21 Ekim 2015 Çarşamba

Tevbe 122. Âyet Üzerine


Şu lânet olası “modern zamanlar”da bir-çok müslüman da, modernizmin çeşitli görüşlerinden, ürünlerinden, söylemlerinden, ideolojilerinden ve okuma-anlama-düşünme-fikretme tarzlarından etkilendiler. Bu nedenle de aynen batılılar gibi faaliyetlerde (etkinlik demek daha doğru olur) bulunmaya başladılar. “Ancak batılıların aydınlanma süreci gibi bir süreç yaşarsak onlar gibi muâsır! medeniyet! seviyesine çıkarız” diye düşünmeye başladılar ve bunu söylemlerinde-yazılarında-konuşmalarında ve etkinliklerinde göstermeye başladılar. Şunu demek istiyorlar: “Batılıların aydınlanma/gelişme/uygarlaşma sürecinin aynısını biz de tâkip etmeliyiz ki onlar gibi olalım”. Bunu direkt olarak sözleriyle-yazılarıyla söylemiyorlarsa da dolaylı yönden bundan başka bir şey konuşmuyorlar ve etkinliklerde bulunmuyorlar. Zâten İslâm’i bir eylemleri-amelleri olmuyor bu nedenle. Ellerinde Kur’ân var ama eylemlerini Kur’ân belirlemiyor. Kur’ân onlar için sâdece inceleme ve araştırmanın konusu. Didiklemenin konusu. Onlar Kur’ân’ı didikledikleri için, Kur’ân da onların beyinlerini-kâlplerini-anlayışlarını didikliyor ve bu nedenle de didik-didik oluyorlar. Didik-didik olunca da bölük-pörçük bir hâle geliyorlar. Parçalanıyorlar. Sonuçta da artık korkaklık/uyuşukluk/tembellik alâmet-i fârikaları oluyor.  

Hâlbuki Kur’ân’ın-İslâm’ın kendine-özgü bir okuma/anlama/idrâk etme/bilme/bilinçlenme/eylem-plânı/devlet/medeniyet anlayışı vardır. Bunun için başka kaynaklara çok da ihtiyaç yoktur. Gayr-ı müslimlerin sistemlerini-bilimlerini-düşüncelerini bilmek farklı nedenlerle iyidir tabî ki; fakat onların gittiği yoldan gidildiğinde, sonuçta onlar gibi zâlimleşmek de doğal ve normâldir. İşte bu nedenle böyle bir yol İslâm’ın tavsiyesi ve emri değildir. Çünkü batı’nın uygarlaşma süreci, aynı-zamanda bir zulüm-zâlimleşme sürecidir. Kızılderilileri soyarak, yâni hırsızlık yaparak ve aynı-zamanda onları öldürerek başlattıkları güyâ bir uygarlaşma sürecidir batı’nın kalkınma süreci. Zâten önemli ve faydalı bilgilerini de kaynak göstermeden müslümanlardan almışlar ve değiştirerek ve geliştirerek kendilerine mâl (ya da mal) etmişlerdir. İşte bu nedenle batı’nın kalkındığı şartlarla-süreçlerle kalkınmak ve uygarlaşmak! zâlimliktir-şerefsizliktir. Batı’nın izlediği bu süreci izleyenler, en sonunda bir-gün gelir aynı onlar gibi Dünyâ’yı sömürmeye, insanları öldürmeye, aç-susuz bırakmaya, soymaya ve her çeşit zulmü yapmaya başlarlar. Çünkü bunu yapacak düşünce ve tasavvur, “aydınlama süreci”nde elde edilmiştir. Aydınlama-düşünme-bilgilenme süreçleri, onları mâlûm eylemlere götürmüştür. İşte bu nedenle müslümanların kendine-özgü okuma/idrâk-etme/bilinçlenme/eyleme-dökme/devlet-medeniyet sürecini, Peygamber örnekliği yâni sünnet üzerinden tekrarlamaları gerekir. Çünkü Kur’ân’ı bir kenara bırakmadan (mehcûr), batı’nın kalkındığı gibi kalkınamazsınız. Kur’ân ile berâber olacak medenileşme süreci ve dolayısıyla her türlü zulümden kurtulmanın çâresi, İslâm’ın kendine-özgü medeniyet sürecini izlemesiyle mümkündür. Başka çâresi yoktur.   

