeri vardır. Kurgusal olarak tasarlanıp evrendeki gerçekliğe uymayan matematiğin ise bu ilerlemede hiç-bir katkısı olmamıştır. Bu matematik ancak bir oyalanma, bir fikir jimnastiği ve bir paradoks üretme kaynağı olmuştur”.

Kâinât sâdece matematiğin târif ettiği/edebildiği kadar mıdır? Caner Taslaman:

“Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar, matematiksel betimlemenin avantajına sâhip olsalar da, doğa yasalarının varlığı daha da önemli bir boyuta işâret etmektedir. Kurgusal olup, gerçeklikte karşılığı olmayan matematiğin, fizik ile bir alâkası yoktur” der.

Kartezyen Felsefe’ye göre şekillenmiş modern-bilimde tek kesin bilgi, matematik ve fizikten çıkarılan ilke ve kavramlardan oluşur.

Bu-günkü matematik ruhsuzdur. O yüzden matematiğe kilitlenmiş insanlar evrendeki her-şeye ruhsuz bir gözle bakıyor ve ruhsuz yorumlar yapıyorlar. Çünkü matematik bakış-açısı her-şeye matematiksel bir gözle baktığı ve yorumladığı için varlığa bir ruh yüklemiyor. Bu yüzden her-şeyi standartlaştırıyor. Matematikten anladıkları hâlde matematiğin felsefesi olan meta-matiği anlamıyorlar. Bu, her-şeyin standartlaşmasına yol açıyor ve bu da anlamdan yoksun bir dünyâ-algısı meydana çıkarıyor.

Atasoy Müftüoğlu:

“Hakîkati, matematiksel bir yaklaşımın/algının sınırları içerisine sıkıştıran bir Dünyâ’da insanî/ahlâkî bir gelecek olamaz” der.

Caner Taslaman “Big-Bang ve Tanrı” adlı kitabında Cavalleri’den bir alıntı yapar:

“Cavalleri’nin dediği gibi: “Gözlemlere dayanan her değer gerçek bir sayı ile ifâde edilmelidir, yoksa o hayâli bilimin veya bilim-kurgunun konusudur.”

Tabî ki de biz küçük-çaplı kâinâtta yâni Dünyâ’da ve belki Güneş sistemi içerisinde matematiği kullanabiliriz ve de kullanmalıyız. Fakat matematik kâinât ölçeğinde tam mânâsıyla işleyemez. O yüzden Cavalleri, böyle söylemekle rakamları/sayıları gerçeğin üstüne çıkartmış oldu. Gerçekler nesne, sayılar özne oldu. Bu büyük bir sorun. Matematiğin ilâhlaştırılmasını şimdilerde laik-seküler-kapitâlist Dünyâ, insanları sömürmek için kullanıyor.

Matematik, matematik, matematik… “Şöyle şöyleyse şöyle olması lazım” derler. Yâni “yengemin … olursa amcam olur” der gibi. Hz. Ali ne kadar da haklı: “İlim bir noktaydı, câhiller onu çoğalttı”.

Bu evrendeki her-şey illede hesaplanabilir olmak zorunda mıdır? Penrose, matematikteki “polyonimo kümeleri”ni örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir.

Roger Penrose; Matematiksel anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifâde edilmesine olanak olmadığını söylemektedir. Ona göre “anlayış” hesaplamadan farklı bir şeydir. Penrose, matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup-bitenlerin “farkına varmaya” bağlı olduğunu söyler.

Caner Taslaman:

“Evrende her-hangi bir gerçekliği daha iyi anlamamıza yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla kesilmelidir. Çünkü matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri anlamamıza katkısı olduğu ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir kurgunun ötesine geçemez” der.

2- Evrim Teorisi

“Yoksa onlar, hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?” (Tûr 35).

Evrim teoisi aslında Lamarck  teorisinin genişletilmiş bir şeklidir. Bir yazıda bu durum şu şekilde anlatılır:

“Biyolojide, türlerin değişebileceği görüşünü ilk ortaya atanlar Fransız Buffon (Bufon: 1707-1788) ve Lamarck (Lamark: 1744-1829)’tır. Bu iki bilim-adamı, çevre etkisiyle canlılarda meydana gelen değişmelerin daha sonraki nesillere geçebileceğine inanmışlardı. Lamarck ve Buffon’a göre, bitki ve hayvan türleri, çevre şartlarının etkisiyle değişebilmektedirler.

Lamarck, evrim hakkındaki görüşünü 1809 yılında yayımladığı “Zoolojinin Felsefesi” adlı eserinde ortaya koymuştur. Bu eserinde Lamarck çevrede meydana gelen değişikliğin türleri etkilediğini ve her türün bu etkiye içten gelen bir değişiklikle cevap verdiğini belirtmektedir.

Lamarck’ın görüşleri iki noktada toplanmaktadır: Birincisi, canlıların çevre şartları ile sonradan kazandıkları özellikleri yeni nesillere geçirebileceği; ikincisi ise, “kullanma ve kullanmama” prensibi idi. Lamarck’a göre, eğer bir vücut parçası çok kullanılırsa gelişir ve kuvvetlenir. Kullanılmayan kısımlar ise zamanla zayıflar, küçülür ve hattâ kaybolabilir.

Lamarck’ın evrim teorisi, bu iki fikre dayanıyordu. Yeni çevre etkisiyle meydana gelen değişmeler, bir-çok döller boyunca yeni özelliklerin kazanılmasına sebep oluyor ve sonunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Her-şeyden önce Lamarck, bir türün çevre etkisiyle değişebileceğini belirtmiştir. Meselâ Lamarck, zürâfaların boyunlarının uzun olmasını şu şekilde açıklar: “Oldukça kurak ve otsuz bölgelerde yaşayan bu hayvanlar, devamlı güç sarfederek ağaçların uç dallarına boyunlarını uzatmak zorunda kalmışlardır. Bu mecbûriyet, zürâfa soyunun daha sonraki nesillerinde de sürdürülmüştür. Böylece uzun yıllar devâm eden bu olayın sonunda, zürâfaların hem ön bacakları, hem de boyunları uzamıştır”.

Evrim Teorisi insanın ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini savunur. Oysa insan Âdem-Havva’dan bêri ilkel insan değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. (belki modern zamanlarda bir ilkellikten bahsedilebilir) Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn 4). Batı-anlayışı, her-şeyin ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini düşündüğünden, insanın da ilkelden mükemmele doğru gittiğini düşünmüş ve Evrim Teorisine inanmıştır.

Evrim Teorisinde sıkça komedilere rastlarız. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan Şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ...yıl önce yaşamış olan ...atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklamını yapıp cicili-bicili sözlerle câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Kısaca; “arzularının salıncağında sallanıp dururlar”.

Yaptıkları bir-çok sahtekârlıklar da vardır. Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri “Piltdown adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş âletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tâbi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün bilim-insanlarını ne kadar kolay yanılttığının bir delîlidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hattâ destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca bir-çok bilim-insanını ciddî şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil ciddî analizlere tabi tutulmamış, elde ciddi veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil îmâl edilseydi, “hâkim paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek mümkündür. Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır.

Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki dini-çevrelerin çoğu Usher’in târihlendirmesini kabûl ediyorlardı. Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir atadan ve bir-birlerinden değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak canlıların yer-yüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce var olmasıyla savunabilecekleri kanaatindeydiler.

Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisinin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim” den söz-eder aslında. Gerek Evrim Teorisinde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli bir “aşama”dan/evrimden bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden bahsederken, diğeri makro-seviyede bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi canlıların tek-bir hücreden geliştiğini söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin tek bir “nokta”/hidrojenden geliştiğini söyler. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin evren çapında büyütülmüş şeklidir. Herbert Spencer, Evrim’i; Güneş Sistemi’nden, canlıların bedenlerinden, toplumsal yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa olarak görmüştür. Evrim Teorisi’nin gerçek olması için, Big-Bang Teorisi gibi 15 milyar yıllık zaman-dilimini kapsayan bir teoriye ihtiyaç duyulmuştur. Bakın bir kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:

“Biyolojinin özünde yer alan evrim düşüncesi ilkin astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların ilk örneklerini vermekle kalmamış, Dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü de getirmiştir”. Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.

Gerçi artık 15 milyar yıl da yetmiyor, “sonsuz evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman ihtiyâcı” zihniyet değişmedikçe hiç-bir zaman çözülemez.

Wittgenstein şöyle demektedir:

“Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve “tabî ki” diyen çevreler vardır, bir de “tabî ki hayır” diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla “tabî ki” denilebilir? Tek-hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli-hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu-anda kimse gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir-damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır. İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin. “Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir” gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl her-hangi bir şeye iknâ olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ böyle olduğuna kanaât getiriyorlar”.

William Dembski, Darwinci Evrim Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu belirterek:

“Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu îcat etmeliydi” der.

Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı eserin, bir-gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu, biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün bilimleri etkileyeceğini söylemişti.

Spencer’ın Evrim Teorisi; “Evrim”in, Güneş Sistemi’nden Dünyâ’mıza, Dünyâ’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa olduğunu ileri sürer.

Her-şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır. Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbiri ile karışmaz. Karışmaması onların orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk yaratıldıklarında da şimdikinin hemen-hemen aynısı olduğunu gösterir. Zâten bu orijinâllik hâlen de devâm ediyor. Öyle ki; artı-eksi kutuplar hâlen bir-birlerini çeker ve aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni bir tür ortaya çıkmaz, çıksa bile neslini devâm ettiremez. Evet; aynen ilk yaratıldığında olduğu gibi.

Varlıklar en uygun durumlarından bir önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de Allah’ın bir yaratması olacağından, bu, Allah’ın çirkin bir şey yarattığını söylemek anlamına gelir. Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel hâlden bir-önceki aşamadaki durum zâten işe yaramaz bir durumdur. Hiç-bir varlık en uygun durumundan bir önceki hâlde hiç-bir işe yaramaz. Görevini yapamaz zâten. Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz meselâ.

Evrim Teorisini yıkan en büyük etken, Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe varlıkların yokluğudur. O ucûbeler hiç gözlemlenemez. Neden?; çünkü canlılar orijinâl olarak, oldukları gibi bir-anda yaratılmıştır. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya çıkış sürecinde bir-sürü ara-formun olduğu kabûl edilir. Fakat bir tâne bile bulunamamıştır. İzleri bile görülmez.

Her-şey gibi canlılar da aşama-aşama değil, bir-anda yaratılmıştır. Bu bir-anda yaratılışın nasıl olduğu bilinemez, anlaşılamaz, idrâk edilemez. Bir-anda olan şeyler insanın aklını başından alır. O yüzden anlam verilemez.

“Bir şey yok iken nasıl bir-anda olur, bunun örneği var mı” diye sorulursa; “Göz kapatıldığında yokluk, açıldığında da varlık olur” deriz. Her-an bir-anda yaratılmanın örneğidir bu.

Evrim Teorisi canlı kökenine inmekle dolaylı/dolaysız yönden sosyâl düşmanlıklar ortaya çıkarmıştır/çıkarıyor.

Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak anlaşılamaz.

Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek evrim teorisini ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori üretilmiştir. Demek ki tüm teoriler sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar. Orijinâl teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde de etkili oldu.

Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir zihinle gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi de belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.

Cumhuriyet döneminde de yeni bilimsel gelişmeler karşısında, “siz bu teorileri ispatlayın, biz Kur’ân’dan onlara âyet buluruz” diyen din-adamları vardı?

Yâni Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşleri değişir. En uygun bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.

Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:

“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayâtın nasıl geliştiğine dâir bir-çok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir”.

Evrim Teorisi 1859 yılında değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göstermezdi ve yayılamazdı. Aynı şekilde meselâ Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki gösteremezdi. Bu teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi aslında felsefî tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya atılabilirdi. Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu teorileri tampon olarak kullandılar.

Eldeki malzemeye göre ev yapmaktır yaptıkları.

Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir olay şu şekilde anlatılır ki bizce bu olay Evrim Teorisini çarçabuk en yakındaki kanalizasyona atmak için tek-başına yeterlidir:

“7,7 kilometre derinliğinde uzaktan kumandalı cihazlarla yapılan taramada “Pseudoliparis amblystomopsis” adı verilen balıklar tespit edildi. Okyanusun karanlık derinliklerinde yaşamlarını sürdüren bu balıkların boylarının 30 santimetre olduğu belirtildi. Balıkların okyanusun bu kadar derinliğinde ve karanlıkta enerjilerini korumak için hareketsiz olması beklenirken, bunların son derece hareketli olduğunu gözlemleyen bilim-adamları, bunun şaşırtıcı bir durum olduğunu bildirdi. Faâl bir şekilde yüzen ve beslenen balıkların 17 tâne olmasını ise bilim-adamları, balıkların bir âile olabileceği şeklinde değerlendirdi.

Balıkların titreşimler sâyesinde karanlıkta yolunu ve yiyeceğini bulabildiğini belirten bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye çıkartıldıklarında yaşama şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen Üniversitesinden bilim-adamı Monty Priede, keşfettikleri bu derin su balıklarının “umulmayacak kadar şirin olduğunu” ifâde etti. Bu-güne kadar hiç kimsenin bu kadar derinliğe bakmadığını ve bu kadar derinlikte neyle karşılaşılacağının bilinmediğini belirten aynı üniversiteden bilim-adamı Alan Jamieson da, bu balıkları görmenin kendileri için bir onur olduğunu söyledi. En derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko açıklarında 8 kilometreden fazla derinlikte bulunan “Abyssobrotula galatheae” türünün olmuştu. Ancak balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.

  Denizin belli derinliğinde yaşayan ve adına genel olarak “derinlik balıkları” denen canlılar var ve bunlar denizin belli bir üst-seviyesinde (az derinlikte) yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir zaman-sürecinde gitmiş olamazlar. Bulundukları yerde yaratılmış olmaları gerekir. Orada evrimle/mutasyonla da oluşamazlar. Çünkü suyun altına belli bir derinlikten sonra hiç Güneş-ışığı girmez, yâni mutasyonun ana-kaynağı/nedeni ortadan kalkar. Bu, tüm canlıların ve kâinâttaki her-şeyin, bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının göstergelerinden biridir.

Evrim Teorisi karşısında sürekli ortaya konan yanlışlar/çelişkiler/çıkmazlar o kadar çoğaldı ki, evrimciler Teoriye sürekli yeni anlamlar ve farklı düşünceler yüklediler. Ona sürekli yeni tâdilatlar yaptılar. Zamanla Evrim Teorisi o kadar değiştirildi ki, artık o, Darwin’in bile tanıyamayacağı ve görse îtirâz edeceği bir duruma geldi.