Fakat “vehn” hastalığının (Vehn=Dünyâ’ya aşırı bir şekilde bağlanıp onu sevmenin ve ölümden ise aşırı bir şekilde korkarak ondan kaçmanın ve hattâ ondan kurtulmak istemenin) da nedeniyle, tembellik/korkaklık/amaçsızlık-hedefsizlik/bilinçsizlik ve de fakirlik/hastalık gibi çâresizlik durumlarından dolayı bir-türlü bu süreci başlatma ve bu yolda yürüme yoluna girilemiyor. Unutulmamalı ki İslâm’ın özü bu söylediğimiz negatif durumlara aykırıdır. Çünkü Müslüman-mü’min, gayba îman eden kişidir ve Dünyâ’yı helâlinden faydalanılan fakat geçici bir imtihan yeri; âhireti ise sonsuz ebedî mekân olarak kabûl eder ve görür. Bu nedenle de başta ölüm olmak üzere her sıkıntıya katlanması gerektiğinin bilincinde olarak ana-hedef için malıyla ve hattâ canıyla mücâhede (aşırı gayret) eder.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı mü’min kişi ve toplum, Kur’ân ile birlikte, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreçlerini izleyerek, her türlü mazlûmiyete son verme ve Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak (Enfâl 39) için var gücüyle çalışır. Yâni bilgi-bilincin kaynağı olan Kur’ân’ı bu niyetle okur, eylemin kaynağı olan sünnete de bu niyetle uyar.

Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

“Bir fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. Eğer vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır” (Bakara 193).

Fakat modern müslümanlar (tabî ki genellemiyoruz), Kur’ân’ı sâdece inceleme ve araştırmanın bir konusu olarak kabûl ediyor ve zinhar eyleme dönmeyecek çalışmalar yapıyorlar. Oturdukları yerde “donuk” olarak yaptıkları ve sonuçta hiç-bir yaraya merhem olmayan çalışmalarını, Kur’ân-sünnet merkezli çalışmalardan üstün tutuyorlar. Eylemden-amelden üstün tutuyorlar. Laik-seküler-neo-liberâl-demokratik-kapitâlist-modernist-konformist zulüm-sistemlerinin çeşitli yollarla (târikat-cemaat-parti-ajan) alttan-alta yerleştirdiği düşünme yöntemlerini doğru ve iyi görüyor ve çalışmalarını bu tarzda yapıyorlar. Batı-merkezli bu düşünme-bilgilenme yöntemlerinde, bilgi konusunda her-şeye, hattâ salt bilgilenme için yapılan her türlü çalışma şekillerine bile seslerini çıkarmayanlar, iş eyleme gelince en ufak bir hareketten kıl kapıyorlar ve buna engel olmak için öldürmek dâhil her yola baş-vuruyorlar. Zâten “batı”nın müslümanlarla çatışmasının-savaşmasının ve onlara zulmetmesinin ana-nedeni budur. Onları kendi sistemlerine, “yol”larına çeşitli şekillerde şiddetsiz ve çatışmasız olarak sokamadıklarından, nihâyetinde onlarla savaşmaya başlıyorlar. Çünkü bu müslümanlar, dîni onların istedikleri gibi anlamaya ve yaşamaya yanaşmıyorlar. Onların istedikleri gibi yiyip-içip-giyip tüketmiyorlar, onların istedikleri gibi düşünmüyorlar ve faaliyetlerde bulunmuyorlar. Onların istedikleri ideolojileri, benimsemedikleri için kabûl etmiyorlar.

Laik-seküler-kapitâlist-demokratik-konformist-modernist-ılımlı sözde müslüman ülkeler ise, batı’nın bu düşünme ve etme-eyleme yöntemini benimsiyorlar ve ona göre hareket ediyorlar. İslâm’ı-Kur’ân’ı umursamayanların, Dünyâ’dan, daha iyi ve sıkıntısız bir şekilde faydalanmak istemeleri nedeniyle bu sistemi kabûl etmelerini anlayabiliyoruz. Fakat müslümanların da bu duruma bire-bir uymaları hem üzücü, hem hayâl kırıklığına uğratıcı, hem de karamsarlığa düşürücü bir etki yapıyor. Zâten batı’nın amaçlarından biri de budur: Yıldırmak.