Evrim Teorisi’ne göre, insan ile şempanze ortak bir atadan ayrılarak, şempanzeler şempanze olmuşlar, insanlar da insan. Fakat genel evrim anlayışına göre bu ortak ata da bir-anda beliriveren bir varlık değildir. O da daha önce başka bir varlıktan evrimleşmiştir. Bu geriye doğru olan evrimleşme, ilk canlıya ya da o ilk titreşen şey her ne ise ona kadar gider. Öyleyse o ilk titreşen şeye göre şu-andaki insan, daha kompleks ve ileri bir durumdadır. Buna îtiraz edecek bir durum yoktur. Yâni o ilk titreşen şey evrimleşe-evrimleşe daha düzgün hâle gelmiş ve en sonunda da mükemmel bir görünüm kazanmıştır. Yâni, kötüden iyiye, kullanışsızdan kullanışlıya, ilkelden mükemmele doğru bir süreç izlemiştir. Fakat işte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor: İki bilimsel olgunun birbiriyle yüzde yüz çelişmesi; Termodinamiğin 2. yasası olan Entropi kânununa göre her-şey zamanla bozulmaya, kötüleşmeye, daha kullanışsız olmaya, âdileşmeye başlarken; Evrim Teorisine göre, tam-aksine; iyileşmeye, düzelmeye, daha kullanışlı olmaya, daha değerli-kaliteli olmaya doğru gitmiştir. Bu durum iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir ki, termodinamiğin 2. yasası olan Entropi, çıplak gözle bile gözlenebilen kesin bir yasa olması nedeniyle, diğer “sözde bilimsel” olgu olan Evrim Teorisi’nin yanlışlığı açığa çıkar.   

Evet; “Evrim Teorisi’nin matematik ve fizik kurallarınca sağlaması yapılamaz” diyenlere şunu söyleyelim: En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan termodinamiğin ikinci yasası Entropi Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Evrim Teorisi’ne göre düzelmeye doğru gitmiştir. Bir canlı-türü mevcut iyi durumdan bir önceki durumunda (ara-tür) eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa evrimine devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!.  Ama teoriye göre zamanla düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır insanı: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin 4). İşte bu yaratma aşama-aşama değil, bir-anda olan bir yaratmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat vardır. Bu nedenle de ara-türler zamanla asıl türlere yâni en ideâl hâle dönüşemezler/gelemezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyonlarca yıldan sonra- düzelip ideâl hâle gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Evrim Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

Entropi yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Arthur Eddington:

“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama entropi yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der.  

Caner Taslaman:

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.

Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu için, oluşumun “tasarım” nedeniyle ve “kontrol altında” bir süreçle oluştuğu da söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Allah çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle ilk-prototipin, bir mûcize olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan tüm varlık, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm etmiştir/ediyor.

“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)

Âyetin de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir. Gerek insanın, gerekse kâinatın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Evrim Teorisi yanlıştır.

Evrim Teorisini tartışmaya gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki, her-şey bir evrimin olmadığını haykırıyor. Aynı şekilde bu haykırışın sesi kâinâtta da yankılanıyor.

3- Kozmik Fon Işıması

Big-Bang Teorisi’nin delîli olarak gösterilen Kozmik Fon Işıması sâdece bir yanılsamadır. Kozmik Fon Işıması zannedilen şey aslında, kâinâttaki bütün materyâllerin radyasyon yaymasından başka bir şey değildir. Evren materyâlleri tarafından yayılan bu radyasyonu, Big-Bang’in delîli olduğunu zannettikleri Kozmik Fon Işıması’nın yaydığı radyasyon zannediyorlar. Oysa “Kozmik Fon Işıması” diye bir ışıma yoktur. O şey başka bir şeydir. Nedeni başkadır.

Caner Taslaman kozmik fon ışımasını anlatırken:

“Eğer 13,7 milyar yıl önce bir patlama olduysa, günümüze kalan bir ışımasının olması gerekir. Olay önce teorik olarak gösterilmiştir. 1960’lı yıllardan sonra radyo ve televizyon işleri artınca radyo dalgaları ile ilgilenme artmıştır ve bir anten kurma işi sırasında tesâdüfen parazit olarak büyük patlama ışıması bulunmuştur. Başlangıçta işlerin yoluna girdiği sanılmışsa da daha sonra bir sorun çıkmıştır. Evrende bilindiği gibi galaksiler vardır. Galaksilerden bu ışımayı kendilerine isâbet eden yerlerde emmeleri beklenir. Ama böyle olmamaktadır. Işıma, galaksiler dâhil her yerden gelmektedir. Öyle ise patlamanın kaynağı bize göre galaksilerden daha yakında bir yerde olmalıdır. Bu sonuç Büyük Patlama Teorisini geçersiz kılar.  Belki de gerçek tümüyle farklıdır. Işığın bir ortam içinde yayıldığını düşünürsek, uzayda da bir ortamın olduğunu ve bu ortamın yalnız ışığı değil, gözle göremediğimiz radyo dalgalarını da engellediğini ciddi olarak düşünmek durumunda kalırız.  Diğeri, uzay kütleler nedeniyle sürekli bükülüyor. Bir kozmik ışın bize düzgün doğrusal bir çizgi şeklinde ulaşamıyor. Buna karşılık galaksi ışınları da bize düzgün doğrusal bir şekilde ulaşamıyor. Bize gelene kadar ışınların ne gibi yollardan geçtiğini hiç-bir zaman bilemeyiz. Belki yolda öyle şeyler oluyor ki ışımada hiç-bir boşluk kalmıyor. Doppler etkisini kabûl etmenin bir sonucu daha var. Büyük patlama teorisine göre ve Doppler etkisine bakarak evrenin sınırlarına doğru galaksilerin bizden ışık-hızına yakın bir hızda uzaklaştığını biliyoruz. Ama daha uzaklaşınca galaksilerin ışık-hızını geçmeleri gerekir ki bu mümkün değildir. Öyle ise böyle bir etkinin olmaması gerekir” der.

Michael Rivero:

“Big-Bang'i kanıtlamak için ilk-patlamanın günümüzdeki yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arka-plân Radyasyonunu araştırmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyâl bulundu. Aynen Aristo ve Hubble gibi, Kozmik Arka-plân Radyasyonu fikrinin öncüleri de sinyâlin kendi düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması olamayacağını farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big-Bang Teorisinin büyük kanıtı olarak îlan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar kutlandı.

Fakat sonra ortaya çıktı ki, Epicycle Teorisinin gezegenlerin hareketini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big-Bang Teorisi de uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu.

Birinci sorun olarak “ufuk problemi” vardı. Şu-anda evren 28 milyar ışık-yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında olduğu düşünülmektedir. (Tabî ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde değilsek, evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiç-birşey ışık-hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı-radyasyonunun iki ufuk arasında Big-Bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri dengeleyecek ve şu-anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket etmiş olması mümkün değildi” der.

Dolayısı ile Kozmik Fon Işıması zannedilen şey bir yanılsamadan ibârettir ve alınan sinyâl, Dünyâ da dâhil, kâinatın her yerinden sürekli yayılan radyasyondan başka bir-şey değildir.

4- Big-Bang Teorisi

1920’lerde bir-birlerinden bağımsız olarak, Rus matematikçi Alexander Friedman ve Belçikalı astronom Georges LeMaître, matematik denklemlerden hareketle genişleyen bir evreni ön-gören çözümler formüle ettiler. (Big-Bang Teorisi biraz da, râhip olan Georges LeMaitre’nin “yaratılışı ispât etmek istemesi nedeniyle” zorlanarak ortaya atılmıştır). 1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışık spektrumunun sistemli bir şekilde kırmızı ucuna kaydığını gösterdi. Bu kırmızıya kayma, ışık kaynaklarının görüş alanında uzaklaştığını gösteren bir Doppler etkisi olarak değerlendirildi. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan teori, 1949 yılında da Big-Bang adını aldı. (Big-Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır). 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan, evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, (sözde) çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden, bilim-insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabûl görmüştür.

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anladıysa..). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.

Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, “sıfır hacme” ve “sonsuz yoğunluğa” sâhip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sâhip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan “Big-Bang” ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı. Big-Bang Teorisi süreci bu şekilde gelişti.

Atom-altı parçacıklardan başlayıp molekül düzeyine; oradan, proteinin çok karmaşık yapısından eşsiz bir fabrika olan hücreye; daha sonra gerek bitki ve hayvan ve gerekse mükemmel bir varlık olan insana kadar canlılık sürecinde mükemmel bir komplekslik göze çarpar. Hem de bu komplekslik indirgenemez kompleksliktir. Öyle ki; bu yapılarda oluşacak mikro-boyutta bir eksiklik bile o yapının daha başlamadan bitmesine neden olur.

İndirgenemez komplekslik nedir? Michael Behe, “indirgenemez kompleks” (irreducible complex) sistemi şöyle târif eder:

“Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim içinde olan parçalardan oluşmuş ve her-hangi bir parçanın çıkarılması durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel bir ifâdeyle “indirgenemez kompleks” bir sistem, bir-birleriyle etkileşim içinde olan ve her-hangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir”.  

Görüldüğü gibi; canlılıktaki kompleksliğin aynısı kâinât için de geçerlidir. (Aslında evrenin yaratılması ise insanın yaratılmasından daha büyüktür. Yâni evren insandan daha komplekstir). Kâinâtın oluşmasının olasılığı ve mükemmelliği tıpkı proteinin oluşmasındaki hassasiyet gibidir. İşte tüm bu yapıların bu yüzden aşama-aşama olması imkânsızdır. Değişimlerin küçük ve yavaş-yavaş olmasıyla, büyük ve hızlı bir şekilde olması fark etmez. İkisinde de aynı sonuçla karşılaşılır. Bir-anda yaratılmaları şarttır. Çünkü tamamlanamamış parça hâldeki bir yapı eksik olduğundan dolayı aynı-zamanda anlamsızdır da. İşte teorimize göre bu anlamsız durum kâinâtta hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Bu varlığa (kâinâta) anlam verilmediği bir “an” olmamıştır.

Aslında Tasarım Delîli de açıklamada yetersiz kalır. “Bu etki nasıl yapılmıştır” sorusu cevaplanamaz çünkü. Aslında; “evrimcilerin dediğinin aynısı olmuş, fakat süreci bir “Bilinç” kontrôl etmiş” dediğinizde bu açıklama kesinlikle bilimsel olmaz. Yaratılmanın “bilinçli” yada “bilinçsiz” olduğunu söylemek arasında bilimsel olarak fark yoktur. İkisi de “inanç” işidir çünkü. Yaratılış bir-anda olmadığında “rastgele” yada “şans” kelimeleri anlam kazanmaya başlar. “Allah’ın müdâhalesi” süreci değiştirmediğine göre, sürecin “şans” ile meydana geldiğini söyleyenlerin söyledikleri şeyler doğrudur. Yâni; “tamam, sizin söylediğinizin aynısı, fakat rastgele değil, müdâhale ile” denmesi inanmayacak biri için bir anlam ifâde etmez. İnanmak ise, -bu süreçleri tâkip edip de inanmayanlar olduğuna göre- bu süreçlerin konusu değildir. Big-Bang Teorisi’ni kabul edenlerin tamâmı evliyâ değildir nede olsa. Bu süreçler sâdece “inanmış” olanların îmanını pekiştirir. Meta-fizik ve dîni bir açıklama için ise tatmin edici değildir. Allah’ı maddîleştirir. Çünkü “maddeye sâdece maddî bir etki yapılabilir ve maddî etki de yine maddî olan biri tarafından yapılabilir” gibi bir sonuç çıkabilir. (Hâşa) sanki Allah burada insana hizmet eden bir varlık gibi gösterilerek nesneleştirilirken, insan ise özneleştirilir. “İnsan-merkezli bir ontoloji inancı açığa çıkar. İnsan-merkezli açıklamalar her-zaman yetersiz olur. Allah-merkezli açıklamalardan mahrum olunduğunda ortaya konan hemen her şey yakın-uzak vâdede insanlara, canlılara ve hattâ tüm kâinâta zarar verir. Zâten Şeytan’ın Big-Bang ve Tasarım Delîline “sesini çıkarmaması” bu yüzdendir. Kâinâtta bir “tasarım” vardır. Fakat bu tasarım bir sürece tâbi değildir. Allah’ın tasarlaması ve yaratması aynı-anda olur. Allah eksiklikten münezzehtir. Biz insanlar gibi, ilk-önce düşünüp, plân yapıp, tasarlayıp da sonra yaratmaya koyulmaz. Allah’ın düşünmesi, plânlaması, tasarımlaması ile yaratması aynı şey demek olduğu için, tasarımlaması ile yaratması aynı-anda olur. 

Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç (tasarım)” olunca hem Evrim Teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk kazanıyor. Allah’ın kontrôlünde ya!.. Big-Bang Teorisi’ndeki sürecin “Tanrı-kontrôllü” bir şekilde olduğuna inanmak ve o şekilde anlamak bu teoriyi kurtarmaz. Sâdece bir süreliğine onunla oyalanılabilir sâdece. Teori bir süre sonra çatırdamaya yada çökmeye başladığında hayâlleri yıkılır tabi. O zaman da teorinin birileri tarafından alaya alınacağını söylemeye gerek yok zâten.

Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin Allah’ın kontrôlünde olması o teorileri meşrû hâle mi getirir. Her türlü saçmalık “Allah’ın kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?

Allah’ın yaratması için “neden”e mi ihtiyacı var? Eğer öyle olsaydı Allah “nedene” bağımlı olurdu. Nedensel ilkeyi doğru bir şekilde ispatlayamamak, bir nedenin olmadığı anlamına gelir.

Bilim-adamları bu tasarımların Big-Bang sürecinde yaşandığını söylerken, biz; olduğu gibi, bir süreç olmadan bir-anda tasarlanıp yaratıldığını söylüyoruz.

Sistemi oluşturan parçalar o kadar komplekstir ki, o parçaların tamâmı aynı-zamanda, aynı-mekanda bir-anda buluşmaları gerekir. Aksi-hâlde oluşamazlar. Big-Bang sürecine göre bu buluşma imkânsızdır. Çünkü parçaların çoğu oluşmamıştır.

“Allah yaratmayı hep aşama-aşama yapar” diyorlar. Peki bu kural sâdece maddî varlıklar için mi geçerlidir yoksa maddî olmayan melek, şeytan-cin, hûri, ğılman vs. için de geçerli midir? Melekler de mi aşama-aşama yaratılmıştır?

Evrimsel-aşamalı bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin ne önemi var ki? Evrim olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim-aşama ile olunca yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkar. Bir-anda olan bir yaratılış ise mecbûren Allah-yaratıcı ile olmak zorunda. İşte Big-Bang süreci buna aykırı, ya da Allah’ın kontrolünde olmak ihtiyâcı hissettirmiyor. Big-Bang ile olunca “Allah’sız da olabilir” düşüncesi normâl ve doğal olarak çıkıyor ortaya. Bir-anda yaratılmada ise başka alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”.

Yâni sorun; “tamam, yaratılış bilimin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması” mı? Bilim açısından ne fark eder ki? Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder? Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra; “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır” demenin ne anlamı olacak? O zaman onlar da; ”hayır kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor diğeri yaratılış. Netîcede iki kesimin de kabûl ettiği aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç olan şey; nasıl oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç görülüyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir farkları yok mu? Ve bu nedenle de inançsızlardan daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi? Eğer cevap “hayır” ise bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen ya da tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?, ya da bilim açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde etmez.