İşte müslümanlar bu uğurda Kur’ân ile, eyleme dönük olarak değil, araştırma-incelemeye dönük olarak ilgileniyorlar ve tam da batı’nın-tağutların ve en nihâyetinde de Şeytan’ın istediği yorumlar-tefsirler-meâller yapıyorlar ve insanların Kur’ân gibi, Peygamber gibi ve hattâ Allah gibi bir eleştiri, îtirâz ve isyan mercîlerinden ve örnekliklerinden uzak kalmalarına sebep oluyorlar. Evet, başta peygamberimiz olmak üzere, Kur’ân isyankârdır ve Allah isyankârdır (kâim/kayyum). Peygamberimiz, dönemin Mekke’sindeki en huzursuz insandır. Bu nedenle de isyankârdır. Ahlâkın sonucu (el emin) olan bir isyandır bu. Kur’ân baştan-sona bir eleştiri, îtirâz ve isyân kitabıdır. Varlık isyânkârdır: Denizler isyân eder: kabarır-dalgalanır-hırçınlaşır ve isyânını bu şekilde gösterirken; dağlar isyân eder: püskürerek-sarsılarak ya da sessiz haykırışlarla, ya da bir isyankârın feryâdını-çığlığını yankılayarak isyâna katılır. Böylelikle temizlenir denizler ve dağlar.

Ali Osman Gündoğan:

“Aslında insanın, insan olmak için gerçekleştirdiği eylemlerinde isyân, onun insan olmasının da başlangıcını temsil eder. Bu bakımdan isyân, bir bilinç hâlidir ve bilinçlilik de sorumluluktan ayrılmaz. Bunun tam adı da sorumluluk bilincidir ve bu sorumluluk bilinci de bizi eyleme dâvet eder. Sâdece hareket etmekle hür olabiliriz.

Eylem, sorumluluktan kaynaklanan ve özgürlüğü açığa çıkaran bir hakîkat alanı olarak ahlâklılığın koşulunu oluşturur. Bu açıdan ahlâk, irâdenin kendi imkânlarını denediği bir eylem-sahası olarak görülmektedir. İrâde, imkânlarını denediği eylemiyle iyiyi gerçekleştirmek ister. Çünkü ahlâk, ideâl olarak düşünülmüş iyiyi gerçekleştirmeyi gerektirir. İsyân da, irâdenin iyiyi gerçekleştirmek uğruna kendini köleleştiren ve karşısına engeller koyan kuvvetlere karşı giriştiği bir mücâdeledir. Bu mücâdele, tabiat determinizmini ve toplumsal determinizmi aşmak sûretiyle daha üst bir düzeni kendi fiillerinde gerçekleştirme çabasıdır. Çünkü ahlâk, tabiat determinizminin dışında, toplumsal itaatkârlığı aşan bir kendini arama ve bulma ve bu arama ve bulmayla ideâl olan bir düzeni benimsemedir. Bu benimsemeyi, her-türlü esârete karşı çıkışla gerçekleştiren irâdenin isyânı ve bu isyânı da bir ahlâkın koşulu olarak düşünebiliriz” der.

İsyan bir çeşit temizliktir. Allah hem peygamberimiz zamânındaki mevcut zaman ve coğrafyaya, hem de tüm zamanlardaki ve mekânlardaki zâlim Dünyâ’ya isyân eder. Bunu da Peygamber ve vahiy göndererek îlân eder. Kur’ân her dâim tamamlanmış bir hâlde elimizde olduğu için biz de bu tutumda olmalıyız.  

Zâten bu yazımız da, müslümanların yanlış çalışma şekillerine bir isyândır. Bu yanlış çalışma şekillerine ve bu bağlamda bir âyetin yanlış çevrilmesine bir îtirâz olarak yazdık bu yazıyı. Bu âyet Tevbe Sûresi 122. âyettir..  

“Ve mâ kânel mu’minûne li yenfirû kâffeh(kâffeten), fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûn(yahzerûne)” (Tevbe 122).

Âyetin doğru çevirileri:

“Mü'minlerin top-yekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabîleden bir grup, dînin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır”. (Seyyid Kutup).

“İnsanların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdi. Ama her kabîleden bir cemâatin dîni iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldiklerinde, sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?”. (Süleyman Ateş).

Ayetin yanlış çevirileri.

“İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkan topluluk geri döndüğünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için arkada kalmaları gerekmez mi?”. (Yaşar Nûri Öztürk).

“Bütün bunlarla birlikte, (savaş zamânı) mü’minlerin hepsinin toptan yola çıkması doğru olmaz; onların arasında her gruptan bâzılarının seferden geri kalmaları, (bunun yerine) din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek yolunda çaba göstermeleri ve (böylece) seferden dönen kardeşlerini aydınlatmaya çalışmaları daha yerinde olacaktır; böylece belki, onlar (da) kötülüğe karşı kendilerini (daha iyi) korumuş olacaklardır”. (Muhammed Esed).