Evrenin yaşına 1024 sâniye biçiliyor. Bu durumda bahsedilen oluşumların gerçekleşmesi için bu süre yetmiyor. Demek ki bu oluşumlar süreç ile yaratılmadı. Bir-anda yaratıldı. İnançlı bilim-insanları; “bu kadar kompleks varlıkların tesâdüfen oluşması imkânsızdır” diyorlar. İyi de buna tesâdüf değil de tasarımla ve bilinçli aşamalı bir süreçle yaratıldığını söylediğimizde de evrenin ömrü bu oluşumların oluşmasına yetmiyor ki. Tasarımlı fakat aşamalı bir süreç ile yaratıldığını da kabûl edemeyiz, çünkü zaman yetmiyor. Big-Bang’den beri geçen zaman yetmiyor. O hâlde tasarımlı ama aşamasız-süreçsiz bir ilk-yaratılıştan bahsetmemiz kaçınılmaz oluyor ki bu yaratılış, bir-anda gerçekleşen bir yaratılıştır. Bu mükemmelliğe (kâinâtın oluşumuna) zaman yetmiyor, imkân yetmiyor zîrâ. Yâni süreçle oluşması imkânsız. O nedenle hiç-bir zaman idrâk ve îzah edemeyeceğimiz mûcize ile olan bir yaratılış var ki o da; -aşamalı süreç, açıklamalı bir süreç olacağından- bir-anda olacak olan bir yaratılıştır. Bir-anda olacak olan bir “ilk yaratılış”tır. Yâni yaratılışa şans-tesâdüf ile değil de, bilinçle-tasarımla dediğimiz zaman da aşamalı-süreçli bir yaratılış yetersiz kalıyor. Sorun, kâinâtın tesâdüf ile mi yoksa tasarımla mı yaratıldığı sorunu değil, aşamalı mı, bir-anda mı yaratıldığı sorunudur. İnançlılar buna inançsızlardan ayrılmak için mecbûren “bir-anda” demek zorundalar. Aksi-hâlde inançsızların söylemlerinden bir farkları kalmayacaktır. Çünkü ikisi de aşamayı kabûl ediyor fakat bu aşamanın şuurlu mu şuursuz mu olduğunda anlaşamıyorlar ki bu, varlığın açıklamasında önemli bir şey değildir. Açıklama aynıdır zîrâ. İnançlılar inançsızlarla “nasıl”lıkta çelişmiyorlar, niçin-nedenlikte farklılaşıyorlar ki inançsızlar zâten bunu sorun etmiyorlar, yâni onlar için bir niçin-neden yok. Böyle olunca da inançlıların derdi, inançsızları niçin-neden’e zorlamak oluyor. İkisi arasında başka bir sorun yok çünkü.

Sen evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl et; insanın yaratılışını evrimsel süreçlerle îzah et, sonra da de ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar “tesadüfle olmuştur” deseler bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptığı için tasarımı kabûl etmiş olmuyorlar mı?. Ya da, yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan:

Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.

İnançsızlar; “tamam-tamam tasarımla oldu” deyiverseler ne değişecek?. İnsanlar yaratılış ile ilgili açıklamalardan ne anlıyorlar, orası önemli. Biz de diyoruz ki: Aşamalı-süreçli “ilk yaratılış” hikâyesi, Allah’sızlığı çağrıştırır. Allah’a bir ihtiyaç hissettirmez çünkü. “Zâten açıklaması yapılan şey”de Allah’a ihtiyaç kalmaz. Bir-gün gelir açıklamasını yaptığı o şeyi kendisi de yaratabilir. İnsanlar anlayabildikleri şeye artık îman etmezler. Yaratabildiklerine ise hiç etmezler. Artık ortada inanılacak bir şey yoktur. Ortada gayb kalmamıştır çünkü. Allah’a îman gayba îmandır zîrâ. Fakat yapılan “aşamalı süreç açıklaması” yâni Big-Bang süreci doğru değildir. Allah’a îman hep sürecektir. Çünkü yapılan açıklamalar açıklama değil, masallardır. Zannetmelerdir. Uydurmalardır. Masa-başı felsefelerdir. Modern bilimsel yalanlardır. Söylenenlerin %90’ı yalan ve yanlıştır. Kâinâtın tamâmını gözlemleyip idrâk etmeden kesin bir yargıya varılamaz ve insanda da böyle bir güç yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacaktır. Eğer olsaydı, insan Allah olurdu -hâşâ-. İnsanlar, “yakın göğün” (Güneş Sisteminin) bilgisi dışında doğru açıklamalar yapamazlar. Sâdece Güneş Sistemi kapsamında, o da eksik ve hatâlı ölçümlerden başka açıklamalar yapamazlar. Diğer alanda da sâdece atoma kadar çalışabilirler. Atomu ayırdıkları anda ortada somut bir şey yoktur zâten. Bu nedenle de artık matematiksel muhabbetlerden başka bir açıklama olmaz. Zâten yine, soyut bilginin-felsefenin konusu olan kuantum teorisi bile insanlara; “bildiklerinizin % 99,99’u yanlıştır” diyor.

Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna da sâdece; “mûcize” diye cevap verilebilir.

Bilim, bir Allah inancı oluşturmaz, fakat Allah inancını pekiştirebilir. Lâkin, Allah inancının olması için bilime gerek yoktur. İşte biz de diyoruz ki; ilk-yaratılış (hattâ şimdiki yaratılış da öyle) evrimcilerin yada yaratılışçıların dediği gibi aşamalı olarak olmaz. Yâni aşama-aşama olmaz. Bir-anda olur. Her-şey bir-anda olur. Fakat ilk-yaratılışta her-şey bir-anda yaratılmışken, sonraki yaratılışlar-türetmeler, yâni şu-anda hâlen gözlemlediğimiz yaratılışlar “bir-andalar” ile olur. İlk-yaratılış bir-anda ile, sonraki-şimdiki yaratılışlar ise bir-andalar ile olur-oluyor.

Tüm bu söylenenler aslında, kâinâtın bir süreçten geçmediğinin; Allah tarafından bir mûcize olarak bir-anda yaratıldığının delîlidir. Meydana gelme ihtimâli “sıfır” olan şeylerin açıklaması başka nasıl yapılacak ki? Demek ki bir süreçle oluşma ihtimâli yok. Çünkü olağan-üstü durumlar var. Olağan-üstü durumlar kelimenin kendisinin de söylediği gibi “olağan” değildir, “olağan”ın üstündedir. O hâlde “bir süreçte yaratılma” değil; “bir-anda yaratılma” vardır.

Dünyâ’nın, gezegenlerin, yıldızların ve galaksilerin bu özel yapıları, durumları ve yerleri aşama-aşama, ilkelden kompleksliğe doğru gelişerek oluştuğu düşünüldüğünde, yerlerinde ve yapılarında ister-istemez değişme olacağını görecektik. Dünyâ’ya ve gezegenlere göre olacak böyle bir değişmede, Dünyâ’nın ve gezegenlerin Güneş’e olan yakınlıklarından yada uzaklıklarından dolayı, ya Güneş’e düşmelerine, yada yörüngelerinden merkez-kaç kuvveti nedeniyle kopup uzay boşluğuna kaçmalarına neden olacaktı. Bu, aşamalı yaratılışta kaçınılmaz sondur. Aynen yukarıda bahsettiğimiz canlı yapılardaki eksikliklerin yol açacağı ârızalara yol açardı, yâni Güneş-sistemimiz daha başlamadan yok olurdu. Aşamalı bir yaratılışta bir-sürü aksaklıklar çıkacak, sorular yanıtsız kalacak ve bilim büyük açmazlara girecektir.

“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).

Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen “bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için, bir günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni 24x365x1000= 8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur. Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2 sâlise” = “1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allahuâlem) Allah’ın kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir süre içinde “OL” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En doğrusunu Allah bilir.

             

                                                                        
                           


Şekil A: Yaratılıştan Önce                                                                                 
























Şekil B: Yaratılıştan Sonra

Yukarıdaki şekillerde kâinâtın “yok durumu” ile “var durumu” gösteriliyor. İşte bu iki durum arasında (Allah-u âlem) yukarıda yaptığımız hesap sonucu en fazla 1.25 sâniyelik bir süreç geçmiştir. “Yokluktan varlığa çıkarma/yaratma” işte böyle olur. Yok iken bir-anda var olur.

“Genç Dünyâ Yaratılışçılığı” (Young Earth Creationism) Evren’in ve Dünyâ’nın ‘altı-gün’de yaratılmasını dünyevi 24 saat anlamında “gün” olarak algılamaktadırlar. Bunlardan bâzısı ise bilimsel delillerin genç bir Dünyâ’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini savunmaktadırlar. Dinozor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin bir-kaç bin yıldan fazla dayanamayacağını; (dinozor diye bir varlığın olup-olmadığı ayrı bir tartışma konusu). Ay’ın Dünyâ’dan yılda dört cm. uzaklaştığını, milyarlarca yıllık Dünyâ ömrüne bunun aykırı olduğu (Ay’ın Dünyâ’ya olan uzaklığı 356.000 km ile 407.000 km arasında değişir; ortalama uzaklığı 384.000 km’dir. Son 40 yılda yapılan ölçümlerde ayın Dünyâ’dan her yıl yaklaşık 4 cm. kadar uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu ölçüme göre de, ayın bir süre sonra Dünyâ’nın yörüngesinden çıkacağı biliniyor. Yılda 4 cm. uzaklaşan Ay, 4,5 milyar yılda 180.000 km. uzaklaşır) gibi argümanlar ileri sürenler de bulunmaktadır. Bunlar, kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Yer-bilimsel olayların hiç-birinin tek-düzenlilik (uniformatism) ilkesine göre açıklanamayacağını; günümüzün yer-bilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını ve yaş-tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tek-düzenlilik ilkesinin apriori kabûlü olduğunu, yer-katmanlarının hızlı oluşumlarla açıklanabileceğini de savunmaktadırlar.

Bu anlattıklarımıza göre, hayâtın başlaması için, 13.7 milyar yıl, 15 milyar yıl, 2 milyon yıl gibi uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yoktur. Bu süreç, insanlık târihi olan ortalama 10.000 yıllık bir süreçtir. İnsanlar, bitki örtüsü, Dünyâ, Güneş, kısaca bütün evren ortalama 10.000 yaşındadır. Daha uzun bir zaman-dilimine gerek yoktur. Bu mükemmel yaratılışın oluşması Allah için bir zorluk değildir. Ayrıca sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılma, Allah’ı bir sebebe bağlamaktır ki Allah bundan münezzehtir.

Bu sürecin ortalama 10.000 yıl olması gerektiğinin nedeni; Kur’ân’ın, Hz. Âdem’i ilk peygamber ve ilk insan olarak tanıtmasıdır, (Zümer 6, Nîsâ 1, En-âm 98, A’raf 189). Hz. Âdem’den bu-yana geçen süreç Tevrat’a göre 7.000 yıl civârındadır. Mecûsilikte de “Dünyâ, üçer bin senelik dört evre geçirecek ve ömrü 12.000 sene olacaktır” denir. Yahudilere göre Âdem 6054 yıl, Hristiyanlara göre 7404 yıl önce, Mecûsilere göre de 4551 yıl önce yaratılmıştır. İlk tarımın yapıldığı târih 10.000 yıl, ilk pulluğun kullanıldığı târihin 5.000 yıl olması, (M.Ö. 8500’lerde Bereketli Hilal’de ortaya çıkan ilk çiftçiliğin, Orta Avrupa’ya yayılması ancak M.Ö. 5000 yıllarında gerçekleşebilmiştir.) ilk insan göçlerinin 10.000 yıl önce başlaması, insan-oğlunun yerleşik hayâta geçmesinin yaklaşık 10.000 yıl önce başlaması; Dünyâ’nın en eski yerleşim yeri olarak bilinen Çatalhöyük’ün yaşının 9.000 yıl olması vs. gibi nedenler gösterilebilir. Ayrıca, karbon 14 metodu ve diğer metotlarla yapılan zaman belirleme ölçümlerindeki çelişkilerdir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14 metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan hesaplamalar, olasılık hesaplarıdır.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı kâinat Big-Bang denen aşamalı bir süreç ile değil, Allah’ın bir mûcize eseri olarak ve bizim nasıllığını anlayamayacağımız bir şekilde bir-anda yaratılmıştır ve bu yaratılış da yaklaşık 10.000 yıl önce gerçekleşmiştir.

Big-Bang Çelişkileri

20 milyar ışık-yılı uzaklıkta yıldızlar saptandı. Bu şu demek; o yıldızların ışığı bize 20 milyar yılda geliyor. 13.7 milyar yıllık Big-Bang Teorisi bu durumda iptal olur, çünkü ışığı 20 milyar yılda gelen yıldızlar var. Bunların yaşı Big-Bang den daha eski.

Evrenin her-hangi bir yerinde 12 milyar ışık yılı uzaklıkta galaksiler bulunur. Bunlar patlamadan sonra ne zaman oraya gittiler ve yıldızlaştılar, sonra, oluşan yıldızların ışığı bize nasıl 13.7 milyar yılda gelebiliyor? 12 gidiş, 12 geliş, 5 de yıldız oluşumu 29 eder. Yâni bu sürecin en az 29 milyar yıl olması lâzım.

Bir yıldız 4-5 milyar yılda oluşurken, koca galaksiler nasıl 15 milyar yılda oluşur?

Bulutsuları bir noktaya çökertip tepkimeyi başlatacak olan çekim-gücü nedir? Hidrojen bunu yapamaz, çünkü yapısı uygun değildir.

Entropinin nedeni protonun yarılanma ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır) bozunmuş olması gerekirdi.

Anti-maddenin nerede olduğunu sormak bile fiziği çökertmeye yeterlidir. Çünkü teoriye göre başlangıçta madde ve anti-madde eşit idi ve çarpıştıkça bir-birlerini yok ediyorlardı. Eşit miktarda bir yok olma olduysa neden şu-anda madde anti-maddeden daha fazla?

Big-Bang Teorisi, termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

Teoriye göre Big-Bang'den kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak bir-birlerini imhâ etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi” olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden oluştu.

“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bu-gün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşımadde dengesizliği bir muammâ olmaya devâm etmektedir.

Zâten ilk başta tekillik de bir sorundur. Big-Bang tekilliğinin daha başlangıcında madde ve anti-madde birlikte bulunacağı için bir-birini yok etmesi kaçınılmaz olurdu. “Parçacıklar anti-maddesinden daha çoktu” denemez. Çünkü oluşum aşamalı olacağından dolayı bir tarafın fazlalaşması olmaz. Bir taraf fazlalaşamadan yok olma gerçekleşir zâten. Bu yüzden her-hangi bir tekillikten bahsedilemez.

Big-Bang Teorisi’ni afallatan bir çelişki de şudur: Patlamayı/açılmayı kabûl ettiğimizde zorunlu olarak, patlayan/açılan/yarılan bir şeyi de kabûl etmemiz gerekir. O hâlde o patlayan şey de madde/ilk-madde (enerji de bir maddedir ya) olur ve o şey her-zaman “orada olan” bir şey olmak zorundadır. O hâlde zaman neden Planck-zamânından sonra başlasın?. Çünkü bu-durumda bir “yokluktan varlığa geçiş”ten değil; “varlıktan varlığa geçiş”ten bahsetmemiz gerekir ki, bu, kapalı-evren yada “açılıp-kapanan evren” modelini tasdik etmektir. Bu-durumda “ilk madde”ye göre 13.7 milyar yıllık yaş da anlamsızlaşacağından, Big-Bang Teorisi’ni çöpe atmak demektir. Zîrâ ilk varlık olan sonsuz yoğunluktaki enerji zâten orada belli olmayan bir zamandan bêri durmaktadır. O zaman evrenin yaşı, belirsizliğin diğer adı olan “sonsuz” yaştır. Bu ise bir çıkmazdır, çelişkidir.

Çok büyük-kütleli nesnelerin, ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim-alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkân olmayacağı, yâni evrenin doğmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.

Michael Rivero, “tekillik” ve “yaş” sorunlarını şöyle sıralar:

“1-Big-Bang teorisinin en büyük çelişkisi muhtemelen tekillik sorunudur. Bu “ilk evrensel yumurta”, süper-kütleli bir kara-delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa-olsun, hiç-bir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir.

Big-Bang teorisini savunmaya hevesli kozmologlar, fizik-kânunlarının, gravitenin vs. evrenin ilk bir-kaç sâniyesinde geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big-Bang teorisine göre, evren 3 sâniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik-kânunları (çekim bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini göstermeye başlamıştır.

Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam kütlesine dâir tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6x1060'tır. Kütleden, tekilliğin olay-ufku hesaplanabilir.

Buradan ışık-yılları genişliğinde bir olay-ufku ortaya çıkmaktadır. Yâni kısacası, Big-Bang teorisyenlerinin evrenin günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi, kendi çekim-alanının yarattığı olay ufkunun hâlâ içinde olmak durumundadır.

Dolayısıyla, Big-Bang, günümüzde târif edilen şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç sâniye sonra, yâni günümüzde bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim-alanının hâlâ etkisinde olmalıdır, dolayısıyla ışık-hızını aşan bir kaçış-hızına ulaşamayıp kendi üzerine çökmek durumundadır.

Bu düşünce-deneyi açısından farzedelim ki, Tanrı elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big-Bang yoluyla ortaya çıktı ve de kendi çekim-alanından kurtulmayı başardı. 2.6x1060'lık bir kütle/enerji bir süper süpernova'ya eş-değer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır. Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, evren ilk-zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış olmalıdır.

Peki o zaman Population II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?

Population II türü yıldızlar, içlerinde hiç-bir ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II yıldızların ise yoktur.

Dolayısıyla, Big-Bang doğruysa evren, bildiğimiz kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk-anlarda ortaya çıkmış ağır elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır.

Population II yıldızların varlığı, Big-Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir.

2-Big-Bang'in 14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13 milyar ışık-yılı uzaklıktadır ve evren sâdece 750 milyon yaşındayken ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big-Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir.

Fakat bir problem vardır; 13 milyar ışık-yılı ötedeki cisimleri biz bu-günkü hâlleriyle ve bu-günkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki hâlleriyle ve bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla, bu galaksinin Big-Bang'den 750 milyon yıl sonra, Dünyâ’dan 13 milyar ışık yılı uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesâfe katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz-konusu galaksinin ışık-hızının 17 katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir ki Big-Bang savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 sâniyeden sonra bir süre bu hızda genişlemiştir. Yâni aynen “Epicycle Teorisinde” olduğu gibi, teori ile uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya çalışılmaktadır”.

Çelişkileri bu şekilde sıralayan Michael Rivero:

“Ama yukarıda bahsettiğim diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabûl etmeden Lamaitre'in teorisini rafa kaldırırlardı.

En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin ikinci yasası Entropi Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Big-Bang Teorisi’ne göre düzelmeye doğru gitmiştir. Her şey mevcut ideâl durumundan bir-önceki durumunda eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa oluşum devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!.  Ama teoriye göre zamanla düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır kâinâtı. İşte bu yaratma aşama-aşama değil, bir-anda olan bir yaratılmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat vardır. Bu nedenle de eksik yapılar zamanla en ideâl hâle dönüşemezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyarlarca yıldan sonra- düzelip, ideâl hâle gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

Entropi yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Arthur Eddington:

“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama entropi yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der. 

Caner Taslaman:

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.

Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu için, oluşumun “tasarım” nedeniyle ve “kontrol altında” bir süreçle oluştuğu da söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Zâten Allah, ilk-önce tasarım yapıp da sonra yaratmaya başlamaz. Allah için böyle bir şey söylenemez, bu bir eksilik olur zîrâ. Allah’ın tasarımı ile yaratması aynı şeydir. Allah çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle ilk-prototipin, bir mûcize olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan tüm varlık, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm etmiştir/ediyor.

Big-Bang Teorisini ciddiye aşıp da tartışmaya bile gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir aşamanın olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.

Big-Bang’in mutlak-bir başlangıcı yoktur. Bu yüzden Big-Bang teorisi en temelinde bilimsel değildir. Başı-sonu belli olmayan bir teori bilimsel olamaz. Bir teorinin bilimsel olabilmesi için başı-sonu bilimsel olarak târif edilebilmesi gerekir. Lâkin ilk 10-43 sâniye öncesi bilimsel olarak açıklanamıyor.

“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)

Âyetin de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir. Gerek insanın, gerekse kâinatın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Big-Bang Teorisi yanlıştır.


5- Evrenin Genişlediği Teorisi

Big-Bang’e delil olarak sunulan kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyâsında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anlamış ki? Bunu gözlemesi pek mümkün değil. Hele ki o târihlerde). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu. 

Evrenin genişlediği teorisi aslında bir yanılsamadır. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş-sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık, varlığını sürdürmek için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).

İşte bu galaksilerin döngüsü genelde eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ x galaksisi elipsin en ucuna doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz x galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz. Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını zannettiğimiz galaksilerin bir-süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Çünkü artık yakınlaşma başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrafında bir elips çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü küçük-çaplı bir döngüdür.

Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu gibi, bize yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda galaksisi gibi) bu döngü yüzünden. Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde çarpışacakları ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi” galaksi denen eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral galaksilerin ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de konuşulur. Andromeda Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın! “uzaklaşmakta olan yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, yaklaşmakta olan yıldızların da mâviye kaydığını söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey olamaz. Uniform olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman mâviye kayma olmaz ve bir-birine yaklaşan bir galaksi olamaz. Ayrıca nede-olsa biz yıldızların ve galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki gözlemlediğimiz nesne orada değil. Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez, dolayısıyla doğru ölçüm yapılamaz. Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi gösterilen kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.

Michael Rivero:

“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma oluşturmaktadır. Ayrıca evrende mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.




















Şekil A

Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına inecektir. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya başlayacaktır.

Genişleme Teorisi’ne göre aslında galaksilerin ışıkları birbirlerine ulaşamaz. Belki çok yakın galaksilerin ışıkları ulaşabilir. Ulaşan ışıkları şu-andaki ışıkları değildir zâten ve bu nedenle de galaksilerin yeri ve uzaklığı hiç-bir zaman doğru olarak bilinemez ve hesaplanamaz. Çünkü ulaşan galaksi ve yıldızların ışıklarının hiç-biri gerçek değildir, canlı değildir.Galaksilerin-yıldızların şu-andaki yerini söylemez. Genişleme Teorisi aslında hesapları alt-üst eder ve içinden çıkılamaz bir duruma sokar. Bir yazıda şöyle söylenmiştir:

“Galaksilerin uzaklık değerleri verilirken birden çok tanımlama söz-konusu. Örneğin bilim insanları “12 milyar yaşında galaksi keşfettik” dediklerinde, o gökadanın aslında 2.5 milyar ışık yılı uzaktaykenki görüntüsü görürler. Fakat evren genişlediği için, bizden henüz 2.5 milyar ışık yılı ötedeyken yaydığı ışık bize ancak 12 milyar yılda ulaşabilmiştir. Yâni, ışık bize ulaşabilmek için, (içinde hareket ettiği evren genişlediğinden dolayı) tam 12 milyar yıl boyunca yol almak zorunda kalmıştır.

Gökbilimciler, çok uzaklarda yer alan bir gökada keşfettiklerinde çoğunlukla onun “şu-andaki” uzaklığını değil, ışığının bize ne kadar sürede ulaştığını söylerler. Böyle olunca da çoğu insan bu rakamın gökadanın bize olan uzaklığı olduğu zannına kapılır. O zaman, 12 milyar ışık yılı mesafede olduğu dillendirilen (ya da daha düzgün ifâdeyle, ışığının bize ulaşması 12 milyar yıl süren) bir gökada gerçekte bizden ne kadar uzaktadır?. Şimdi örnek gökada ile ilgili bilgilerimizi gözden geçirelim önce;

Işık gökadadan bize ne kadar uzaktayken yola çıkmıştı: 2.5 milyar ışık yılı.

Genişleyen evrende bize ulaşması ne kadar zaman aldı: 12 milyar yıl.

Işığın ulaşması 12 milyar yıl sürmüş olsa da, şu-anda ne zamanki hâlini görüyoruz: 12 milyar yıl önceki.

Peki ışık yola çıktığında bizden 2.5 milyar ışık yılı uzaktaki galaksi, şu-anda “gerçekte” ne kadar uzaktadır bizden: Yaklaşık 30 milyar ışık yılı.

Yâni, ışığı bize 12 milyar yılda ulaşan gökada, “şu anda” bizden 30 milyar ışık yılı uzakta yer almakta. Ancak biz onun bize 2.5 milyar ışık yılı uzaktayken gönderdiği, 12 milyar yıl önceki “genç” görüntüsünü görebiliyoruz.

Yalnız, hiç-bir madde ışıktan hızlı hareket edemiyorsa, bir zamanlar 2.5 milyar ışık yılı yakınımızda bulunan 12 milyar yaşındaki bir gökada bizden nasıl 30 milyar ışık yılı uzaklaşabiliyor. Işık-hızında bile uzaklaşsa, şu-anda en fazla 14 milyar ışık-yılı uzakta olması gerekmez miydi?. Evren genişliyor, genişleyen evrende gökada kümeleri bir-birinden uzaklaşıyor. Bu da, evrende (büyük ölçeklerde) bir cismin alması gereken yol sürekli uzuyor demektir.

Bu yol uzaması, yâni evrenin genişlemesi o kadar büyük hızlardadır ki, kat etmeniz gereken mesâfeyi normâl süresinden çok daha uzun sürede bitirebilirsiniz. Buradaki örnekte, bizden 2.5 milyar ışık yılı uzaktayken ışığı yola çıkan bir galaksi verilmiş. Fakat, ışık yoldayken evren genişlemesini sürdürdüğü için, ışığının bize ulaşabilmesi 12 milyar yıl sürmüş. Bu sırada aynı galaksi ile aramızdaki mesâfe 30 milyar ışık yılı olmuş. Neden?. Çünkü biz o ışıktan çok büyük bir hızla uzaklaşmışız.

12 milyar yıl önce evren şu-an olduğundan çok daha küçüktü. 12 milyar yıl sonra da bu-gün olduğundan çok daha büyük olacak. Unutmayın, bir cisim ne kadar uzaksa, genişlemeye bağlı olarak bizden uzaklaşma hızı da o kadar artar. Öyle ki, yeterince uzaktaki galaksi kümelerinin uzaklaşma hızı ışık-hızından bile fazladır. Bu, o galaksilerin ışıkları bize asla ulaşamayacak anlamına gelir.

Peki bizim gördüğümüz ışıkları nasıl açıklayacağız?. Çünkü evren sürekli genişlediğine göre bir-çok galaksinin ışığı bize ulaşamaması gerekir. Peki neden ulaşıyor?. Bunun nedeni bir “genişleme”nin olmamasıdır. Çünkü dediğimiz gibi; Genişleme olduğunu varsaydığımızda bir-çok galaksi-yıldızın ışığı bize ulaşamazdı ve evren de daha karanlık olurdu. Böyle olmadığına göre Genişleme Teorisi yanlıştır ve evrenin aydınlık olması ve kâinâtın muazzam bir resim vermesi, genişlemeden değil, “döngü”dendir. Evrendeki tüm yıldızlar-galaksiler döngü hâlindedirler ve bir yere uzaklaştıkları falan yoktur. Sâdece döngülerin belli periyotlarda açılarına göre uzaklaşıp yakınlaşıyor gibi görünmeleri söz-konusudur. Döngüde bize göre belli açılara geldiklerinde, gözlemlerimizde biz onları bizden uzaklaşıyor gibi algılıyoruz. Belli bir zaman sonra döngüsel açıları değiştiğinde onları yakınlaşıyor gibi gözlemleyeceğiz, aynen Andromeda Galaksisi gibi. Yâni döngülerin açılarından dolayı bir yanılsamaya kapılıyoruz. Oysa onlar sürekli dönüyorlar ve uzaklaşıp yakınlaşıyorlar. Bu başlangıçtan bêri böyle olduğu için ışıkları bize ulaşabiliyor. Çünkü gerçek bir uzaklaşama olmuyor.

Zafer Emecan:

“Bütün galaksiler mâdem bir-birinden uzaklaşıyorlar, peki nasıl oluyor da bâzı galaksiler bir-birine çok yaklaşıp çarpışıyorlar?. Nasıl oluyor da, bizden 2.2 milyon ışık yılı uzaktaki Andromeda Gökadası bize yaklaşıyor ve milyarlarca yıl sonra çarpışacağı söyleniyor?.

Gerçek şu ki, galaksiler bir-birinden uzaklaşmazlar. Bir-birlerinden uzaklaşanlar “galaksi kümeleri“dir.

CL 0024+17 galaksi kümesi. Bu küme, etkileşim hâlinde olan binlerce gökadanın bir-araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu-arada öyle iç-içe göründüklerine bakmayın, her birinin arasında milyonlarca ışık-yılı mesâfe var.

Evet, galaksilerin hemen-hemen tamâmı evrende kümeler hâlinde bulunurlar. Îzah edelim; irili-ufaklı 15-20 galaksi bir-araya gelerek küçük gruplar oluşturur. Bu küçük grupların da bir-kaç tânesi bir-araya gelerek daha büyük galaksi-kümeleri meydana getirir. Onlarca, yüzlerce galaksi-kümesi de bir-araya gelerek süper-kümeleri oluşturur.

Andromeda, Samanyolu, Üçgen Gökadası ve onlarca cüce-galaksinin meydana getirdiği bizim “yerel gökada grubumuz”daki galaksiler kütle-çekim etkileriyle bir-birine bağlıdır ve bir-birlerinden uzaklaşmazlar. Bu durum, evrendeki tüm galaksi-grupları için geçerlidir. Grup içindeki galaksiler bir-birlerinin kütleçekimsel etkileri nedeniyle zamanla uzaklaşabilir, yakınlaşabilir, çarpışabilir veya bir-birlerinin yörüngelerine girebilirler. Ama kolay kolay ayrılmazlar. Yerel grubumuzun iki üyesi olan Andromeda ve Samanyolu, bir-kaç milyar yıl sonra birleşecekler.

Gökbilimciler “evren genişliyor, galaksiler bir-birinden uzaklaşıyor” derken, galaksilerin değil, “galaksi kümelerinin” bir-birlerinden uzaklaştıklarını söylemeye çalışırlar. Ancak, bu bilgiyi belgesellerde, röportajlarda, sunumlarda veya basın açıklamalarında verirken; karşısındaki muhâtabına yerel grupları, kümeleri, süper kümeleri îzah etmek zorunda kalmamak için o kısımları atlayarak özet geçerler. İşte bu özet bilgi, insanların aklında galaksilerin bir-birinden uzaklaştığı gibi yarı-yanlış bir fikrin oluşmasına neden oluyor.

Peki niye galaksi-gruplarını oluşturan gökadalar bir-birinden ayrılmazken, kümeler uzaklaşıyor?. Çünkü galaksi-gruplarının üyeleri bir-birine görece yakındır ve kütle-çekim bunları bir-arada tutar. Ancak, galaksi-kümeleri bir-birinden uzaktırlar ve aralarındaki kütle-çekim etkisi, lafını edemeyeceğimiz kadar azdır.

Yâni, onlarca milyar yıl sonra bile, yakın çevremizde bulunan galaksiler bizden uzaklaşmayacaklar. Ama, uzağımızdaki galaksi-kümeleri ile aramızdaki mesâfe evrenin genişlemesi nedeniyle gittikçe büyüyecek. Yüz milyarlarca, trilyonlarca yıl sonra bizler evrende sâdece içinde bulunduğumuz galaksi-kümesindeki gökadaları görebileceğimiz bir yalnızlığa bürüneceğiz” der.

Kozan Demircan, “mercek etkisi”nden kaynaklanan bir yanılsamanın olabileceğini şu şekilde anlatır:

“Peki ya evren hızlanarak genişlemiyorsa?. Ya bize öyle geliyorsa?. Bu durumda Karanlık Enerji ve evrene ilişkin teorileri de gözden geçirmemiz gerekecek. Kozmolojideki son teoriye göre, evren kabarcıklı bir yapıya sâhip olabilir; yâni dışarıdan bakıldığında küçük görünen uzay bölgeleri aslında sanılandan çok daha büyük olabilir. Bu da evrenin genişlediği yanılgısına yol açıyor.

Bilim adamları evrenin binlerce galaksiyi içeren 100 milyonlarca ışık-yılı çapındaki dev bölgelerinde bir-tür “kabarcıklar” olduğunu düşünüyor. Gökbilimciler bunlara uzaktan teleskopla bakınca kabarcıklar dışarıdan göze küçük görünüyor. Örneğin Hubble Uzay Teleskopu’nun çektiği derin uzay fotoğraflarında kabarcıkları seçemiyor ve deyim yerindeyse “kâsenin içini” göremiyoruz.

Bir başka deyişle aradaki büyük mesâfe nedeniyle çok uzaktaki galaksilerle aramızdaki mesâfeyi doğru hesaplayamıyor ve uzayın derinliğini ölçemiyoruz. Bu da kabarcıklı evrenin olduğundan küçük ve düz görünmesine, dolayısıyla evrenin tekrar hızlanarak genişlemeye başladığı yanılgısına yol açıyor.

Evren-bilimciler yaklaşık yüz yıldır evrenin genişlediğini biliyor. Bununla birlikte evrenin Büyük Patlama’dan sonra ışıktan hızlı bir şekilde şişmesine rağmen (Şişme Modeli) şişmenin âniden sona erdiğini ve evrenin ışık-altı hızlarda genişlemesinin de gittikçe yavaşladığını düşünüyorlardı.

Oysa on yıldan biraz uzun bir süre önce alışılmadık bir keşif yaptılar ve evrenin en uzak bölgelerindeki galaksilerin bizden yakındaki galaksilerden çok daha hızlı uzaklaştığını buldular. Ne kadar uzağa bakarlarsa galaksiler de o kadar hızlı uzaklaşıyordu.

Bu bir muammaydı. O zamana kadar evrenle ilgili olarak geliştirilen en basit ve popüler modeller, evrenin genişlemesinin kütle-çekim kuvveti nedeniyle zamanla yavaşlayacağını ve bir-gün genişlemenin tersine dönmesiyle birlikte kendi üzerine çökerek yok olacağını gösteriyordu.

Kozmologlar yaz sonunda yeni bir fikir ortaya attılar. Evrenin genişlemesi aslında hızlanmıyor, uzaydaki içi dışından büyük dev kabarcıklar nedeniyle bize öyle geliyor. Buna göre evrenin şimdiki genişlemesi basit bir optik illüzyon.

Finlandiyalı astronomlar kendi matematik modellerini çıkardılar. Önce evrenin genişlediğini gösteren standart modeli aldılar, sonra uzayın bâzı bölgelerine kubbe biçimli kabarcıklar yerleştirdiler. Böylece evrenin bâzı bölgeleri bize görünenden, yâni yüzey alanından daha büyük bir hacme sâhip oldu: “Uzay-zamânın bâzı kısımlarını çıkardık ve [evrenin] kenarında açılan deliğe tam sığan başka bir bölge yerleştirdik. Bu bölgenin çıkardığımız kısımdan daha büyük bir uzaysal hacmi vardı” diyor Lavinto.

Dünyâ 415-417 km yüksekten düz görünüyor, o kadar uzaktan bakınca Dünyâ’nın en yüksek dağı olan Himalayaların 8.000 metreyi aşan zirvesini bile seçemiyoruz.

Lavinto, Uzaydaki boşluklarının evrendeki kabarcıklardan oluştuğuna inanıyor. Elbette kabarcıklar uzay-zamanın dokusunda eğimli bir yüzey meydana getiriyor (kürenin yüzeyi gibi yuvarlak bir alan). Bu da ışığın uzayda aldığı yolun uzamasına yol açıyor.

Örneğin uçaklar Dünyâ yuvarlak olduğu için aslında düz uçuş yapmıyor. Bunun yerine Dünyâ’nın eğimli yüzeyini izliyor. Bu yüzden Dünyâ haritasını gösteren kürelerin üzerine kırmızı gazlı kalemle üçgen çizerseniz, üçgenin iç-açılarının toplamının 360 dereceden fazla olacağını görürsünüz. İşte ışığının yolunun uzayda bu şekilde uzaması bilim-adamlarının evrenin hızlanarak genişlediğini düşünmesi yanılgısına sebep olabilir.

Bilim-dünyâsının içinde bulunduğu krizi görebiliyoruz. Fizik formülleri artık deney ve gözlemlerle bu-gün fark edemeyeceğimiz kadar ince detaylar içeriyor. Bu-gün matematik yapıyoruz, bilgisayar simülasyonu yapıyoruz ama gittikçe daha az bilim yapabiliyoruz”.

Açıklama büyük oranda doğru, fakat eksiktir. Bu eksiklik nedeniyle yanılsama devâm ediyor. Süper-kümelerin içindeki galaksi-yıldızların hareketlerinden dolayı bir-birlerine yaklaşıp-uzaklaşmaları söz-konusu olduğu gibi, kâinatta ufak bir göktaşından galaksi-kümesine kadar “döngü”de olmayan bir varlık olmadığından, süper-kümeler de döngü hâlindedirler ve süper kümelerin yaptığı dâiresel yada eliptik döngü, onların, bizim de içinde bulunduğumuz süper-kümeye olan açılarına göre ve bizim gözlemlerimize göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi gözükmesi nedeniyle bir genişleme varmış gibi algılanıyor. Belki bir zaman sonra bize yaklaşmakta olan bir süper-kümeyi gözlemleyeceğiz döngünün açısal durumdan dolayı. İşte bu süper-kümelerin yaptığı döngü yüzünden, süper-kümelerin içindeki galaksi ve yıldızlar da döngü dâhilinde oluyorlar. Tüm süper-kümeler, yaptıkları döngüler yüzünden diğer süper-kümelere belli periyotlarda ve zamanlarda yakınlaşıp-uzaklaşabilirler. Bir kümeye göre yakınlaşıyor gibi görünürken, diğer bir kümeye göre uzaklaşıyor gibi görünebilirler döngünün mecbûri açısal noktalarından dolayı. Dolayısı ile süper-kümeler de döngü hâlindedir ve aslında kâinâtın kendisi bile döngü hâlindedir. Bu döngüdür bizi yanılsamaya düşüren ve yanlış algılatan.

Hubble sâbitinin sonucuna baktığımızda “evrende belirli bölgelerin bir-birinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi aşmıştır” denir. Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok uzaktaki ışık-hızında uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman ulaşamaz. Fakat ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları bize ulaştığına göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında olan bir genişleme teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.

Evrendeki dinamizm, evrenin genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü, osilasyonik bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde ilerlemesinin bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa dönmesine benzer.

Evrenin çekim-gücüne rağmen neden çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.

Kâinât, maddesel bir “kapalı-evren modeli”ne daha uygundur. Döngülerden kaynaklanan değişiklikler kâinâtın kendi içinde gerçekleşir.

Yine genişleme teorisine göre evrenin en sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).

Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”? (Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için). Seyyid Kutub’un dediği gibi; “İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz-konusu değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir.

Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir döngü hâlinde mi? Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede: “Düz bir hareket kâbil olmadığı gibi anlamlı da değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini tamamlama imkânı yoktur” denir.

Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân) nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst olabilir.

Bilim-adamları daha kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez. Belki de “büyük patlama teorisi” de; “ilk başta ne vardı?” sorusunun sorulmaması ve bu konuya merak salınmaması için uyduruldu. “İlk başta ne vardı?” sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar. Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:

“Yaratılmış ve yaratılacak her-şey, sığabileceği bir yere, içinde vâr-olabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her mekân, içinde yer alabileceği ken­dinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak “bütün mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap ara­maya başlıyoruz.

Günümüzdeki bilimsel anla­yış bu sorunun cevabını vermek bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın genişledi­ğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların korktukları bir men­zil, onların korktukları bir sorudur bu!.

Neden korkuyorlar?

Çünkü bu soruya, Allah'ı dikkate almadan verebile­cekleri hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap, mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.

Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, uzay neyin içinde sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konu­daki son soruya verilecek son cevap, yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.

O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde”? sorusudur.

Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.

Peki büyük arş neyin içinde?

İşte son soru bu!

Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç deği­lim” buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratıl­mış hiç-bir maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte biz­ler de bu ilâhi buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.

Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47. âyeti yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında kullanma gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına da gelir. Bilim! karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.

Bakınız Mevdudi, ilgili âyet hakkında kelimenin iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...

“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten” demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?

İkincisine göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz sanabilirsiniz?”.

Fahruddin Er- Razi “mûsiun” kelimesini şöyle tefsir etmiştir...

“Mûsiun” kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:

a) Bu ifâde, “genişlik” maddesindendir. Yâni, “Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde genişlettik” demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir binâ ise şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiç-bir usta yapamaz. Zîrâ onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve bir-birlerine bitişinceye değin cüzlerinin bir-biriyle temasa geçebileceği bir âleti bulundurmaya muhtaçtırlar.

b) Bu ifâde, “Kâdir olucularız..” anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, “Allah hiç-bir nefse gücünün yettiğinden başkasını yüklemez” (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda olup, yâni, “ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...” demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, “Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir?” (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.

c) Bu ifâde, “Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz” mânâsındadır.

“Mûsiun” keli­mesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler “güç yetiren ve kâdir”, bir başka görüşlerinde de “bol rızık veren” anlamını vermişlerdir. Kur’ân'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276 h/889 m) ve ondan sonra Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m) de bunu “Allah'ın güç-sâhibi olması” şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da bunu destekler.

Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti: “Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri yapmıştır: 

“Bir de semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati't-tefsir”dir. Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir üslûbda, lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.

EYD, “yed” kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud'u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla” (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah'tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.

Görüldüğü gibi bu âyete, “evrenin genişleme teorisi” yanılgısına paralel bir tefsir yapmak şart değil. Elmalı’lı örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve zâten âyetin kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi Yazır bu âyeti tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.

Mûsiun kelimesinin geçtiği âyetin tefsiri “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde Hadid 4. âyettir:Gökleri ve yeri altı-günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O'dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle berâberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir” (Hadid 4).

Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır. Bu tarz çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.

Müslüman bilim-adamları ve tefsircileri, Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca (genişlettik) varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır. Bu tarz çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.


Yine genişleme teorisine göre evrenin en sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka). 

6- Mesâfe Ölçümleri

Evrendeki uzaklıkları nasıl ölçüyorlar? El-cevap: Tahminle. Zan ile.

Meselâ bir yazıda, bulunan en uzak galaksi için şunlar yazıyor:

“Dünyâ’ya 30 milyar ışık-yılı uzakta olan galaksinin, Büyük Patlama'yı izleyen döneme ışık tutması bekleniyor. Evren'in kıyısından ışığın bize ulaşması uzun zaman aldığı için, biz bu galaksiyi 13,1 milyar yıl önceki hâliyle görüyoruz. Fakat evren genişlediği için Dünyâ’ya uzaklığı 30 milyar ışık-yılı olarak hesaplanıyor. Araştırmayı yürüten ABD Texas Üniversitesi'nden Steven Finkelstein, “bu tespit ettiğimiz en uzak galaksi ve onu Büyük Patlama'dan 700 milyon yıl sonraki hâliyle görüyoruz" dedi. Uzak galaksiye z8_GND_5296 adı verildi.

Gök-bilimciler, galaksinin rengini inceleyerek Dünyâ’dan ne kadar uzakta olduğunu belirledi. Böylece bu galaksinin bu-güne kadar tespit edilmiş en uzak galaksi olduğuna karar verildi. Yeni galaksinin, Dünyâ'nın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi’nin yüzde 1-2'si kadar bir kütleye sâhip olduğu ve ağır metâller bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu galaksinin ilginç bir özelliği de gaz ve toz bulutlarını Samanyolu'ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek hızla yeni yıldızlar oluşturması.

Açık Öğretim Üniversitesi'nden Dr. Stephan Serjeant ise, aşırı kızıl değişimler içeren galaksiler peşinde koşmanın heyecan verici olduğunu, fakat zorlukları da bulunduğunu, bir-çok uzak-galaksi iddiasının sonradan daha yakındaki yabancı yıldızlar olduğunun anlaşıldığını vurguladı”.

Oysa bir de derler ki:

“Evrende uzaklığı görüntülenebilen en uzak yapı olan kuasar ise, Dünyâ’dan 13.7 milyar ışık-yılı uzakta bulunur. Bu uzaklıktan daha uzaktaki hiç-bir şey henüz görülememiştir”.

Bu tarz manşet laflara aldanmayın. Bunlar boş gürültüden başka bir şey değildir. İnsanları oyalamak için uydurula-gelen oyalama taktikleridirler. Aslında yaptıkları ölçümler %99 yanlış ölçümlerdir. Sâdece Güneş Sistemi içindeki uzaklık ölçümleri yaklaşık sonuçlar verebilir. Uzak yıldızlar ve galaksiler için yaptıkları ölçümler ve bu ölçümler için kullandıkları yöntemler son derece basit ve mantıklı olmayan yöntemlerdir. Aslen belli bir uzaklıktan daha ilerideki uzaklıkların ölçülmesi imkânsızdır.

Peki gök-bilimciler uzak yıldız ve galaksileri ölçmek için hangi yöntemleri kullanıyorlar? Bu, bilimsel bir yazıda şöyle aktarılır:

“Bilinen iki yöntemi ana-hatlarıyla aktarmak gerekirse; birincisi üçgenleştirme (parallax), diğeri parlaklık ölçümü. İlkinde, Dünyâ’nın, en yakın yıldız referansımız olan Güneş çevresindeki dönüşü sırasında çizdiği yörüngenin kabaca dâiresel bir çapa sâhip olduğu kabûl edilerek bu çapın iki ucundayken yapılan yıldız gözleminden elde edilen açılar sanal üçgenin taban-açıları yerine konur ve trigonometrik çözümlemeyle 'yaklaşık' uzaklık bulunur. İlk yöntem belli bir uzaklıktan ötedeki yıldızlar için hassâsiyetini yitireceğinden, “parlaklık ölçümü” adı verilen ve ilk yöntemde uzaklıklarını bulduğumuz "binlerce" yıldızın parlaklıkları esas alınarak öte-yıldızların renk tayfındaki parlaklık dereceleriyle (kadir) karşılaştırmaya dayanan bir teknik kullanılır.

Olayı basitçe anlatırsak; yıldızın renginden yola çıkarak hangi sınıfta bir yıldız olduğu ve bu sâyede yaklaşık kütlesi hesaplanır. Bu özellikte bir yıldızın parlaklığının hangi mesâfede ne kadar olacağı hesaplanabilir. Bu durumda Dünyâ’ya ulaşan parlaklık belli olduğundan mesâfe ortaya çıkar. Türkçede “salt-parlaklık” denilen, orijinâli "absolute magnitude" olan ve bir yıldızın 10 parsec mesâfeye getirildiğinde hangi parlaklıkta olacağını gösteren değer (M) ve şu-anki parlaklığı (m) ile ilişkilendirilmiş formüller var. Bunlar yardımı ile uzaklık kolayca hesaplanıyor. Tabi soruyu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir konu daha var. Yıldızların uzaklığı bu şekilde hesaplanıyorsa, galaksilerin uzaklığı nasıl hesaplanıyor? Burada da Hubble yasasından faydalanılıyor. Galaksilerin ortalama bir parlaklığı var, evren sürekli genişlediğinden bizim galaksimiz ve ölçmek istediğimiz galaksi birbirlerine göre belli bir hızla hareket etmelidir. Bu da gözlenen galaksinin ışığında "kırmızıya kayma" (red shift) denilen bir etki ortaya çıkarır. Kırmızıya kaymanın oranı evren genişleme sâbiti ile ilişkilendirilip, oran bu ise bizimle bu galaksi arasında bu kadar uzaklık olmalı gibi sonuçlara varılır. Bu hesaplar uçuk ve hatâya açık görünse dâhi şu-an daha güvenilir bir yöntemimiz de yok..

Yakın çevremizdeki yıldızların uzaklıkları ‘’Paralaks’’ adı verilen bir yöntemle bulunabiliyor. Bu yöntem keşfedilmeden önce kimse yıldızların ne kadar uzakta olduğunu bilmiyordu. Dünyâ’nın yörüngesi üzerinde birbirine en uzak iki noktadan (6 ayda bir) yapılan gözlemlerde, yakındaki yıldızlar uzak yıldızlardan oluşan fonun önünde yer değiştiriyor gibi görünürler. Bu yer değiştirme yıldızların bize uzaklığıyla ters orantılıdır..Yıldızın uzaklığı trigonometri hesaplamaları kullanılarak bulunabilir. Paralaks yöntemiyle sâdece 3.000 ışık yılı uzaklığa kadar olan yakın yıldızların uzaklıkları bulunabiliyor.

Kırmızıya kayma yönteminin düşük duyarlılığı, paralaks yönteminin de çok sınırlı bir uzaklığa kadar sonuç vermesi, bu yöntemleri kullanarak evrenin genişleme hızını, dolayısıyla da yaşını duyarlı biçimde bulmamıza yetmiyor. Bu konuda gök-bilimcilerin önemli bir silahı daha var: Sefeid değişken yıldızları. Sefeid’lerin çok önemli bir özelliği, ışıma güçlerinin “zonklama” periyotlarıyla ilişkili olmasıdır. Işıma güçleri arttıkça, periyotları da uzar. Periyodu ölçülebilen bir Sefeid yıldızının parlaklığı hesaplanabilir. Parlaklığı bilinen bir yıldızdan bize ulaşan ışıma miktârına bakılarak ne kadar uzakta olduğu bulunabilir.

Gök-bilimci Edwin Hubble, bu ilişkiyi gök-cisimlerinin uzaklıklarını hesaplamada kullanmaya başladı. Hubble, öncelikle Andromeda gök-adasının içindeki Sefeidleri gözledi ve gök-adanın uzaklığını yaklaşık olarak 1 milyon ışık-yılı olarak hesapladı. O sırada Sefeidlerin özellikleri çok iyi bilinmediğinden bu hesap hatâlıydı. Ancak yine de o zamanlar sanıldığı gibi, Andromeda’nın Samanyolu’nun içinde bir gökcismi olmadığı anlaşıldı”…

Evet; yukarıdaki yazılar bilimsel gibi görünse de aslında bilim ile alâkası yok. Dikkat edilirse tahminden/zandan başka bir şeyden bahsedilmiyor. Yapacakları başka bir şey de yok zâten. Şimdi:

1-Parallax (üçgenleştirme) yöntemi ile sâdece yakın yıldızların, o da “yaklaşık” uzaklıkları hesaplanabilir. (Aslında çok da yaklaşık değildir).

2-Parlaklık ölçümü (kadir) ile yapılacak ölçümlerde ise yanlış ölçüm kaçınılmazdır. Çünkü evrende her cisim bir diğerinden etkilenir. Bu etkilenmede en çok itim-çekimden dolayı ışıkları/parlaklıkları etkilenir. O yüzden bize, doğru ve gerçek parlaklıkları ulaşamaz.

3-Sefeid yıldızları ise, bu yıldızlar, evrendeki her cisim gibi bir değişkenliğe sâhiptir. Her-zaman aynı durumda/parlaklıkta/hızda vs. kalmazlar. Bu yüzden de her-zaman aynı sonuçları vermezler. Hem de ışığın da çekimden etkilenmesi söz-konusu olduğundan, bu ışık/parlaklık/kadir bize net olarak ulaşamaz.

4-Kâinâtta her-şey sürekli döngü-devinim hâlinde olduğundan dolayı; sürekli yer değiştirdiğinden, bir-birlerinin çekimlerinden etkilendiğinden, zamâna ve entropiye karşı mecbûren dayanıksız olduklarından dolayı her zaman farklı sonuçlar vermek zorundalar.

5-Kâinâtta hiç-bir şey biraz-önceki durduğu yerde değil. Hattâ uzaklık arttıkça, bulunduğu zannedilen yerdeki görüntüsü sâdece hayâli bir görüntü olur. Belki de çoktan sönüp gitmiştir. Yâni aslında olmayan bir şeyin ölçümü yapılıyor olabilir. Olmayan bir şeyin ölçümünün kesin, hattâ yaklaşık bir sonuç bile vermeyeceği tartışılmaz.

6-Galaksiler arsındaki mesâfelerin ölçülmesi imkânsızdır. Zîrâ (modern bilime göre) galaksiler bir-birlerinden ışık-hızına yakın hızlarda uzaklaşırlar. Bu nedenle de yayılan ışıkları bize ulaşamaz. Işıkları ulaşamayacağı için mesâfeleri de ölçülemez.  

Binaenaleyh kâinâtta hiç-bir şeyin (Güneş’imizin bile) uzaklığı, dolayısıyla yaşı doğru olarak hesaplanamaz. Yapılacak tüm ölçümler, varılacak tüm sonuçlar kesinlikle doğru sonuçlar olamaz. Fakat bu bilgiler yanlış da olsa, farklı alanlarda bize ufuklar açabilir, yâni beyin jimnastiği ile geniş düşünmeyi öğretebilir ancak. Sâdece böyle bir değerleri ve kıymetleri olabilir. Yoksa bilimsel olarak yanlış sonuçlar verdiği için bilimsel bir kıymetleri yoktur.

7-Genişleme Merkezi

Bir başka yanılsama da şudur:

“Uzaktaki yıldızlara, galaksilere, kuasarlara ve süper-kümelere bakarken aslında onların yâni evrenin geçmişine bakıyoruz, en son göreceğimiz yer Big-Bang’in ilk ânıdır” diyorlar ve bu düşünceyi Big-Bang’e delil olarak sunuyorlar. Genişlemenin bir merkezi mi var ki? Evrenin neresinde olursak-olalım hep geçmiş görünür. Hâlbuki bizim “geçmiş”ini gördüğümüz yıldızların/galaksilerin bulunduğu yerden kendi durduğumuz yere yâni Samanyolu Galaksisi’ne baksak, burayı “gelecek” olarak görmeyiz. Yine “geçmiş” olarak görürüz yada zannederiz. Kâinâtın hiç-bir yerinde toplu olarak çok yaşlı ve çok genç galaksiler yoktur. Bu sebeple Meselâ 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta gördüğümüz yer oranın 10 milyar yıl önceki hâli değildir, çünkü oraya göre biz de 10 milyar ışık-yılı uzaktayız ve geçmişteyiz. Orası sâdece, bize 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta bir yerdir. Bu işin sonu yoktur, çünkü bu sâdece bir yanılsamadır. Bu yüzden kâinâtın hiç-bir yerinden kâinâtın en “geçmiş”i görülmez. Her yer “geçmiş”tir yada her yer “gelecek” tir. Biz en iyisi her yer “şu-andır” diyelim. Allah yaratmanın her türünü bilir ve istediği gibi yaratır.

Müneccimler yıldızlardan bilgi alırlar ve hayatlarını buna göre düzenlerler. Modern müneccimler olan gök-bilimciler de yıldızlara/gök-adalara bakarak bilgiler alırlar ve bu bilgileri kesin bilgiler olarak halka sunarlar. Yıldız/gök-bilimciler yâni modern müneccimler, sürekli gökten/yıldızlardan bilgiler aldıklarını söylerler ama bu bilgiler kesin bilgiler olamaz, çünkü kesin bilgi onlara kapalıdır. Kapalı olmasının nedeni, sürekli bir döngünün olması, hâlden-hâle geçişin olmasıdır. Kesin bir yerde durmadıkları ve kesin hızlarda olmadıkları için kesin bilgi de alamazlar. Hâlbuki vahiy kesin bilgi kaynağıdır.

Bilim-adamları yâni çağdaş Firavun’ların çağdaş büyücüleri, sahte bilimleriyle/yılanlarıyla halkı efsunluyor/büyülüyor ve bu şekilde kandırıyorlar.

Kemâle doğru bir gidiş yok, kemâl içinde bir gidiş vardır. Kâinâtın kendisinin bir hedefi yoktur. Hedef, şuurlu olan insana hastır. Evren sürekli döner ve bu döngülerde değişimler olur. Fakat bu değişimler niteliksel değil, niceliksel değişimlerdir. Maddî anlamda değil, mânevi anlamda niteliksel değişimler olur. Kâinât, tamlığın kendi içindeki devinimi olarak boyuna inkişâf eder. Bu oluşması gereken bir gâyenin tâkibi değil, tamlığın kendi içindeki açılımıdır.

Zorunlu olan şey Herbert Spencer’in dediği gibi “ilerleme” değil, “döngü”dür. Zorunlu bir döngü vardır ve bu zorunlu döngü aslında nimettir. Evrim yok, tekâmül yok, aşama yoktur. Bunlar sâdece yanılsamalardır. Sâdece döngü vardır. Döngüye bağlı olan değişimler vardır. Bu yüzden de evrende yeni hiç-bir şey yoktur. İyiye doğru bir gidiş ve ilerleme de yoktur. Termodinamiğin ikinci yasasına göre tüm kâinâtta zâten böyle bir süreç vardır. Kâinât eksiksiz bir şekilde yaratılmış ve yaşlanmaya/ölüme/bozulmaya doğru gidiyor. İnsan da böyle; zamanla yaşlanmaya/bozulmaya doğru gidiyor. Sosyolojik alanda da böyledir. Sâdece bir döngü vardır. Bu döngü spiral bir döngü değil, simetrik bir döngüdür. Simetrik ama aynı yerden geçen çizgilerle olmaz bu. Mutlak anlamda aynı yerden geçen çizgilerle tekrar eden bir döngü değildir. Mutlak anlamda aynı dönüş değildir.

Anlamsız bir döngü değildir bu. Her turda yeni anlamlar açığa çıkar. Maddî olarak simetrik tekrarlar vardır. Fakat her döngüde mânevi farklılıklar açığa çıkar.

İlerleme, sandığımız gibi yükselme, gelişme değildir. İlerleme; çemberin etrafında ilerlemedir. Özel anlamda ilerleme, modern bir düşüncedir, yanlış bir düşüncedir. Yanılsamadır.

Fizik-yasaları evrensel değildir. Evrenin her yerinde aynı şekilde işlemez. Bunun anlaşılması için olasılık hesaplarına ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur.

Kâinâtta her şey döngüseldir. Döngüsel olmak zorundadır. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucu olduğundan ve madde sürekli bir döngü hâlinde olduğundan dolayı zaman bile bir döngüdür. Döngüsel bir durumdur. Bu yüzden kâinâtta bir yere doğru gitme yoktur. Belli zamanlarda tekrarlanan döngülerin sonucundaki anlama ulaşmaktır amaç. Bilim ise sürekli olarak bir yere gidildiğinden bahsederek olmayan bir hedefe kilitlenmiştir.

İlerleme diye bir şey yok. Nereye ilerlenecek? Evet; sâdece “döngü” var. Bu döngünün bir sonucu olarak da: “keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner”.

Bir “zen” ustası. “Hayat bir çizgi değil, birbiri ardınca gelen “şimdi”lerden ibârettir” der.


Evet; evrenin bir genişleme merkezi yoktur ve evren zâten genişlemez de. Mikrodan makroya evrensel bir döngü vardır ve yıldız ve galaksiler bulundukları açılara göre bize uzaklaşıp yakınlaşabilirler. Uzaklaştıklarında onlara bakarak evrenin genişlediğini zannederiz ve her-şeyin her-şeye göre genişlediğini düşünürüz.

8-Tüme-varım

Pozitif-bilimin dayandığı, doğada gözlemlenen düzenli nedensel ilişkilerin ilerde de geçerli olacağı (yâni geleceğin aşağı-yukarı tahmin edilebileceği) ilkesinin dayandığı tüme-varım ilkesi, mantıksal ve psikolojik bir yanılsamadır. Tüme-varımsal genellemeler geçerli değildir, çünkü eldeki kanıtların ötesine geçememektedir. Tüme-varım bilime temel olamaz. Buna karşı ileri sürülen matematiksel olasılık (probabilite) kavramı bile bilimsel-bilgiyi doğrulamaz.

Deneysel bilimin, tüme-varımcı bilgi yönteminin kurucusu Francis Bacon, deneye baş-vurmadığı, salt düşünsel bir uslamlama olduğu için tümden-gelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel, tersine, ancak tümden-gelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme varılamayacağını savunmuştur. Ona göre ideâlizm için tek geçerli yöntem, tümden-gelim yöntemidir.

Kâinât tüme-varım yönteminden ziyâde, tümden-gelim yöntemine uygundur. Hipo-tezsiz/teorisiz bir tümden-gelim. Tüme-varım yönteminde süreçler muntazaman doğru bir şekilde tâkip edilemez. Özel-yargılardan genel-yargılara mutlak-doğru bir şekilde ulaşılamaz. Genel-yargılardan özel-yargılar çıkarmak hem daha doğru hem de daha sağlamdır. Tümden-gelimin doğruluk değeri kesindir. Çünkü bütün doğru ise parça da doğru olmak zorundadır. Aksi durumda “yoldan sapma” kaçınılmazdır. Çünkü “eksik” olan parça, “tam” olan bütünü açıklayamaz. Mâlik bin Nebi de: “Her türlü tüme-varımsal sonuç hatâlı pozitivist bakış-açısıyla kavramsallaştırılmıştır” der.

Aristo da tümden-gelimin sağlam bilgi olduğunu söyler. Aristoteles’e göre bilime konu olan, zorunlu olmalı ve sıkça değişmemelidir.

Kâinâtta aşağıdan-yukarı bir açıklama yapılamaz. Yukarıdan-aşağı açıklama yapmak bir referansa sâhip olunacağından dolayı hem daha doğru, hem de daha yararlıdır.

Popper’a göre önemli olan, bilim-insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması, yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Popper’a göre nihâi olarak doğrulama (tüme-varım sorunu nedeniyle) mümkün değildir.

9-Genel İzâfiyet Teorisi

“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu apriori olarak biliyor.

Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak” yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.

Ali Şeriati:

“Zaman, mekândan îbârettir” der.

Evrenin çeşitli yerlerindeki materyâllerin genel durumları (kütle, dönüş-hızı vs.) oradaki zamânın özelliğini ve durumunu belirler. Orada zaman daha yavaş ya da daha hızlı olabilir.

Hâki Demir:

“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan (kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran (veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.

Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır. Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır. Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir) ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de harekette mahfuzdur” der.
 
Evet; her şey anlamını “hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin hareket etmesidir.

Meselâ ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık onun için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.

Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat; Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton kuramını büyük ölçüde yıkıp kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Bu iki teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.

Biz ise kütle-çekimin şu şekilde oluştuğunu söylüyoruz:

Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her-şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından çekilecektir.

Kütle-çekim denilen şey budur ve bir parçacığın kütle-çekime neden olduğunu sanmak yanılsamadır ve yanlıştır. Evet; kütle-çekim bir sonuçtur; maddenin hareketinden/döngüsünden kaynaklanan bir sonuç. Bu nedenle bunu açıkladığını zanneden Einstein’in Genel İzâfiyet Teorisi yanlıştır.

10-Özel İzâfiyet Teorisi

Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşmemiştir/dönüşemez. Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez, sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar ayrışır.

Tersi bir durumda, yâni enerjinin hızını yavaşlattığınızda, meselâ soğuttuğunuzda ise enerji maddeye dönüşmez, yâni madde olmaz. Zâten enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Çünkü daha enerjinin ne olduğu da bilinen bir-şey değildir. Ondaki güç nedir ve nereden gelir?. Bu henüz bilinmiyor. Bilim maddeyi madde-ötesine, enerjiye kısmen dönüştürebildi. Buna karşın henüz (ve hiç-bir zaman) madde-ötesine, yâni enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâli olan madde hâline dönüştürmeyi başaramadı.

Enerjinin maddeye dönüşmesi için “imkânsızdır” dense yeridir. Bir yazıda  bu konuda şunlar söylenir:

“Enerjinin maddeye dönüşmesi olgusuna gelindiğinde, gene E=mc2 denklemine başvurup, bunda m’in değerini bulduğumuzda; m = E /c2 eşitliğini elde ederiz.

Bundan anlaşılan, enerjiyi ışık-hızının karesi kadar ufaltırsak, başka bir deyişle enerjiyi ışık-hızının karesi kadar yuğunlaştırırsak (teksif edersek) maddeye çevirebileceğimizdir. (Tabi bu ancak matematik bir sonuçtur ki, matematik sonuçların çoğu somutlaştırılamaz. H.G.)

Bu-günkü günde çevremizde bu tür bir eyleme rastlamıyoruz. Bunun nedeni belki böyle bir sürecin yollarının henüz bulunamamış olmasıdır!… Ancak burada akla hemen “Uzay Yolu” filminde gösterilen “ışınlanma” tekniği akla geliyor. Çünkü, bir fiction olarak, bu teknikle maddenin bir yolla enerjiye dönüştürülüp, sonra uzak bir mekânda bu enerjinin tekrar madde hâline getirildiği anlatılmaktadır. (Yâni ancak filmlerde olur. H.G.).

Filmde fiction olarak verilen bu olay üzerinde çalışan günümüz bilim-adamları vardır. Bunlardan biri de Malezya, Penang doğumlu Dr. Ping Koy Lam’ dır.

17 Haziran 2002’de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian National University-ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi, bir laser ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka bir noktada tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Böylece günümüzde büyük cisimlerin değil, hele biyolojik varlıkların hiç değil, ama atomların ışınlanabileceği gösterilmiş oldu. (Atom zâten bir enerjidir. Somut bir madde değildir ki. H.G.).

Ancak Dr. Ping Koy Lam, verdiği bir konferansta, insanların ışınlanması konusunda daha ışık-yılı ölçüsüyle pek çok geride olduğumuzu söyledi.

Çevremizde doğal bir olay olarak da enerjinin maddeye dönüşebildiğini gözlemleme olanağımız yok. Çünkü böyle bir süreç yok!…

Ama doğada bir tek kez enerji maddeye dönüşmüştür. O da herkesin “Big Bang=Büyük Patlama” diye bildiği, evrenin oluşumu sırasında gerçekleşmiştir. (Big-Bang denen bir olay  hiç-bir zaman gerçekleşmemiştir. Olmamış olan bir olay ile, olmayacak olan şey açıklanamaz.  http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html H.G.).

“Büyük Patlama” nitelemesi bizce rastgele söylenmiş bir sözdür. Bu olaya aslında “Büyük Oluşum” demek gerekirdi. Çünkü meydana gelen olay alelade bir denetimsiz patlama olayı değildir. Böyle olsaydı meydana gelen madde yapıları, eylemsizlik ilkesi uyarınca, çok büyük bir hızla uzaya saçılır gider, belirli bir evreni oluşturamazlardı.

Oysa süreç sırasında ortaya çıkan maddî varlıklar denetim altında belli bir güçle, belli bir hızla bir-birlerinden uzaklaştırılmaya başlanmıştır. Evrende olan bu denetim altındaki genişleme günümüzde de gözlemlenmektedir.

Maddenin, mekânın, zamânın vâr olmadığı bir dönemde, uzay araştırmaları uyarınca, bizim zaman ölçülerimize göre bundan 15 milyar yıl önce, bâzılarına göre ise 30 milyar yıl önce, türünü, niceliğini, kaynağını bilemediğimiz bir enerji, gene niteliği ile niceliğini bilemediğimiz bir güçle sıkışarak (teksif olarak) maddeyi, demek ki evreni yapan yıldızları meydana getirmiştir. “Büyük Oluşum” dediğimiz budur”.

Gerçekleşecek olan şey sâdece, maddeye yapılacak bir müdâhalede maddedeki enerji açığa çıkar. Yâni enerji maddenin özünden ayrılır. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün bir şey değildir. Böyle bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Farklı bir madde, aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.

Yanılsamalarla dolu olan bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2 de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma” olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir.

Ernst Mach, Maddenin atomik yapılardan oluştuğuna ve izâfiyet teorisinin tamâmen yanlış ve dogma olduğunu söyler. Aynı şekilde Ernest Rutherford, O da nükleer enerjinin ulaşılmaz olduğunu düşünüyordu ve izâfiyet teorisine de asla inanmıyordu.

İbn-i Sîna; Astroloji ve simyâya îtibâr etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup-olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sînâ'ya göre, her element sâdece kendisine özgü niteliklere sâhiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.

E=mc2, modern bir düşünce değildir ve bir yunan düşüncesi olan, yeni-eflâtunculuktan ilham alır. Bu formül yeni-eflâtunculukta şu şekilde açıklanır: “Özdek tin’in ürünüdür ve fenomenler özsel olarak tinseldirler”. Yâni; “madde rûhun ürünüdür ve görünenler (madde) öz olarak rûhturlar (enerji). Tabi yeni-eflâtunculukta enerji yerine tin=rûh deniliyor.   


Netîcede Einstein’in E=mc2 diye formüle ettiği Özel İzâfiyet Teorisi de yanlıştır.

11-Termodinamiğin 1. Yasası (Enerjinin Korunumu)

“Allah ile berâber başka bir ilaha tapma!. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun “yüzü”nden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz” (Kasas 88).

“Üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahman 26-27).

Âyette; “Allah’tan başka ilah yoktur, bu sebeple Allah ile birlikte başka sözde-ilahlara, yâni “yok olmayacak zannedilen”lere tapmayın” deniliyor. Termodinamiğin 1. yasasına göre madde-enerji yok olmaz. O hâlde madde-enerji -hâşâ- ilah mıdır?. Yok olmayan şeye ne denir?. Allah’ı yok sayan modern-bilim, (insan mâbudsuz yapamayacağı için) kendisine yeni ve modern-popüler ilahlar buluyor ve o ilahlara sûni anlamlar yüklüyor ve madde ve enerji için diyor ki: “Yok olmaz”. Bu, madde ve enerjinin ilah olduğunu söylemek anlamına gelir. Madde ve enerjinin yok olmayacağını kabûl etmek, madde-enerjiyi ilah kabûl edip tapmak anlamına gelmiyor mu?. Oysa Rahman 26-27’de de söylendiği gibi; “Allah’tan başka her-şey yok olucudur”.

Termodinamiğin 1. yasasına göre “enerji yoktan vâr edilemez ve yok edilemez, sâdece bir şekilden diğerine dönüşür” demek de, madde-enerjiyi ezeli ve ebedî îlan etmek demektir ki, ebedilik ancak Allah’a mahsustur.


Ali Fuat Demir:

“İlgili yasanın fiziksel ifâdesi şu şekildedir: ‘Elimizdeki enerjinin bir-kısmı ile iş yaparsak, geriye kalan enerji ile yaptığımız iş için harcadığımız enerjiyi toplarsak, başlangıçta sâhip olduğumuz enerjiye ulaşırız’.

Fakat bu önerme sâdece enerji için değil, bir-çok özel durum için geçerlidir. Örneğin cebimizdeki 10 liranın 4 lirasını kahve içmek için harcarsak, geriye 6 liramız kalır. Kahve için harcadığımız para ile, geriye kalan paramızı toplarsak ilk-başta sâhip olduğumuz parayı elde ederiz.

Enerjinin Korunumu Yasası bir yorumdur ve unutmamak gerekir ki, henüz teorik olarak kanıtlanamamıştır” der.

Bu yasa kabûl edildiğinde, “yoktan yaratılma” kabûl edilemez, çünkü varlık “yok olmayan bir enerji”den oluşur bu yasaya göre. Yok olmayacak olan şey “ilah” olacağına göre, bu yasaya göre madde ilahtır. Bir yazıda:

“Evrenin bir başlangıcı, sınırı, sâbit bir kütlesi var ise, maddenin korunumu kânununa göre bir kaynağı olması gerekir. Maddenin korunumu kânununu doğru yorumlarsanız bu kaynağın kütlesiz bir enerji olması gerektiği sonucuna varırsınız. Bu enerji kütlesiz olduğundan sonsuz olmalı, ezelden gelip ebede gitmelidir” denir. 

Her nefis ya da şey ölümü tadacaktır. Madde ve enerji de ölümü yâni yok olmayı tadacaktır. Yapısı bozulmayacak olan yâni yok olmayacak olan bir-şey kalmayacaktır. Ölecek olan ise ezelî olamaz. Ancak ezelî olan yok olmaz. Tek Ezelî Olan vardır, o da Allah’tır. Allah’tan başka “bâki” yâni sonsuz yoktur, olamaz. Sâdece O’nun yüzü (zâtı?) bâki kalacaktır. Diğerleri “fâni” oldukları için “fan”=”yok” olacaklardır. Bir şeyin yok olmayacağını söylemek onun “mutlak” olduğunu söylemek demektir ki şirk budur. İşte; Termodinamiğin 1. Yasası olan Madde-Enerjinin Korunumu Kânunu, madde-enerjinin yok olmayacağını söylemekle maddeyi-enerjiyi ilahlaştırmış ve şirke düşmüş oluyor.

Allah’tan başka her-şey yok olacaktır ve yok olmak zorundadır. Bahsedilen yok-oluş sâdece kıyamet zamânında değil, her-an olmaktadır. Meselâ teoriye göre büyük yıldızlar ömürlerinin sonunda içlerine çökerek ölçülemeyecek kadar büyük bir çekime mâruz kalırlar ve kara-delik hâline gelirler. Fakat kütleleri zamanla artan bu kara-delikler nihâyetinde kendi çekimlerine de dayanamayıp patlayıp yok olurlar.

Yok olmak, bir şeyin başka bir şeye dönmesi demek değildir. O başka bir konudur. Meselâ su, buhara ve enerjiye döner. Fakat kâinatın enerjisi sonsuz değildir ve yavaş-yavaş azalmaktadır ve sâdece Allah’ın bileceği bir zamanda da bitecektir.

Termodinamiğin 1.yasası olan Enerjinin Korunum Yasası’nın yanlış olduğu, Termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi Yasası’yla ortaya çıkar. Termodinamiğin 2.yasası ihlâl edilmeden 1. yasa savunulamaz. Şöyle denir: “Termodinamiğin ikinci yasasına göre tersine işlemler gerçekleşemez. Meselâ siz bir bardağı düşürdünüz ve kırdınız. Kırılan parçalar geri gelip birleşemez. Entropi düzensizliği her zaman artar. Aslâ azalmaz. Bu yasaya göre devamlı olarak evrenin entropisi artmaktadır. Öyle bir entropi artışı olur ki, bir-zaman sonra artık entropi “geri dönüşüme” izin vermez. Bozuluş kaçınılmazdır ve en nihâyetinde de geri dönüşümü olmayacak olan bir nihâi bozulma gerçekleşecektir.

Kara-deliğe giren nesne kaybolduğu zaman onun entropisi de kaybolur ve bahsedilen yasa çiğnenmiş olur. Kara-delikler içine aldığı şeyi yok eder. Kara-delik yuttuğundan daha fazla kütle kaybettiği için eninde-sonunda yok olacaktır. Bir kara-delik yok olduğunda ona giren tüm her-şey de yok olmuş oluyor. Bu da “madde yok olamaz” ilkesine ters düşüyor. Tekillikte yer-çekimi sonsuza ulaşıyor. Bu yüzden tekilliğe ulaşan her-şey yok oluyor. Zâten tekillikte her-hangi bir yasa da kalmıyor.

Madde ile anti-madde çarpışırsa bir-birini yok eder. Eğer bir gökada başka bir gökada ile çarpışırsa bir-birlerini yok edeceklerdir. Burada bahsedilen “yok oluş”, o şeyin başka bir şeye ya da enerjiye dönmesi demek değildir. Anlatılamayan fakat gözlemlenen bir durum vardır ortada. Devir-dâim eden şeyin enerjisi, anlaşılamayacak şekilde yok oluyor. Meselâ iki bardak düşünün. Biri taşma seviyesinde su ile dolu olsun. Bu bardağı boş olan bardağa dökelim, sonra tekrar aynı bardağa geri boşaltalım ve bunu sürekli tekrarlayalım. Beli bir denemeden sonra baktığımızda ilk-başta neredeyse taşma durumunda olan bardaktaki suyun, artık taşma noktasında olmadığını gözlemlemeye başlarız. Su buhar olarak yok olup gitmemiştir. Harekete yâni döngüye mâruz kaldığından harcanmıştır. Devinime mâruz kalan su “yok olmuş” yâni harcanmış olan sudur. Demek istediğimiz şu ki; hareket eden şey zamanla yok olur-oluyor. Meselâ zaman da harcanıyor ve yok oluyor. Zâten zaman hareketin-döngünün bir sonucudur. Hareket başladığında zaman başlar ve hemen ardından bir-an önceki zaman yok olur.

Allah kâinatı “hak” ile yaratmıştır fakat “el hak” ile olan bir yaratılış değildir bu. Bu nedenle madde-enerji dayanıksız değildir, sağlamdır; fakat bu sağlamlık hiç yıkılmayacak-bozulmayacak sağlamlıkta değildir. Her-şeyde olduğu gibi onun da bir süresi vardır ve o süreyi aşamaz. En nihâyetinde kıyâmete dayanamaz ve yok olur gider.

Evet; Madde ve enerji “mutlak gerçek” değildir ki yok olmasın. Madde ve enerji “hak”tır fakat “el hak” değildir. Yok olmayacak olan sâdece Mutlak Gerçek (El Hak) olandır ki O da Âlemlerin Rabbi Allah’tır. 


12-Işık-Hızında Gidilince Zaman Yavaşlar

Genel Görelilik Teorisi kapsamında söylenen; “hız arttıkça zaman yavaşlar” düşüncesi bir yanılsamadır. Zâten teoride-düşüncede ve matematiksel olarak böyle bir sonuç çıksa da, bu teori hem pratiğe dökülemez ve hem de pratikte aynı sonuç çıkmaz. Çünkü kâinâtın her yerinde aynı zaman işler gözlemciye olan insana göre. Pratikte tüm sonuçlar farklı çıkar. Pratik, teorik önermelerin dediği ve gösterdiği çıkmaz hiç-bir zaman. Çünkü pratiğin anlam ve eylem açısı ve aralığı çok daha geniştir. Bir teoriye tek bir pratik uygulanabilir fakat bir pratiğin bir-çok yorumu yapılabilir. Zamân ölçüsünü belirleyen bir kriter yoktur kâinatta ve çeşitli zaman-aralıkları vardır. Meselâ hassas bir aralıkla pulse atan pulsarlar gibi. Çok hassas fakat farklı aralıkta olan sinyal odakları vardır. Zamân için ölçü koyan varlık insandır ve bir insan diğer bir insana göre “gerçek anlamda” farklı bir zaman ölçümü yapamaz. Hele ki mevcut dünyâda kullanılıp duran zaman-ölçüsüne göre psikolojik bir hissedişten başka gerçek anlamda farklı bir zaman-durumu çıkmaz ve belirlenemez.

Bu önermenin deneyi olarak gösterilen “ikizler paradoksu”na göre; Uzaya gönderilen kardeşlerden biri yüksek hızlı bir roket tarafından uzaya fırlatılmış ve orada bir seyahate gönderilmiştir. Uzun bir zaman sonra evine döndüğündeyse ikiziyle yaş ve vücut olarak büyük bir farklılık ile karşılaşmıştır. Dünyâ’da kalan ikizin daha hızlı yaşlandığı, çünkü Dünyâ’daki zamânın daha hızlı aktığı düşünülmektedir. Bu deneyin kökenleri Einstein’ın İkizler Paradoksu’na gidiyor. İkizler deneyinde biri roketle yıldızlara doğru yüksek hızla ilerleyen, diğeri Dünyâ’da kalan ikizlerin zamana karşı değişimi inceleniyor. Enstein’ın genel görelilik teorisine göre uzaya giden ikizin, Dünyâ’ya döndüğünde kardeşinden daha genç olması gerekiyor. Çünkü “hız arttıkça zaman yavaşlar” deniliyor. Hâlbuki zaman, maddenin bir sonucudur ve bir şeyin zamânı, bağlı olduğu maddeye göredir. Zaman her zaman, maddenin hemen yanı-başındadır. Madde hangi hızda hareket ediyor olursa-olsun zaman da o hızda hareket etmiş olacaktır, yâni hız arttıkça zaman yavaşlamayacak, tam-aksine artacaktır. Fakat bu da düşünsel anlamda böyledir. Dünyâ’daki gözlemci 100 km. hızla giden bir nesneyi de, 1.000 km. hızla giden nesneyi de kendi orijinâl zaman-bilincine ve gözlemine göre yorumlayacağından, iki nesne için de aynı zamanda ne kadar yol aldığını hesaplayacaktır. O hâlde hız arttıkça zaman yavaşlamaz, sâdece mesâfeler kısalır. Yâni bir yerden diğer bir yere daha az zamanda ulaşılır. Bu da bir yanılsama olarak zamânın yavaşladığını hissettirir. 

İkizlerden biri hangi hızda giderse gitsin, ikiziyle ile aynı yaşta ve zamanda olur ve üçüncü bir gözlemci, ikizlere baktığında bir fark göremez. Bu nedenle bu durum, bir zamanlar insanların kafasını çok karıştıran ve güyâ cevâbı yok gibi görülen bir soruya benzer: Üç tâne işçi, 1.000’er lire vererek 3.000 liraya bir karpuz alırlar. Fakat o sırada manavda manav-sâhibinin oğlu vardır. Bir-süre sonra babası gelince oğluna “ne sattın” der. Çocuk da 3.000 liraya bir karpuz sattığını söyler. Babası “fazla para almışsın, 3.000 lira değil, 2.600 lira alman gerekirdi, al şu 400 lirayı adamlara geri ver” der. Çocuk 400 lirayı eşit şekilde paylaştıramayacağını düşündüğünden, adamların her birine 100’er lira geri verir ve dördüncü 100 lirayı da cebe atar. Şimdi soru şu; Bu durumda adamların her biri karpuz için 900’er lira vermişlerdir. 3X900=2.700 lira eder. 100 lira da manavın oğlunda vardır, 2.900. Peki kalan 100 lira nerededir?. Bir-türlü cevap bulunamaz. Buradaki sorun, matematiğin yorumlanma şeklinden kaynaklanır. Hayâli bir gözlemciye göre olan bir değerlendirme yapılması, bu önermenin yanlışlığıdır. Sanki ikizlerin her biri için aynı-anda ve duyguda bir gözlemci varmış gibi farz edilmiştir. Hâlbuki öyle bir gözlemci yoktur ve bu nedenle de böyle bir değerlendirmeden bahsedilemez. İkizlerden hiç-biri böyle bir zaman farkını kabûl etmezler. Matematiksel bir yanıltmadan kaynaklanan bir yanılsamadır bu. Aslında her ikiz için de aynı zaman geçmiştir. Bu nedenle ikisi de aynı yaşta ve görünümde olur. Tabi ışık-hızının %99’una ulaşan ikizlerden birinin, çeşitli nedenlerden dolayı artık yaşayamayacağından, Dünyâ’daki ikiziyle karşılaşması söz-konusu değildir.

Saatte 108 km. hız ile giden bir araba 0.03 km/s yapar. Yâni ışık-hızından 100.000.000 kere daha yavaştır. Dolayısıyla ışık-hızına ulaşırsak bile 1/100.000.000 sâniye zaman geçmiş olacaktır. Yâni değişen zaman, sözünü etmeye değer olmayan bir zaman olacaktır ki insan bunu hissedemez bile.

Bir yazıda şöyle denir:

“İkizler paradoksunda “aksayan” nokta, füzeyle giden ikizin belirli bir anda geri dönmüş olduğunun unutulmuş olmasıdır; zîrâ ikizler tekrar Dünyâ’da buluşmuşlardır. Oysa, geri dönmek yavaşlamayı ve/veya yön değiştirmeyi gerektirmektedir. Demek ki füzedeki ikiz her zaman düzgün doğrusal hareket yapmamış, yönünü değiştirmiştir. Oysa Einstein’ın özel görelilik kuramının sonuçları ancak, birbirlerine göre herhangi bir bağıl ivmesi olmayan düzgün öteleme durumundaki sistemler için geçerlidir. Demek ki, bir paradokstan çok bir mantık hatâsı söz-konusudur”.

İkizlerin kollarındaki saatler değişmez ve sâniyesi-sâniyesine aynı kalır. O hâlde ikizlerin farklı yaşlarda Dünyâ’da buluşmaları söz-konusu olmaz ve sözde yaş farkı ikizlerden birinin Dünyâ’ya hiç-bir zaman dönmeyeceğinde düşünülebilir ki ikizlerden biri hiç-bir zaman Dünyâ’ya dönmezse, bu teori de ispatlanamayacağından, bu tez sâdece bir “beyin fırtınası” olarak kalmaya mahkûm olur. Çünkü bu durum bir “görecelik durumu”dur. Fakat kişiye göre değişen bir doğru yoktur. “Yaratıcıya göre olan” şey doğrudur ki insan da bu doğruya uygun yaratılmıştır. Kişiye göre değişen bir doğru net bir doğru olmaz. Net doğrunun olmadığı yerde ise bir doğru yoktur. Bu nedenle bu önerme matematiksel bir senaryodur sâdece ve matematiksel senaryoların çok büyük çoğunluğunun pratikte gerçekleşmesi imkânsızdır.

Bilim-adamlarının en çok yaptığı şeylerden biri, bir düşünceyi masa-başında kanıtlamaya çalışırken, tıkandıkları yerlerde kendilerine ve iddialarına uygun olarak bâzı sâbiteler koymalarıdır. Bu önermede de hayâli bir gözlemci olduğu kabul edilmiştir ve ancak o hayâli gözlemcinin olduğu kabûl edildiğinde önerme teorik olarak doğru görünebilecektir. “Ancak böyle olursa şöyle olur” denmiştir. Yâni “yengemin … ları olsaydı amcam olurdu” sözünde olduğu gibi. Olmayacak bir şeyi varmış gibi gösterdiğinizde, olmayacak şeyler olabilir gibi gözükmektedir ve zannedilmektedir.


Zâten pratik olarak da ışık-hızına ulaşılamaz ve hattâ yaklaşılamaz bile ki bu önerme denenebilsin ve pratikte de, teoride söylendiği gibi olduğu görülsün. Evet; bağımsız gözlemciye göre değişen bir şey yoktur. “Hızlı yaşa genç öl sözü” bu bağlamda geçersiz oluyor. Hızlı yaşayanlar genç değil ama erken ölürler.

Sonuç

Evren hakkında bilinenler, bilinemeyenlere göre binde bir bile değildir.

İnsanlar, bilim-adamlarının verdikleri bilgilerin ve  buluşların mutlak-doğru olduğunu zannediyorlar. Oysa bakın bir bilimsel yazıda bütün Dünyâ’ca doğruluğu istisnâsız olarak kabûl edilen ünlü teorilerin doğruluk payları hangi oranlarda:

Kuantum alan kuramı, 1011’de bir ölçüsünde doğru olan ve şimdiye kadar yapılmış olan en duyarlı fiziksel kuram olduğu söylenir. Genel rölativite ise 1014’de bir doğruluğa sâhiptir.

Bir-şeye ne kadar derinlemesine bakarsanız, o şey o oranda karmaşıklaşır. Bu yüzden kâinât hakkında bir ilerleme kaydedilemez. Ancak “bildirilen” kadar. Bu aynı; “tıp”ta olduğu gibidir. Yapılan aslında hastalığı belirleyen tıp-cihazlarının gelişmesidir. Hastalık daha çabuk ve isâbetli tespit edilebilir. Bu tespitler süper-lüks hasta-hâne ortamında yapılır/yapılabilir.. Lâkin iş tedâviye gelince tâbir-i câizse şapa oturulur. Hiç-bir gelişme kaydedilemediği gibi gerilemenin de önüne geçilemez. İş, vücûdun kendisine kalmıştır. Kendi-kendini ne kadar baskılayabilirse o oranda iyileşme olur. Aslında tıbbın geliştiği falan yoktur. Çünkü tıb demek, tedâvi demektir. Aslında gelişen şey sâdece tıp-cihazları teknolojisi ve hasta-hâne konforudur. Astronomide de; gelişen şey sâdece teleskopların kalitesi; hızlandırıcıların hızlarının/kalitelerinin artması netîcesinde farklı “sinyâl”lerin yakalanabilmesi vs.dir. Bu-arada kâinâtın muazzam esrârı devâm eder gider. Ona kimse dokunamaz. Teleskoplar ne kadar gelişirse-gelişsin; bilimin ne kadar ilerlediği söylenirse-söylensin; kâinâtın o muhteşem büyüsü hep aynı kalacaktır. Yeni isimler; yeni kitaplar; yeni tartışmalar vs.. Paradigmaya dayalı boş sözler ise çoğalıp gider. “İlk bakış”ın verdiği bilgiden başkası elde edilemez.

M. Said Çekmegil:

“Bilim henüz elektriği, magnetizmayı ve yer-çekimini açıklayamaz. Bundan sonra açıklayabileceği de meçhûl, (büyük ihtimâlle açıklayamayacak). Bunların etkileri ölçülebilir ve önceden kestirilebilir fakat çağdaş bilim-adamı bunların temel niteliklerini; ilk olarak M.Ö. 585’de kehribarın elektriklenmesi üzerinde düşünen Milet’li Thales’ten daha iyi bilemez, bilemeyecektir. Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiç-bir zaman anlayamayacak ve gösteremeyecektir” der.

Ey bilim-adamları! “neden”ini bulamayacağınız şeylere boş-yere kafa yorup hem emek hem de para harcamayın. Siz de ey başta müslümanlar olmak üzere tüm insanlar!; Sorgulamadan, araştırmadan, bilip-bilmeden her-şeye inanıp sazan gibi atlamayın. Sonra birilerinin mezesi olursunuz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2015




4 yorum:

  1. SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
    Gördüğümüz,algıladığımız her şey sınırlı olduğundan sınırsız olan yaratıcıyı algılayamıyor fakat yarattığı şeylerden varlığını anlıyoruz.
    Bu gün inkar eden ilim veya başkaları vakaı yı kaidelere vurmadığından (ölçü) yanlış hedeflere çıkıyor.
    Halbuki Muhammedin Allah tarifi; Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
    zuhruf*82
    http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb
    https://egopon.wordpress.com/2014/02/01/tanri-var-midir/comment-page-1/#comment-6
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251733788611363&id=100013242319421
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251744355276973&id=100013242319421
    ***
    Büyük beyinler fikirleri,orta beyinler olayları,küçük beyinler ise kişileri konuşur.
    ***
    Hayvanlar beynini kullanması için eğitiliyor.
    İnsanlık ise beynini köreltmek için uğraşıyor.
    https://www.youtube.com/watch?v=c_kkZvwsTlM
    YARATICININ VARLIĞININ KANITLANMASINDA KULLANILAN MODERN DELİLLER İNSANCI İLKE ÖRNEĞİ
    http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/yaraticinin-varliginin-kanitlanmasinda.html
    Ey insanoğlu..Üç kuruşluk hesabın sağlamasını yapıpta en önemli olan ebedi hayatın sağlamasını sana yaptırmayan ne ?
    http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/05/ey-insanoglu.html
    Furkan.44.*Yoksa sen onların çoğunun duyduklarını veya akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler
    Araf*179*Onların kalpleri var fakat (hakkı) anlamazlar, gözleri var fakat (gerçeği) görmezler, kulakları var fakat (doğruyu) duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler.
    BU AŞAĞIDAKİ LİNKTEKİ EVRİMLEŞME MAKALESİ,YAZISI AYNEN CUNURLAR GİBİ KAFA KARIŞTIRICILIK YAPMAKTADIRLAR.ÖN BİLGİ YANLIŞLIĞINDAN VEYA EŞYADAKİ ÖZELLİKLERİN BİRİNİN BİRKAÇININ DOYUMUNU SAĞLAMAK İÇİN.
    http://www.evrimagaci.org/makale/161

    YanıtlaSil
  2. Bu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
    Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir.

    http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/bu-gun-2017-bilim-ve-teknolojinin-acga.html

    YanıtlaSil