Evet; âyetin demek istediği şudur: “Mü’minlerin (nefer olarak) sefere/savaşa/yola ya da Medîne’ye hep birlikte gitmelerine gerek yoktur. Buna gerek yok. Her kabîleden bir grubun katılması yeter. İşte bu kişiler bu sefere çıkarak, bu sefer/savaş/yolculuk sırasında karşılaşacakları ve mücâdele edecekleri her-şey üzerinde, yâni eylemde oldukları bir hâlde, bu süreçte vahiy-merkezli düşünmeler ve eylemler yapsınlar. Bu süreç içerisinde vahiy-merkezli bir duyguyla, karşılaştıkları her-şeyle bilgilerini birleştirerek bir bilince ulaşsınlar. Sefer/savaş/yolculuk dönüşünde de, onlara katılmayarak yerleşim yerlerinde kalan insanlarla-kardeşleriyle, kazandıkları bilinci paylaşsınlar. Böylece sefere çıkmayanlar da bilinçten bir pay alarak artık vahyi bu bilinç ile okusunlar ve ona göre hareket etsinler ki uyarılmış olsunlar ve takvâlı davransınlar. Böylece sorumluluğunu bilen takvâlı bir toplum oluşsun”.

Yâni âyet şunu söylemiyor: “Hep birlikte sefere çıkmayın. Sâdece bir kısmınız çıksın, geride kalanlar da Kur’ân üzerinde inceleme-araştırma çalışmaları yapsınlar, böylelikle vahyi didiklesinler, onu iyice bellesinler de, sonra sefere çıkan kardeşleri döndüğünde onlara: “Bak bu âyet burada şu şekilde geçiyor, şuradaysa başka bir şekilde geçiyor. Şu kelime şurada şu şekilde geçtiği için, bu kelime şu şu demektir” gibi söylemlerde bulunsunlar, onlara Kur’ân’ın siyak-sibak-edat-zamir-fiil vs. gibi gramerlerini anlatsınlar, Kur’ân’ın kelimelerini câhiliye dönemindeki şiirlerden buldukları kelimelerle karşılaştırıp, Kur’ân’daki kelimelerin gerçek anlamının şu şu olduğunu göstersinler, “bak biz bir ders grubu kurduk, Kur’ân’ı inceleyip araştırıyoruz, hadi gel sen de bize katıl da sen de Kur’ân’ı didiklemeyi öğren” desinler”.

Kur’ân yâni Allah bunu demiyor onlara. Demez de zâten. Çünkü oturan kişi hareket hâlinde olan kişiden daha iyi idrâk edemez Kur’ân’ı. Zîrâ Kur’ân bir bilinç kitabı olduğundan başka, tamâmıyla bir eylem-hareket-amel kitabıdır. Belli bir bilme sürecinden sonra eyleme-harekete-amele geçemeyenler, yâni Kur’ân’ı yaşamayanlar, yâni oturanlar, oturdukları yerden ahkâm kesmek isteyenler, vahyi doğru olarak anlayamazlar ve hiç bitmeyecek araştırma-inceleme ve çoğu zaman da saçmalama sürecinden kurtulamazlar. Kur’ân bir uzak-doğu ahlâk felsefesi değildir. Bir edip-eyleme kitabıdır. “Nasıl yapılacak” sorusuna yanıt veren bir kitaptır daha çok, “nasıl anlaşılacak” sorusuna değil. Hiç kimsenin oturduğu yerden keseceği ahkâm doğru ver tutarlı olmayacaktır. Hareket ve eylem-amel hâlinde olanların anlayacağı-idrâk edeceği bir bilinci-hedefi-rûhu vardır Kur’ân’ın. Bu nedenle sefere çıkarak eyleme geçenlere, oturanların bir şey öğretmeleri söz-konusu olamaz. Böyle bir şey, kıçlarının üzerine oturup da vahyi didiklemekten başka bir-şey yapmayanların ne hadlerine!. Onlar nerden bilecek ki?. Sefere çıkanların bilmeyeceği ne söyleyecekler?. Onlar kadar mı bilecekler?. “Hem, oturanlar”ın söyleyecekleri gereksiz şeyleri bilmeseler ne olur?. Allah ve Kur’ân bizden böyle bir şey mi bekliyor?. Zâten Kur’ân çok açık ve anlaşılır, bilinebilir bir kitaptır. Zîrâ Kur’ân, hayatlarında bir kitap bile görmeyen, okuma-yazma bilmeyen bir topluma inmiştir. Peygamberimiz onlara vahyi okuduğunda, sahabeler onun murâdını hemen anlamışlardı. Çok istisnâ olarak bâzı şeyleri sormuşlar ve Peygamberin çok uzun olmayan anlatımlarıyla bunu da hemen idrâk edebilmişlerdir. İşin asıl “yapma”da, eylemde, amelde olduğunu, yâni Kur’ân’ı anlamanın-idrâk etmenin, asıl hareket hâlindeyken daha etkili olduğunu görmüşlerdir. Kur’ân’ı asıl onlar bilir, oturanlar değil. Asıl, sefer/savaş/eylem/hareket/amel hâlinde olanların ecirleri yüksektir:

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

Şu âyet de açıkça, bilmenin zihin ile değil kâlp ile olduğunu ve ancak hareket hâlinde iken kâlbin bu bilmeyi gerçekleştirebileceğini söyler:

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hacc 46).

İnsan bildiği ile amel edince bilmediğini de öğrenir. İnsan oturup durduğu yerde dikey bir ilerleme sağlayamaz, yatay seyirler izleyebilir sâdece. Peygamberimiz: “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir” der (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14).  

“Eğer gerçekten biz, onlara: “Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu. Biz de onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir verirdik. Ve onları mutlakâ dosdoğru yola yöneltip-iletirdik” (Nisâ, 66-68).

“Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir” (Muhammed 17).

İşte bu nedenle de Allah; “siz bir toplumsunuz ve yerleşim-yerlerinde kadın ve çocuklar var, hem de yapılacak başka bir sürü işler ve görevler var. Bu nedenle topluca sefere çıkmayın. Her köyden-kentten, her yerleşim-yerinden bir grup gitsin, diğer işler de böylelikle aksamasın. Daha sonra o gidenler, eylem hâlinde oldukları için doğal ve normâl olarak hayat (evren) kitabını ve dolayısıyla vahiy kitabını (Kur’ân) çok daha iyi  kavradıkları ve vahiy-merkezli bir bilinç oluşturdukları için, döndüklerinde bilgilerini-bilinçlerini sizinle paylaşsınlar ki siz de bu bilgiye-bilince erin. Çünkü bu bilince oturulan yerde yâni masa-başında erilemez. Bilinç en iyi şekilde; sefer/savaş/yolculuk/tanışma/görme/mücâdele etme vs. ile hareket-eylem-amel hâlindeyken olur. Hattâ en iyi şekilde ancak açık bir meydan-savaşı hâlindeyken erilir o bilince:

“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzab 22).

Evet ey müslüman/mü’min kardeşlerim!. Bilgiden bilince geçmenin zamânı daha gelmedi mi?. “Evet geldi” diyorsanız şunu iyi bilin ki, belli bir bilgilenme sürecinden sonra bu bilince, samîmi eylem ve çalışmalardan ve mücâhededen (çok gayretli çalışma) sonra ulaşabilirsiniz. Bundan sonrası ise Allah’ın dilemesi (uygun bulması) ile bir devlete-medeniyete dönüşecek ve yer-yüzünde din-söz-hak-hukuk- sâdece Allah’ın olacak ve böylelikle tüm mazlûmiyetler/perişanlıklar/çirkeflikler son bulacaktır. İşte böyle bir süreç; ancak hareket-eylem-amel hâlindeyken olur. Ancak böyle bir tarz-tavır-yöntem ile o bilince erilebilir-erişilebilir. Sünnet olan budur çünkü. Oturduğunuz yerden hayatta karşılığı olmayan yanlış ve tutarsız çıkarımlar yaparak Kur’ân’a zulmetmeyi bırakın da; sünnet-süreci olan bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine bir katkı yapın. Böylelikle mü’min olduğunuzu ispât edin..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Not: Amacımız, âyetin yanlış çevirisini yapanlara örnek verdiğimiz kişileri düşman göstermek değildir. Biz de bu kişilerin hem meâl-tefsirlerini, hem de diğer eserlerini tâkip ediyoruz ve onlardan (Allah râzı olsun) yararlanıyoruz. Eleştirimiz, bu ve bâzı âyetler için yapılan yanlış çevirilere ve yanlış düşünceleredir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2015












  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder