Önsöz
Bilim, modern zamanlarda insanları en
fazla büyüleyen etkenlerin başında gelir. İnsanların çoğu aslında bilimsel
teorileri ve önermeleri anlamazlar fakat bilimin ürünleri olan teknolojiler
insanların ellerinde âdeta oyuncak olmaya başlayalı şu sözler çok fazla
söylenir ve manşet yapılır hâle geldi: “Bilim çok gelişti”; bilim-teknoloji çok
ilerledi”; “bilim-adamları süper insanlar”; “artık her şey biliniyor” vs. Bilim
için yapılan aşırı övgüler, medyadan yapılan aşırı şişirilmiş haberler,
teknolojik âletler-reklamlar gibi nedenlerle insanlar âdeta büyülenmiş gibi
(aslında gibisi fazladır) bilimi dinleştirmiş durumda. “Uzman” tâbir edilen
kişiler karşısındaki acziyetleri, insanların genelinin bu kişileri
rableştirdiklerini gösterir. Öyle ki, artık bilim-adamları ya da uzmanlar ne
derlerse sorgusuz-suâlsiz kabûl etme alışkanlığı oluştu. (Bu durum onları
Rabler edinmek demektir). Çok ilginç ki neredeyse hiç-bir şüphelenme ve îtirâz
olmuyor.
Ölümden sonraki hayâtı (âhiret) hesâba
katmayan ve umursamayanların bu tavırları anlaşılabilir. Çünkü onlar ölümden
sonra her-şeyin bittiğini düşündükleri için, Dünyâ’yı en rahat ve en yüksek
konforda yaşamak istediklerinden, başka da güvenecek bir mercîleri
olmadığından, bilim-adamları ve uzmanların söylediklerini sorgusuz-suâlsiz
kabûl ediyorlar ve onların dediklerini harfiyyen yerine getiriyorlar. Fakat
müslümanlara ne oluyor ki, bu bahsettiğimiz kişilerden farklı bir sorgulama ve
davranış içinde değiller. Müslümanların içinde bu işlerle uğraşanlardan
her-hangi bir teoriye karşı nerdeyse hiç-bir eleştiri gelmiyor ve tam aksine,
batı-merkezli modern bilimin verilerini harfiyyen tekrarlamaktan başka bir şey
yapmayarak, Kur’ân’ın da bu teorileri desteklediklerini söylüyorlar ve bu
uğurda aşırı zorlama vahiy yorumlamalarıyla yanlış ve hattâ sapık olan bu
teorileri güyâ sağlamlaştırıyorlar ve üstlerine tüy dikiyorlar. Hâlbuki Kur’ân,
bir yönüyle de sorgulamayı, eleştirmeyi ve mevcut üzerinde derin-derin
düşünmeyi tavsiye ve emreden bir kitaptır.
Batı-merkezli olan bu modern bilimde,
uzmanların önermelerinin dayanağı yine kendileridir. Önermeyi yapanlar “uzman
ya da bilim-adamı oldukları için” o önermelerin doğru olduğu ön-kabûlü var.
(Çünkü bu kişiler “yanılmaz” kişiler olarak görülüyor). Yaptıkları gözlemler
bile kendi önermeleri ve kendilerinin oluşturdukları matematik hesaplarına göre
yapılıyor. Hâlbuki Kur’ân’a/İslâm’a göre gözlemler/araştırmalar, Mutlak Varlık
ve mutlak doğru adına yapılır ve en doğruya ulaşmak amaçlanır. Bunun için de
vahiy-merkezli araştırmalar yapılarak derin düşünceler üretilmeli ve en doğruya
ulaşmaya çalışılmalıdır.
İşte biz de bu yolda ilerlerken, yâni
vahiy-merkezli bilim okumaları ve anlamaları yaparken, zamanla bâzı sorunlar ve
çelişkiler görmeye başladık ve ilerleyen zamanlarda modern bilimin verilerinden
şüphe etmeye başladık. Bu durum bizi bu işe daha da derinden bakmamıza neden
oldu ve en sonunda gördük ki, batı-merkezli modern bilimin
verileri-önermeleri-teorileri, -içinde bâzı doğrular taşısa da-, hiç de söylendiği
gibi doğrulara ulaşmış değil, yanlış düşünme tarzından dolayı yanlış sonuçlara
varılmış önermeler-teorilerdir. Şüphe ile başlayan süreçte zamanla modern
teorilerin yanlış olduğunu, kâinatın o kadar karmaşık teorilerle anlatılmasına
gerek olmadığını, bilimsel bilgiye âşinâ ve vahiy-merkezli olmak kaydıyla basit
bir bakışın ve derin bir düşünüşün farklı sonuçlar verdiğini ve bu sonuçların
modern bilimin verilerine göre akla-mantığa ve sağduyuya daha uygun olduğunu
gördük. Bunun sonucunda özellikle, muşhûr olmuş bâzı teorilerin yanlışlığını ve
Allâh-u âlem doğru olduğuna inandığımız farklı açıklamalarını yapmaya
çalışacağız. En doğrusunu sâdece Allah bilir..
Hârûn Görmüş
MEŞHÛR TEORİLERİN YIKILIŞI
1-Matematiğin Yanılmazlığı
Bülent Akyürek:
“Îman, matematik hesaplarından önceki duraktır” der.
Mahcub Taha:
“Kuantum mekaniğinin temel prensipleri, bir kimsenin,
sistemin durumunu belirlemesi için ya konum değişkenini ya da hız değişkenini
kullanmasını, ikisini birden kullanmamasını gerektirmektedir. İki değişkenin
bir-arada olması, tıpkı konum ve hız gibi, sistemin ölçülememesine ve
ölçümlerin uyumsuz olmasına neden olur” der.
“İndirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir
şey yoktur kâinâtta. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom sınırıdır-
aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun temel
parçacığı olan elektron bile belirsizlik ilkesi nedeniyle gözlemlenemez. Bu
yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası”
deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye
ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten
araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Artık incelediğiniz şey “o”
değildir çünkü. Varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz ya da daha
doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.
Mehmet Keçeci:
“Biz fizikçiler, evreni sürekli matematik formüllerle
açıklamaya çalışan kişileriz” der.
Hâki Demir:
“Matematik “aklî ilimler”dendir ve özü îtibâriyle “fikir”dir.
Fizik ise pozitif bilimlerdendir ve özü îtibâriyle ilimdir. Bir mesele, ancak
matematikle îzah edilebiliyorsa fikirden bahsediyoruz, fizik ile îzah
edilebiliyorsa, bilimde bu durum, farklı bir matematik sistemin kurulmasının
mümkün olduğunu fakat farklı bir fizik-biliminin kurulmasının mümkün olmadığını
gösterir. Çünkü fizik-bilimi, az veya çok, varlığa bağlıdır ve varlığı tâkip
eder. Kozmosun her-hangi bir koordinatında yer-çekimi kânununun aksinin de
mümkün olduğu ispatlansa bile, yer-çekimi kânunu varlığını devâm ettirir, zîrâ
kâinâtın bir-çok noktasında bu kânun test edilebilir. Matematik evren ise
tasavvurdan ibârettir ve farklı tasavvurlar mümkündür.
Fizik-bilimi, yirminci asır boyunca matematiği kullanma
yoğunluğunu artırmıştır. Yirminci asrın sonlarına doğru matematiğin kullanılma
yoğunluğu, teorilerin oluşturulmasında yarı-nispetine ulaşmış ve geçmeye
başlamıştır. Bunun temel sebebi, fizik-biliminin, fizik evrendeki
ilerlemesini, mevcut fizik kâideleriyle yürütemeyecek noktaya varmış olmasıdır.
Gerçekten de fizik-bilimi, pozitif bilim kavrayışıyla ulaşabileceği ufka
yaklaşmıştır. Ufkun müntehâsına varmamıştır ama yaklaşmıştır. Yer-yer fizik
evren ile meta-fizik evren arasındaki sınır zorlanmaya başlanmıştır. Meta-fizik
evren sınırına yaklaştıkça, fizik-biliminin verileri, kâideleri, nazariyeleri
têsirini kaybetmeye, ilerlemeye yardımcı olmak yerine mâni olmaya, attığı her
adımda kendi-kendisiyle çelişmeye ve çatışmaya başlar. Her-şeye rağmen ilerleme
çabasının netîce vermesi, ancak matematik ile mümkün hâle gelir. Bir müddettir
böyle devâm ediyor ve her gelişmeyle birlikte matematik yoğunluk artıyor” der.
Matematiksel sonuçlarla
ilgili olarak bir yayında şöyle denir:
“Atom dâhil, atoma kadar “fizik âleme” insan bilgisi büyük
ölçüde ulaşabilmiş. Ve bu âleme hükmedebiliyor. Laboratuvarda inceleyebiliyor.
Şekil verebiliyor. Sebep ve sonuçlarını bilimsel kurallara bağlayabiliyor. Ama
meta-fizik âleme ise insan henüz ilk-adımı atmış durumda. İşte bu âleme insan
bilgisi ve beyni hükmedemiyor. Bu âlemin olguları ve sonuçları büyük ölçüde “belirsizlik”
sınırları içinde. Bir sistematiği yok. Örnek olarak insan düşüncesini oluşturan
enerji parçacıkları olan fotonlar aynı-anda binlerce kilometre ötede ve yine
aynı-anda her yerde etkili olabiliyor”.
Bilim-adamları, “o aşamada neden öyle
oldu?” sorusuna: “e öylesi daha uygundu da o yüzden” diye cevap verirler. Her
aşamada sonuca bilimsel bir kılıf bulurlar böylece. Tabi bunlar yine
masa-başında “matematik” önermeler ve sonuçlardır. Yoksa, o olduğu varsayılan şey
hiç-bir zaman gözlenemez. Çünkü deney-dışıdır. Meselâ karanlık madde mecbûren
matematiğin bir sonucudur.
Atom gerçekten de matematik olarak
bölünebilir fakat fizîki olarak bölünemez. Bölünse bile bir-şey görülemez,
bilinemez, açıklanamaz.
Doğadaki tüm kuvvetler matematiksel
isimlendirmelerdir. Gördükleri bir şey yoktur, çünkü kuvvetler maddî değildir.
Bir makâlede şöyle denir:
“Bilimde, özellikle de mikro-fizikte nötrino, kuark vb.
parçacıklar “varlık” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu parçacıkların varlığı
günlük yaşamda algıladığımız (söz-gelimi toprak, petrol, masa gibi) nesnelerin
varlığından farklıdır. Mikro-fizik dalında çalışan bilim-insanları bu
parçacıkların varlığını kanıtlayamasalar da araştırmalarını sürdürebilmek için
kuramsal (matematiksel) olarak kabûl etmektedirler.
Bilim-adamları, evrenin oluşturdukları matematikle
bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar ama, teorileri mi matematiğe uyuyor, yoksa,
matematiği mi teorilerine uyduruyorlar diye düşününce bâzı şüpheler ortaya
çıkıyor. Aşağıdaki paragrafları okuyunca bu şüphelerin yersiz olmadığı daha iyi
anlaşılıyor:
Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte
doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert
Dingle şöyle açıklar...
“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da
söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden
ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında
kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun
fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca,
matematikte soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir
karşılığının olmasını gerektirmez.’’
Enis Doko:
“Matematik ilk bakışta anlaşmazlıklara yer olmayan bir
disiplin gibi gözükse de, aslında matematikte bir-çok çözülmesi çok zor ikilem
mevcuttur” der.
Matematik kişinin özgün bir yorum
yapmasına izin vermiyor. “Zâten yapılmış olan” yorumları tekrâr ederek ve
işleme tâbi tutarak kabûl edilmesini ön-görüyor. Bu yüzden matematik totaliter
ve dayatmacı bir yöntemdir. Netîcede matematik, atom-altı denilen parçacıklar
üzerinde açıklamalar yapıyor ve bu soyut varlıklar üzerinde de çalışıyor. “Gerçek
olmayan” varlıklar üzerinde çalışıyor. Bu yüzden de matematiğin net gerçeklik için
olduğunu söyleyemeyiz.
Ziyaüddin Serdar:
“Tabiatın yasaları gözlere silinmez mürekkeple
yazılmış matematik formülleri değildir” der.
Rakamlar yalan söylemez ama rakamlara
yalan söylettirilebilir.
“Batı”nın insanlık, ahlâk, tevâzu gibi
insana has değerler içeren bir cümlelik bile söyleyecek sözü olmadığı için,
sürekli bilim ile uğraşmakta, ilâhlaştırdığı matematiği öne çıkarmaktadır.
Çünkü matematikte meta-fizik, duygusal, insancıl şeyler yoktur. Ruhsuzdur
matematik.
Kâinâtın bu görünümde olması aslında “matematik
olarak” imkânsızdır. Matematik, kendi uydurduğu formülleri kullanarak evrene
bir hayat-öyküsü yazıyor. Matematik çok ruhsuz bir sistemdir. Çok fazla
teoriktir. Fakat pratikte sonuç çoğu-kez matematiğin verdiği sonuçlarla
uyuşmaz. (Bilim-adamları sâdece uyanları gündeme getirirler). Her-yanı “Ruh”
içeren kâinât, bu ruhsuz matematikle ispatlanamaz. Meselâ matematiğe göre; 1,
2, 3, 4, 5, 6, 7 rakamlarıyla; 8, 12, 15, 24, 28, 36, 45 rakamları arasında,
1’den 50’ye kadar rakamların bulunduğu bir torbadan çekiliş yapıldığında, iki
gruptaki rakamların çıkma olasılığı da aynıdır. İki grup da yedi rakamdan
oluştuğu için, çıkma olasılıklarının aynı olduğu söylenir. Bu söyledikleri bir
yanılsamadır. Çünkü ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı
özelliği vardır. İlk gruptaki rakamlar çok fazla komplekstir. Hem ilk rakam
olan 1’den başlayarak sıralı şekilde 7 rakamına kadar sıralanmışlardır; hem de
bu rakamlar düzenli bir sıra oluşturur. İkinci gruptaki rakamlar belli bir
denemeden sonra çıkabilir, fakat ilk gruptaki rakamların olduğu şekliyle
çıkması, sonsuza kadar deneme yapılsa bile imkânsızdır. İkinci gruptaki
rakamlar basittir ve çok fazla bir özelliği yoktur; ilk gruptaki rakamlar ise
süper-kompleks özelliktedir. İşte kâinât da ilk gruptaki rakamlar gibi
süper-kompleks bir yapıdır. Bu yüzden de doğru hesap yapılamaz kâinât hakkında.
İşte bu yüzden matematik çok-basit hesaplar yaparak evreni açıklamaya
çalışmakla yanlış yapıyor. Çünkü kâinât süper-kompleks bir yapıdır.
Yine ruhsuz matematik; 1 ile 50 sayıları
arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41” rakamlarını 1 ile
50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak gösteriyor. Hâlbuki ilk
gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar
1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan rakamlardır ve bu ikinci gruptaki
rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu kapalı bir torbadan 6 rakam
çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde 8,14,21,28,34,41 rakamlarının
çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda mutlaka çıkar. Fakat ilk gruptaki
rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlki; bu
rakamların arada boşluk olmayacak şekilde arka-arkaya gelmesiyken; ikincisi; bu
rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak arka-arkaya gelmesidir. İşte bu
yüzden ilk gruptaki bu rakamların kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla
teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması imkânsızdır. Bu rakamlar sonsuz zamanlar
ve sonsuz denemeler olsa bile 1,2,3,4,5,6 şeklinde sıralı olarak çıkmaz. Ama
ruhsuz/klâsik matematik, iki gruptaki rakamların da çıkma olasılığını aynı
görür. Çünkü ilk gruptaki rakamların
düzenini/farklılığını/özelliğini/kompleksliğini/mükemmelliğini vs. göremez ve
anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açıları/felsefesi olmadığı/oluşmadığı için bunu
fark edemez.
Matematiğin her zaman doğru olduğu ne
mâlûm? Matematik de pek-âlâ kurgulanabilir. Birinin bir matematik formülü
bulması ve onunla evrenin yaşını hesaplamasının doğru olduğunun delîli nedir?
Formülün doğru olduğunun delîli nedir? Evrende/Dünyâ’da karşılığı var mı? Bir
fikrin/formülün sâdece vâr olması onun kesin doğru olduğunu göstermez. İşte bu
sorun yüzünden hep “olasılıklardan” bahsediliyor. Hep “%”lerden bahsediliyor.
Aslında ortada kesin bir şey yok..
Caner Taslaman bu konuda şöyle der:
“Matematik olan-bitenin (evrendeki gerçeğin) matematiği
olduğu müddetçe hiç-bir paradoksu olamaz”. Eğer matematiğin ontolojik
statüsünde (matematiksel kavramların kurgusal mı, gerçek mi olduğunda) hatâ
yapılmazsa, paradokslar oluşmayacaktır. Nitekim bilimlerin ilerlemesinde
matematiğin doğru uygulamalarının tartışılmaz bir yeri vardır. Kurgusal olarak
tasarlanıp evrendeki gerçekliğe uymayan matematiğin ise bu ilerlemede hiç-bir
katkısı olmamıştır. Bu matematik ancak bir oyalanma, bir fikir jimnastiği ve
bir paradoks üretme kaynağı olmuştur”.
Kâinât sâdece matematiğin târif
ettiği/edebildiği kadar mıdır? Caner Taslaman:
“Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar, matematiksel
betimlemenin avantajına sâhip olsalar da, doğa yasalarının varlığı daha da
önemli bir boyuta işâret etmektedir. Kurgusal olup, gerçeklikte karşılığı
olmayan matematiğin, fizik ile bir alâkası yoktur” der.
Kartezyen
Felsefe’ye göre şekillenmiş modern-bilimde tek kesin bilgi, matematik ve fizikten
çıkarılan ilke ve kavramlardan oluşur.
Bu-günkü matematik ruhsuzdur. O yüzden
matematiğe kilitlenmiş insanlar evrendeki her-şeye ruhsuz bir gözle bakıyor ve
ruhsuz yorumlar yapıyorlar. Çünkü matematik bakış-açısı her-şeye matematiksel
bir gözle baktığı ve yorumladığı için varlığa bir ruh yüklemiyor. Bu yüzden
her-şeyi standartlaştırıyor. Matematikten anladıkları hâlde matematiğin
felsefesi olan meta-matiği anlamıyorlar. Bu, her-şeyin standartlaşmasına yol
açıyor ve bu da anlamdan yoksun bir dünyâ-algısı meydana çıkarıyor.
Atasoy Müftüoğlu:
“Hakîkati, matematiksel bir yaklaşımın/algının sınırları
içerisine sıkıştıran bir Dünyâ’da insanî/ahlâkî bir gelecek olamaz” der.
Caner Taslaman “Big-Bang ve Tanrı” adlı
kitabında Cavalleri’den bir alıntı yapar:
“Cavalleri’nin dediği gibi: “Gözlemlere dayanan her değer
gerçek bir sayı ile ifâde edilmelidir, yoksa o hayâli bilimin veya
bilim-kurgunun konusudur.”
Tabî ki de biz küçük-çaplı kâinâtta yâni
Dünyâ’da ve belki Güneş sistemi içerisinde matematiği kullanabiliriz ve de
kullanmalıyız. Fakat matematik kâinât ölçeğinde tam mânâsıyla işleyemez. O
yüzden Cavalleri, böyle söylemekle rakamları/sayıları gerçeğin üstüne çıkartmış
oldu. Gerçekler nesne, sayılar özne oldu. Bu büyük bir sorun. Matematiğin
ilâhlaştırılmasını şimdilerde laik-seküler-kapitâlist Dünyâ, insanları sömürmek
için kullanıyor.
Matematik, matematik, matematik… “Şöyle
şöyleyse şöyle olması lazım” derler. Yâni “yengemin … olursa amcam olur” der gibi.
Hz. Ali ne kadar da haklı: “İlim bir noktaydı, câhiller onu çoğalttı”.
Bu evrendeki her-şey illede
hesaplanabilir olmak zorunda mıdır? Penrose, matematikteki “polyonimo kümeleri”ni
örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin
hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist
bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir.
Roger Penrose; Matematiksel anlayışın
kendisinin bile matematiksel olarak ifâde edilmesine olanak olmadığını
söylemektedir. Ona göre “anlayış” hesaplamadan farklı bir şeydir. Penrose, matematiksel
anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup-bitenlerin “farkına varmaya” bağlı
olduğunu söyler.
Caner Taslaman:
“Evrende her-hangi bir gerçekliği daha iyi anlamamıza
yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla kesilmelidir. Çünkü
matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri anlamamıza katkısı olduğu
ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir kurgunun ötesine geçemez” der.
2- Evrim Teorisi
“Yoksa
onlar, hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?”
(Tûr 35).
Evrim teoisi aslında Lamarck teorisinin genişletilmiş bir şeklidir. Bir
yazıda bu durum şu şekilde anlatılır:
“Biyolojide, türlerin değişebileceği görüşünü
ilk ortaya atanlar Fransız Buffon (Bufon: 1707-1788) ve Lamarck (Lamark: 1744-1829)’tır. Bu
iki bilim-adamı, çevre etkisiyle canlılarda meydana gelen değişmelerin daha
sonraki nesillere geçebileceğine inanmışlardı. Lamarck ve Buffon’a göre, bitki ve hayvan türleri, çevre
şartlarının etkisiyle değişebilmektedirler.
Lamarck, evrim hakkındaki görüşünü 1809 yılında
yayımladığı “Zoolojinin Felsefesi” adlı eserinde ortaya koymuştur. Bu eserinde Lamarck
çevrede meydana gelen değişikliğin türleri etkilediğini ve her türün bu etkiye
içten gelen bir değişiklikle cevap verdiğini belirtmektedir.
Lamarck’ın görüşleri iki noktada toplanmaktadır:
Birincisi, canlıların çevre şartları ile sonradan kazandıkları özellikleri yeni
nesillere geçirebileceği; ikincisi ise, “kullanma ve kullanmama” prensibi idi. Lamarck’a
göre, eğer bir vücut parçası çok kullanılırsa gelişir ve kuvvetlenir.
Kullanılmayan kısımlar ise zamanla zayıflar, küçülür ve hattâ kaybolabilir.
Lamarck’ın evrim teorisi, bu iki fikre dayanıyordu. Yeni
çevre etkisiyle meydana gelen değişmeler, bir-çok döller boyunca yeni
özelliklerin kazanılmasına sebep oluyor ve sonunda yeni türler ortaya
çıkıyordu. Her-şeyden önce Lamarck, bir türün çevre etkisiyle değişebileceğini
belirtmiştir. Meselâ Lamarck, zürâfaların boyunlarının uzun olmasını şu şekilde
açıklar: “Oldukça kurak ve otsuz bölgelerde yaşayan bu hayvanlar, devamlı güç
sarfederek ağaçların uç dallarına boyunlarını uzatmak zorunda kalmışlardır. Bu
mecbûriyet, zürâfa soyunun daha sonraki nesillerinde de sürdürülmüştür. Böylece
uzun yıllar devâm eden bu olayın sonunda, zürâfaların hem ön bacakları, hem de
boyunları uzamıştır”.
Evrim
Teorisi insanın ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini savunur. Oysa insan Âdem-Havva’dan
bêri ilkel insan değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. (belki modern
zamanlarda bir ilkellikten bahsedilebilir) “Doğrusu,
biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn 4). Batı-anlayışı, her-şeyin ilkellikten mükemmelliğe
doğru gittiğini düşündüğünden, insanın da ilkelden mükemmele doğru gittiğini
düşünmüş ve Evrim Teorisine inanmıştır.
Evrim Teorisinde sıkça komedilere rastlarız.
Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar.
Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan Şeytan da
onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin
...yıl önce yaşamış olan ...atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş
üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla
berâber. (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde
olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın
karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya
çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu
çizilmiştir. Bunu, tablonun reklamını yapıp cicili-bicili sözlerle câhillere
anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Kısaca; “arzularının
salıncağında sallanıp dururlar”.
Yaptıkları bir-çok sahtekârlıklar da
vardır. Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri “Piltdown
adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Târihi
Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili
ve kabaca yontulmuş taş âletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown
yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve
kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde
büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu
savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir
metot ile çene kemiğinin toprakta ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise
bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan
detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı
maddeler ile işleme tâbi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine
yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya
getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek
40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün bilim-insanlarını ne kadar kolay
yanılttığının bir delîlidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan,
mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hattâ destek verdiği için, sahte bir
delilin, 40 yıl boyunca bir-çok bilim-insanını ciddî şekilde yanıltıyor
olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil ciddî analizlere tabi
tutulmamış, elde ciddi veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak
belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil
îmâl edilseydi, “hâkim paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın
hemen tespit edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek
mümkündür. Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli
delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan
yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır.
Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan
İngiltere’deki dini-çevrelerin çoğu Usher’in târihlendirmesini kabûl
ediyorlardı. Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir atadan
ve bir-birlerinden değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak canlıların
yer-yüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok
uzun süre önce var olmasıyla savunabilecekleri kanaatindeydiler.
Big-Bang
Teorisi, Evrim Teorisinin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim” den söz-eder
aslında. Gerek Evrim Teorisinde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli bir “aşama”dan/evrimden
bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden bahsederken, diğeri makro-seviyede
bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi canlıların tek-bir hücreden geliştiğini
söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin tek bir “nokta”/hidrojenden geliştiğini
söyler. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin evren çapında büyütülmüş şeklidir. Herbert
Spencer, Evrim’i; Güneş Sistemi’nden, canlıların bedenlerinden, toplumsal
yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa olarak görmüştür. Evrim Teorisi’nin gerçek olması için, Big-Bang
Teorisi gibi 15 milyar yıllık zaman-dilimini kapsayan bir teoriye ihtiyaç
duyulmuştur. Bakın bir kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:
“Biyolojinin özünde yer alan evrim düşüncesi ilkin
astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların ilk örneklerini
vermekle kalmamış, Dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü de
getirmiştir”. Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir
süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin
kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.
Gerçi artık 15 milyar yıl da yetmiyor, “sonsuz
evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman ihtiyâcı” zihniyet değişmedikçe hiç-bir
zaman çözülemez.
Wittgenstein şöyle demektedir:
“Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım.
Teoriyi destekleyen ve “tabî ki” diyen çevreler vardır, bir de “tabî ki hayır”
diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla “tabî ki” denilebilir? Tek-hücreli
organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve
memeli-hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki,
bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu-anda kimse
gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir-damla suyun kızgın bir taşa
damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın
çözüm olduğu yazmaktadır. İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin
doğruluğundan emin. “Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla
güçlendirilmesi gerekir” gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl her-hangi
bir şeye iknâ olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular
unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ böyle olduğuna kanaât getiriyorlar”.
William Dembski, Darwinci Evrim
Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu
belirterek:
“Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu îcat
etmeliydi” der.
Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı
eserin, bir-gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu,
biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün
bilimleri etkileyeceğini söylemişti.
Spencer’ın Evrim Teorisi; “Evrim”in,
Güneş Sistemi’nden Dünyâ’mıza, Dünyâ’mızdan tüm canlıların bedenlerine,
canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa
olduğunu ileri sürer.
Her-şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır.
Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbiri ile karışmaz. Karışmaması
onların orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk
yaratıldıklarında da şimdikinin hemen-hemen aynısı olduğunu gösterir. Zâten bu
orijinâllik hâlen de devâm ediyor. Öyle ki; artı-eksi kutuplar hâlen bir-birlerini
çeker ve aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni bir tür ortaya
çıkmaz, çıksa bile neslini devâm ettiremez. Evet; aynen ilk yaratıldığında
olduğu gibi.
Varlıklar en uygun durumlarından bir
önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de Allah’ın bir yaratması
olacağından, bu, Allah’ın çirkin bir şey yarattığını söylemek anlamına gelir.
Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel hâlden bir-önceki aşamadaki
durum zâten işe yaramaz bir durumdur. Hiç-bir varlık en uygun durumundan bir
önceki hâlde hiç-bir işe yaramaz. Görevini yapamaz zâten. Protein tam olarak
oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz meselâ.
Evrim Teorisini yıkan en büyük etken,
Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe varlıkların yokluğudur. O
ucûbeler hiç gözlemlenemez. Neden?; çünkü canlılar orijinâl olarak, oldukları
gibi bir-anda yaratılmıştır. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya
çıkış sürecinde bir-sürü ara-formun olduğu kabûl edilir. Fakat bir tâne bile
bulunamamıştır. İzleri bile görülmez.
Her-şey gibi canlılar da aşama-aşama
değil, bir-anda yaratılmıştır. Bu bir-anda yaratılışın nasıl olduğu bilinemez,
anlaşılamaz, idrâk edilemez. Bir-anda olan şeyler insanın aklını başından alır.
O yüzden anlam verilemez.
“Bir şey yok iken nasıl bir-anda olur,
bunun örneği var mı” diye sorulursa; “Göz kapatıldığında yokluk, açıldığında da
varlık olur” deriz. Her-an bir-anda yaratılmanın örneğidir bu.
Evrim Teorisi canlı kökenine inmekle
dolaylı/dolaysız yönden sosyâl düşmanlıklar ortaya çıkarmıştır/çıkarıyor.
Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî
tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak anlaşılamaz.
Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun
Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek evrim teorisini ortaya attığı
söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori üretilmiştir. Demek ki tüm
teoriler sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar.
Orijinâl teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young
gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi
John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız
şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep
İngiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik
ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına
yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri
Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki
ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar
dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim
Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde de etkili oldu.
Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını
okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir
köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir zihinle
gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi de
belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.
Cumhuriyet döneminde de yeni bilimsel gelişmeler
karşısında, “siz bu teorileri ispatlayın, biz Kur’ân’dan onlara âyet buluruz”
diyen din-adamları vardı?
Yâni Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde
hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşleri değişir. En uygun bakış ise
Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma”
vardır.
Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel
metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:
“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak,
şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama
bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor,
ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda
onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde,
bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi
olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayâtın nasıl
geliştiğine dâir bir-çok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de
yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir”.
Evrim Teorisi 1859 yılında değil de
Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göstermezdi ve
yayılamazdı. Aynı şekilde meselâ Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki
gösteremezdi. Bu teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi
aslında felsefî tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya
atılabilirdi. Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım”
olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde
bastırabildiler. Bu teorileri tampon olarak kullandılar.
Eldeki malzemeye göre ev yapmaktır
yaptıkları.
Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir
olay şu şekilde anlatılır ki bizce bu olay Evrim Teorisini çarçabuk en
yakındaki kanalizasyona atmak için tek-başına yeterlidir:
“7,7 kilometre derinliğinde uzaktan kumandalı
cihazlarla yapılan taramada “Pseudoliparis amblystomopsis” adı verilen balıklar
tespit
edildi. Okyanusun karanlık derinliklerinde
yaşamlarını sürdüren bu balıkların boylarının 30 santimetre olduğu belirtildi. Balıkların okyanusun bu kadar
derinliğinde ve karanlıkta enerjilerini korumak için hareketsiz olması
beklenirken, bunların son derece hareketli olduğunu gözlemleyen bilim-adamları,
bunun şaşırtıcı bir durum olduğunu bildirdi. Faâl bir şekilde yüzen ve beslenen
balıkların 17 tâne olmasını ise bilim-adamları, balıkların bir âile olabileceği
şeklinde değerlendirdi.
Balıkların titreşimler sâyesinde karanlıkta yolunu ve yiyeceğini
bulabildiğini belirten bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye
çıkartıldıklarında yaşama şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen
Üniversitesinden bilim-adamı Monty Priede, keşfettikleri bu derin su
balıklarının “umulmayacak kadar şirin olduğunu” ifâde etti. Bu-güne kadar
hiç kimsenin bu kadar derinliğe bakmadığını ve bu kadar derinlikte neyle
karşılaşılacağının bilinmediğini belirten aynı üniversiteden bilim-adamı Alan
Jamieson da, bu balıkları görmenin kendileri için bir onur olduğunu söyledi. En
derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko açıklarında 8 kilometreden
fazla derinlikte bulunan “Abyssobrotula galatheae” türünün olmuştu. Ancak
balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.
Denizin
belli derinliğinde yaşayan ve adına genel olarak “derinlik balıkları” denen
canlılar var ve bunlar denizin belli bir üst-seviyesinde (az derinlikte)
yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir zaman-sürecinde gitmiş
olamazlar. Bulundukları yerde yaratılmış olmaları gerekir. Orada
evrimle/mutasyonla da oluşamazlar. Çünkü suyun altına belli bir derinlikten sonra hiç Güneş-ışığı girmez,
yâni mutasyonun ana-kaynağı/nedeni ortadan kalkar. Bu, tüm canlıların ve kâinâttaki
her-şeyin, bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının göstergelerinden biridir.
Evrim Teorisi karşısında sürekli ortaya konan yanlışlar/çelişkiler/çıkmazlar
o kadar çoğaldı ki, evrimciler Teoriye sürekli yeni anlamlar ve farklı
düşünceler yüklediler. Ona sürekli yeni tâdilatlar yaptılar. Zamanla Evrim Teorisi
o kadar değiştirildi ki, artık o, Darwin’in bile tanıyamayacağı ve görse îtirâz
edeceği bir duruma geldi.
Evrim Teorisi’ne göre, insan ile şempanze ortak bir atadan
ayrılarak, şempanzeler
şempanze olmuşlar, insanlar da insan. Fakat genel evrim anlayışına göre bu “ortak ata” da bir-anda beliriveren bir varlık değildir. O da daha önce
başka bir varlıktan evrimleşmiştir. Bu geriye doğru olan evrimleşme, ilk canlıya ya da o ilk titreşen şey her ne ise ona kadar
gider. Öyleyse o ilk titreşen şeye göre şu-andaki insan, daha kompleks ve “ileri” bir durumdadır. Buna îtiraz edecek bir durum yoktur.
Yâni o ilk titreşen şey
evrimleşe-evrimleşe daha düzgün hâle
gelmiş ve en sonunda da
mükemmel bir
görünüm kazanmıştır. Yâni,
kötüden iyiye, kullanışsızdan
kullanışlıya, ilkelden mükemmele
doğru bir süreç izlemiştir.
Fakat işte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor: İki bilimsel olgunun birbiriyle
yüzde yüz çelişmesi; Termodinamiğin 2. yasası olan Entropi kânununa göre her-şey zamanla bozulmaya, kötüleşmeye, daha
kullanışsız olmaya, âdileşmeye
başlarken;
Evrim Teorisi’ne göre, tam-aksine; iyileşmeye, düzelmeye, daha kullanışlı olmaya, daha
değerli-kaliteli olmaya
doğru gitmiştir. Bu durum iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir ki, termodinamiğin 2. yasası olan
Entropi, çıplak gözle bile gözlenebilen kesin bir yasa olması nedeniyle, diğer “sözde
bilimsel” olgu olan Evrim Teorisi’nin yanlışlığı açığa çıkar.
Evet; “Evrim Teorisi’nin matematik ve fizik
kurallarınca sağlaması yapılamaz” diyenlere şunu söyleyelim: En baba doğa
kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan termodinamiğin ikinci yasası Entropi
Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Evrim Teorisi’ne
göre düzelmeye doğru gitmiştir. Bir canlı-türü mevcut iyi durumdan bir önceki
durumunda (ara-tür) eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten
en ideâl hâlinde olsa evrimine devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha
kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi,
güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru
gitmesi gerekiyor ya!. Ama teoriye göre
zamanla düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir.
Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır insanı: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde
yarattık” (Tin 4). İşte bu yaratma aşama-aşama değil, bir-anda olan bir
yaratmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Fakat
Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta
kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre mümkün değildir. Tam
tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat vardır. Bu nedenle de
ara-türler zamanla asıl türlere yâni en ideâl hâle dönüşemezler/gelemezler.
İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyonlarca yıldan sonra- düzelip ideâl hâle
gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan
bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal
hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Evrim Teorisi’ne
göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun
çelişmesi demektir.
Entropi yasası evrende (insanlar
tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif
yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Arthur Eddington:
“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle,
hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı
bulunabilir; ama entropi yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der.
Caner Taslaman:
“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile
çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi
ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.
Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu
için, oluşumun “tasarım” nedeniyle ve “kontrol altında” bir süreçle oluştuğu da
söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Allah çelişik işler
yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle ilk-prototipin, bir mûcize olarak bir-anda
yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde)
bir-anda yaratılan tüm varlık, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm
etmiştir/ediyor.
“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın
insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme
yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)
Âyetin de
söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir
değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle
ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve
şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru
gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı
olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir.
Gerek insanın, gerekse kâinatın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o
ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le
düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Evrim
Teorisi yanlıştır.
Evrim Teorisini tartışmaya gerek yok.
Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki, her-şey bir evrimin olmadığını
haykırıyor. Aynı şekilde bu haykırışın sesi kâinâtta da yankılanıyor.
3- Kozmik Fon Işıması
Big-Bang Teorisi’nin delîli olarak
gösterilen Kozmik Fon Işıması sâdece bir yanılsamadır. Kozmik Fon Işıması
zannedilen şey aslında, kâinâttaki bütün materyâllerin radyasyon yaymasından
başka bir şey değildir. Evren materyâlleri tarafından yayılan bu radyasyonu,
Big-Bang’in delîli olduğunu zannettikleri Kozmik Fon Işıması’nın yaydığı
radyasyon zannediyorlar. Oysa “Kozmik Fon Işıması” diye bir ışıma yoktur. O şey
başka bir şeydir. Nedeni başkadır.
Caner Taslaman kozmik
fon ışımasını anlatırken:
“Eğer 13,7
milyar yıl önce bir patlama olduysa, günümüze kalan bir ışımasının olması
gerekir. Olay önce teorik olarak gösterilmiştir. 1960’lı yıllardan sonra radyo
ve televizyon işleri artınca radyo dalgaları ile ilgilenme artmıştır ve bir
anten kurma işi sırasında tesâdüfen parazit olarak büyük patlama ışıması
bulunmuştur. Başlangıçta işlerin yoluna girdiği sanılmışsa da daha sonra bir
sorun çıkmıştır. Evrende bilindiği gibi galaksiler vardır. Galaksilerden bu
ışımayı kendilerine isâbet eden yerlerde emmeleri beklenir. Ama böyle
olmamaktadır. Işıma, galaksiler dâhil her yerden gelmektedir. Öyle ise
patlamanın kaynağı bize göre galaksilerden daha yakında bir yerde olmalıdır. Bu
sonuç Büyük Patlama Teorisini geçersiz kılar. Belki de gerçek
tümüyle farklıdır. Işığın bir ortam içinde yayıldığını düşünürsek, uzayda
da bir ortamın olduğunu ve bu ortamın yalnız ışığı değil, gözle göremediğimiz
radyo dalgalarını da engellediğini ciddi olarak düşünmek durumunda
kalırız. Diğeri, uzay kütleler nedeniyle sürekli bükülüyor. Bir kozmik
ışın bize düzgün doğrusal bir çizgi şeklinde ulaşamıyor. Buna karşılık galaksi
ışınları da bize düzgün doğrusal bir şekilde ulaşamıyor. Bize gelene kadar
ışınların ne gibi yollardan geçtiğini hiç-bir zaman bilemeyiz. Belki yolda
öyle şeyler oluyor ki ışımada hiç-bir boşluk kalmıyor. Doppler etkisini kabûl
etmenin bir sonucu daha var. Büyük patlama teorisine göre ve Doppler etkisine
bakarak evrenin sınırlarına doğru galaksilerin bizden ışık-hızına yakın bir
hızda uzaklaştığını biliyoruz. Ama daha uzaklaşınca galaksilerin ışık-hızını
geçmeleri gerekir ki bu mümkün değildir. Öyle ise böyle bir etkinin olmaması
gerekir” der.
Michael Rivero:
“Big-Bang'i kanıtlamak için ilk-patlamanın
günümüzdeki yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arka-plân Radyasyonunu
araştırmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyâl bulundu.
Aynen Aristo ve Hubble gibi, Kozmik Arka-plân Radyasyonu fikrinin öncüleri de
sinyâlin kendi düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması
olamayacağını farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big-Bang Teorisinin büyük
kanıtı olarak îlan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar
kutlandı.
Fakat sonra ortaya çıktı ki, Epicycle Teorisinin
gezegenlerin hareketini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big-Bang Teorisi de
uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu.
Birinci sorun olarak “ufuk problemi” vardı.
Şu-anda evren 28 milyar ışık-yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında olduğu
düşünülmektedir. (Tabî ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde değilsek,
evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiç-birşey
ışık-hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı-radyasyonunun iki ufuk
arasında Big-Bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri
dengeleyecek ve şu-anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket
etmiş olması mümkün değildi” der.
Dolayısı ile Kozmik Fon Işıması
zannedilen şey bir yanılsamadan ibârettir ve alınan sinyâl, Dünyâ da dâhil,
kâinatın her yerinden sürekli yayılan radyasyondan başka bir-şey değildir.
4-
Big-Bang Teorisi
1920’lerde bir-birlerinden bağımsız
olarak, Rus matematikçi Alexander Friedman ve Belçikalı astronom Georges
LeMaître, matematik denklemlerden hareketle genişleyen bir evreni ön-gören
çözümler formüle ettiler. (Big-Bang Teorisi biraz da, râhip olan Georges
LeMaitre’nin “yaratılışı ispât etmek istemesi nedeniyle” zorlanarak ortaya
atılmıştır). 1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen
ışık spektrumunun sistemli bir şekilde kırmızı ucuna kaydığını gösterdi. Bu
kırmızıya kayma, ışık kaynaklarının görüş alanında uzaklaştığını gösteren bir
Doppler etkisi olarak değerlendirildi. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan
teori, 1949 yılında da Big-Bang adını aldı. (Big-Bang
terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı”
adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır).
1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan, evrenin bir başlangıcı
olduğunu varsayan bu teori, (sözde) çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden, bilim-insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabûl görmüştür.
1929 yılında California
Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev
teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl
renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı
noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı
noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın
gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark
edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi
daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de
uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anladıysa..). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı
bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte”
olduğuydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde
geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm
maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, “sıfır hacme” ve “sonsuz
yoğunluğa” sâhip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sâhip bu
noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük
patlamaya İngilizce karşılığı olan “Big-Bang” ismi verildi ve bu teori de aynı
isimle anılmaya başlandı. Big-Bang Teorisi süreci bu şekilde gelişti.
Atom-altı
parçacıklardan başlayıp molekül düzeyine; oradan, proteinin çok karmaşık
yapısından eşsiz bir fabrika olan hücreye; daha sonra gerek bitki ve hayvan ve
gerekse mükemmel bir varlık olan insana kadar canlılık sürecinde mükemmel bir
komplekslik göze çarpar. Hem de bu komplekslik indirgenemez kompleksliktir.
Öyle ki; bu yapılarda oluşacak mikro-boyutta bir eksiklik bile o yapının daha
başlamadan bitmesine neden olur.
İndirgenemez
komplekslik nedir? Michael
Behe, “indirgenemez kompleks” (irreducible complex) sistemi şöyle târif eder:
“Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim
içinde olan parçalardan oluşmuş ve her-hangi bir parçanın çıkarılması
durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel
bir ifâdeyle “indirgenemez kompleks” bir sistem, bir-birleriyle etkileşim
içinde olan ve her-hangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık
çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir”.
Görüldüğü gibi; canlılıktaki kompleksliğin aynısı
kâinât için de geçerlidir. (Aslında evrenin yaratılması ise insanın
yaratılmasından daha büyüktür. Yâni evren insandan daha komplekstir). Kâinâtın
oluşmasının olasılığı ve mükemmelliği tıpkı proteinin oluşmasındaki hassasiyet
gibidir. İşte tüm bu yapıların bu yüzden aşama-aşama olması imkânsızdır.
Değişimlerin küçük ve yavaş-yavaş olmasıyla, büyük ve hızlı bir şekilde olması
fark etmez. İkisinde de aynı sonuçla karşılaşılır. Bir-anda yaratılmaları
şarttır. Çünkü tamamlanamamış parça hâldeki bir yapı eksik olduğundan dolayı
aynı-zamanda anlamsızdır da. İşte teorimize göre bu anlamsız durum kâinâtta hiç-bir
zaman yaşanmamıştır. Bu varlığa (kâinâta) anlam verilmediği bir “an”
olmamıştır.
Aslında Tasarım Delîli de açıklamada
yetersiz kalır. “Bu etki nasıl yapılmıştır” sorusu cevaplanamaz çünkü. Aslında;
“evrimcilerin dediğinin aynısı olmuş, fakat süreci bir “Bilinç” kontrôl etmiş”
dediğinizde bu açıklama kesinlikle bilimsel olmaz. Yaratılmanın “bilinçli” yada
“bilinçsiz” olduğunu söylemek arasında bilimsel olarak fark yoktur. İkisi de
“inanç” işidir çünkü. Yaratılış bir-anda olmadığında “rastgele” yada “şans”
kelimeleri anlam kazanmaya başlar. “Allah’ın müdâhalesi” süreci
değiştirmediğine göre, sürecin “şans” ile meydana geldiğini söyleyenlerin
söyledikleri şeyler doğrudur. Yâni; “tamam, sizin söylediğinizin aynısı, fakat
rastgele değil, müdâhale ile” denmesi inanmayacak biri için bir anlam ifâde
etmez. İnanmak ise, -bu süreçleri tâkip edip de inanmayanlar olduğuna göre- bu
süreçlerin konusu değildir. Big-Bang Teorisi’ni kabul edenlerin tamâmı evliyâ
değildir nede olsa. Bu süreçler sâdece “inanmış” olanların îmanını pekiştirir.
Meta-fizik ve dîni bir açıklama için ise tatmin edici değildir. Allah’ı
maddîleştirir. Çünkü “maddeye sâdece maddî bir etki yapılabilir ve maddî etki
de yine maddî olan biri tarafından yapılabilir” gibi bir sonuç çıkabilir.
(Hâşa) sanki Allah burada insana hizmet eden bir varlık gibi gösterilerek
nesneleştirilirken, insan ise özneleştirilir. “İnsan-merkezli bir ontoloji
inancı açığa çıkar. İnsan-merkezli açıklamalar her-zaman yetersiz olur.
Allah-merkezli açıklamalardan mahrum olunduğunda ortaya konan hemen her şey
yakın-uzak vâdede insanlara, canlılara ve hattâ tüm kâinâta zarar verir. Zâten
Şeytan’ın Big-Bang ve Tasarım Delîline “sesini çıkarmaması” bu yüzdendir.
Kâinâtta bir “tasarım” vardır. Fakat bu tasarım bir sürece tâbi değildir.
Allah’ın tasarlaması ve yaratması aynı-anda olur. Allah eksiklikten
münezzehtir. Biz insanlar gibi, ilk-önce düşünüp, plân yapıp, tasarlayıp da
sonra yaratmaya koyulmaz. Allah’ın düşünmesi, plânlaması, tasarımlaması ile
yaratması aynı şey demek olduğu için, tasarımlaması ile yaratması aynı-anda
olur.
Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir
süreç (tasarım)” olunca hem Evrim Teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk
kazanıyor. Allah’ın kontrôlünde ya!.. Big-Bang Teorisi’ndeki sürecin
“Tanrı-kontrôllü” bir şekilde olduğuna inanmak ve o şekilde anlamak bu teoriyi
kurtarmaz. Sâdece bir süreliğine onunla oyalanılabilir sâdece. Teori bir süre
sonra çatırdamaya yada çökmeye başladığında hayâlleri yıkılır tabi. O zaman da
teorinin birileri tarafından alaya alınacağını söylemeye gerek yok zâten.
Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin
Allah’ın kontrôlünde olması o teorileri meşrû hâle mi getirir. Her türlü
saçmalık “Allah’ın kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?
Allah’ın yaratması için “neden”e mi
ihtiyacı var? Eğer öyle olsaydı Allah “nedene” bağımlı olurdu. Nedensel ilkeyi
doğru bir şekilde ispatlayamamak, bir nedenin olmadığı anlamına gelir.
Bilim-adamları bu tasarımların Big-Bang
sürecinde yaşandığını söylerken, biz; olduğu gibi, bir süreç olmadan bir-anda
tasarlanıp yaratıldığını söylüyoruz.
Sistemi oluşturan parçalar o kadar komplekstir
ki, o parçaların tamâmı aynı-zamanda, aynı-mekanda bir-anda buluşmaları
gerekir. Aksi-hâlde oluşamazlar. Big-Bang sürecine göre bu buluşma imkânsızdır.
Çünkü parçaların çoğu oluşmamıştır.
“Allah yaratmayı hep aşama-aşama yapar”
diyorlar. Peki bu kural sâdece maddî varlıklar için mi geçerlidir yoksa maddî
olmayan melek, şeytan-cin, hûri, ğılman vs. için de geçerli midir? Melekler
de mi aşama-aşama yaratılmıştır?
Evrimsel-aşamalı
bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin ne
önemi var ki? Evrim olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim-aşama ile
olunca yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkar. Bir-anda olan
bir yaratılış ise mecbûren Allah-yaratıcı ile olmak zorunda. İşte Big-Bang
süreci buna aykırı, ya da Allah’ın kontrolünde olmak ihtiyâcı hissettirmiyor.
Big-Bang ile olunca “Allah’sız da olabilir” düşüncesi normâl ve doğal olarak
çıkıyor ortaya. Bir-anda yaratılmada ise başka alternatif yoktur ve zâten kâinat
bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”.
Yâni
sorun; “tamam, yaratılış bilimin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat
bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması”
mı? Bilim açısından ne fark eder ki? Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder?
Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp
onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra; “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır”
demenin ne anlamı olacak? O zaman onlar da; ”hayır kendi-kendine olmuştur”
derler. Tartışmanın bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor diğeri
yaratılış. Netîcede iki kesimin de kabûl ettiği aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç
olan şey; nasıl oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların
gözlemlerinde aynı süreç görülüyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan
gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir farkları yok mu? Ve bu nedenle de
inançsızlardan daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi? Eğer
cevap “hayır” ise bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım”
demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise,
o yaratılışın tesâdüfen ya da tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir
fark olsun ki?, ya da bilim açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki
(nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde etmez.
Evrenin
yaşına 1024 sâniye
biçiliyor. Bu durumda bahsedilen oluşumların gerçekleşmesi için bu süre
yetmiyor. Demek ki bu oluşumlar süreç ile yaratılmadı. Bir-anda yaratıldı.
İnançlı bilim-insanları; “bu kadar kompleks varlıkların tesâdüfen oluşması imkânsızdır”
diyorlar. İyi de buna tesâdüf değil de tasarımla ve bilinçli aşamalı bir
süreçle yaratıldığını söylediğimizde de evrenin ömrü bu oluşumların oluşmasına
yetmiyor ki. Tasarımlı fakat aşamalı bir süreç ile yaratıldığını da kabûl edemeyiz,
çünkü zaman yetmiyor. Big-Bang’den beri geçen zaman yetmiyor. O hâlde tasarımlı
ama aşamasız-süreçsiz bir ilk-yaratılıştan bahsetmemiz kaçınılmaz oluyor ki bu
yaratılış, bir-anda gerçekleşen bir yaratılıştır. Bu mükemmelliğe (kâinâtın
oluşumuna) zaman yetmiyor, imkân yetmiyor zîrâ. Yâni süreçle oluşması imkânsız.
O nedenle hiç-bir zaman idrâk ve îzah edemeyeceğimiz mûcize ile olan bir yaratılış
var ki o da; -aşamalı süreç, açıklamalı bir süreç olacağından- bir-anda olacak
olan bir yaratılıştır. Bir-anda olacak olan bir “ilk yaratılış”tır. Yâni
yaratılışa şans-tesâdüf ile değil de, bilinçle-tasarımla dediğimiz zaman da
aşamalı-süreçli bir yaratılış yetersiz kalıyor. Sorun, kâinâtın tesâdüf ile mi
yoksa tasarımla mı yaratıldığı sorunu değil, aşamalı mı, bir-anda mı
yaratıldığı sorunudur. İnançlılar buna inançsızlardan ayrılmak için mecbûren “bir-anda”
demek zorundalar. Aksi-hâlde inançsızların söylemlerinden bir farkları
kalmayacaktır. Çünkü ikisi de aşamayı kabûl ediyor fakat bu aşamanın şuurlu mu
şuursuz mu olduğunda anlaşamıyorlar ki bu, varlığın açıklamasında önemli bir
şey değildir. Açıklama aynıdır zîrâ. İnançlılar inançsızlarla “nasıl”lıkta
çelişmiyorlar, niçin-nedenlikte farklılaşıyorlar ki inançsızlar zâten bunu
sorun etmiyorlar, yâni onlar için bir niçin-neden yok. Böyle olunca da inançlıların
derdi, inançsızları niçin-neden’e zorlamak oluyor. İkisi arasında başka bir
sorun yok çünkü.
Sen
evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl et; insanın yaratılışını
evrimsel süreçlerle îzah et, sonra da de ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın
kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları
inançsızlar da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar “tesadüfle olmuştur”
deseler bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptığı için
tasarımı kabûl etmiş olmuyorlar mı?. Ya da, yaratılışın aşamalarını-sürecini
inançsızlar gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da
paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini
aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet
Kalkan:
“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler:
“Batılıların sâdece tekniği alınmalı,
ahlâk ve kültürü alınmamalıdır”. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar,
belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz.
Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden,
artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle
fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ
depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle,
kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle
geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi
yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp
onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık
aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo,
kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve
ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.
İnançsızlar;
“tamam-tamam tasarımla oldu” deyiverseler ne değişecek?. İnsanlar yaratılış ile
ilgili açıklamalardan ne anlıyorlar, orası önemli. Biz de diyoruz ki: Aşamalı-süreçli
“ilk yaratılış” hikâyesi, Allah’sızlığı çağrıştırır. Allah’a bir ihtiyaç
hissettirmez çünkü. “Zâten açıklaması yapılan şey”de Allah’a ihtiyaç kalmaz.
Bir-gün gelir açıklamasını yaptığı o şeyi kendisi de yaratabilir. İnsanlar
anlayabildikleri şeye artık îman etmezler. Yaratabildiklerine ise hiç
etmezler. Artık ortada inanılacak bir şey yoktur. Ortada gayb kalmamıştır
çünkü. Allah’a îman gayba îmandır zîrâ. Fakat yapılan “aşamalı süreç
açıklaması” yâni Big-Bang süreci doğru değildir. Allah’a îman hep sürecektir. Çünkü
yapılan açıklamalar açıklama değil, masallardır. Zannetmelerdir. Uydurmalardır.
Masa-başı felsefelerdir. Modern bilimsel yalanlardır. Söylenenlerin %90’ı yalan
ve yanlıştır. Kâinâtın tamâmını gözlemleyip idrâk etmeden kesin bir yargıya
varılamaz ve insanda da böyle bir güç yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacaktır.
Eğer olsaydı, insan Allah olurdu -hâşâ-. İnsanlar, “yakın göğün” (Güneş Sisteminin)
bilgisi dışında doğru açıklamalar yapamazlar. Sâdece Güneş Sistemi kapsamında,
o da eksik ve hatâlı ölçümlerden başka açıklamalar yapamazlar. Diğer alanda da
sâdece atoma kadar çalışabilirler. Atomu ayırdıkları anda ortada somut bir şey
yoktur zâten. Bu nedenle de artık matematiksel muhabbetlerden başka bir
açıklama olmaz. Zâten yine, soyut bilginin-felsefenin konusu olan kuantum
teorisi bile insanlara; “bildiklerinizin % 99,99’u yanlıştır” diyor.
Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız
zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana
gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama
değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap
verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan
bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna da sâdece; “mûcize” diye cevap
verilebilir.
Bilim,
bir Allah inancı oluşturmaz, fakat Allah inancını pekiştirebilir. Lâkin, Allah
inancının olması için bilime gerek yoktur. İşte biz de diyoruz ki;
ilk-yaratılış (hattâ şimdiki yaratılış da öyle) evrimcilerin yada yaratılışçıların
dediği gibi aşamalı olarak olmaz. Yâni aşama-aşama olmaz. Bir-anda olur. Her-şey
bir-anda olur. Fakat ilk-yaratılışta her-şey bir-anda yaratılmışken, sonraki
yaratılışlar-türetmeler, yâni şu-anda hâlen gözlemlediğimiz yaratılışlar “bir-andalar”
ile olur. İlk-yaratılış bir-anda ile, sonraki-şimdiki yaratılışlar ise bir-andalar
ile olur-oluyor.
Tüm bu söylenenler aslında, kâinâtın bir
süreçten geçmediğinin; Allah tarafından bir mûcize olarak bir-anda
yaratıldığının delîlidir. Meydana gelme ihtimâli “sıfır” olan şeylerin
açıklaması başka nasıl yapılacak ki? Demek ki bir süreçle oluşma ihtimâli yok.
Çünkü olağan-üstü durumlar var. Olağan-üstü durumlar kelimenin kendisinin de
söylediği gibi “olağan” değildir, “olağan”ın üstündedir. O hâlde “bir süreçte
yaratılma” değil; “bir-anda yaratılma” vardır.
Dünyâ’nın, gezegenlerin,
yıldızların ve galaksilerin bu özel yapıları, durumları ve yerleri aşama-aşama,
ilkelden kompleksliğe doğru gelişerek oluştuğu düşünüldüğünde, yerlerinde ve
yapılarında ister-istemez değişme olacağını görecektik. Dünyâ’ya ve gezegenlere
göre olacak böyle bir değişmede, Dünyâ’nın ve gezegenlerin Güneş’e olan
yakınlıklarından yada uzaklıklarından dolayı, ya Güneş’e düşmelerine, yada
yörüngelerinden merkez-kaç kuvveti nedeniyle kopup uzay boşluğuna kaçmalarına
neden olacaktı. Bu, aşamalı yaratılışta kaçınılmaz sondur. Aynen yukarıda
bahsettiğimiz canlı yapılardaki eksikliklerin yol açacağı ârızalara yol açardı,
yâni Güneş-sistemimiz daha başlamadan yok olurdu. Aşamalı bir yaratılışta bir-sürü
aksaklıklar çıkacak, sorular yanıtsız kalacak ve bilim büyük açmazlara girecektir.
“..Gerçekten,
senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).
Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen “bize
göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için, bir günü
24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni 24x365x1000=
8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur. Şimdi bu
değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız işlemden
sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de Allah
kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2
sâlise” = “1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allahuâlem) Allah’ın kâinatı yaratma
süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin verme”si için yeterli
ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha
fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir süre içinde “OL”
demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En doğrusunu Allah
bilir.
Şekil A: Yaratılıştan Önce
Şekil B:
Yaratılıştan Sonra
Yukarıdaki şekillerde
kâinâtın “yok durumu” ile “var durumu” gösteriliyor. İşte bu iki durum arasında
(Allah-u âlem) yukarıda yaptığımız hesap sonucu en fazla 1.25 sâniyelik bir
süreç geçmiştir. “Yokluktan varlığa çıkarma/yaratma” işte böyle olur. Yok iken
bir-anda var olur.
“Genç Dünyâ Yaratılışçılığı” (Young Earth
Creationism) Evren’in ve Dünyâ’nın ‘altı-gün’de yaratılmasını dünyevi 24 saat
anlamında “gün” olarak algılamaktadırlar. Bunlardan bâzısı ise bilimsel
delillerin genç bir Dünyâ’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini
savunmaktadırlar. Dinozor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların
bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin bir-kaç bin
yıldan fazla dayanamayacağını; (dinozor diye bir varlığın olup-olmadığı ayrı
bir tartışma konusu). Ay’ın Dünyâ’dan yılda dört cm. uzaklaştığını, milyarlarca
yıllık Dünyâ ömrüne bunun aykırı olduğu (Ay’ın Dünyâ’ya olan uzaklığı 356.000 km ile 407.000 km arasında değişir; ortalama uzaklığı
384.000 km’dir. Son 40 yılda yapılan ölçümlerde ayın Dünyâ’dan her yıl yaklaşık
4 cm. kadar uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu ölçüme göre de, ayın bir süre
sonra Dünyâ’nın yörüngesinden çıkacağı biliniyor. Yılda 4 cm . uzaklaşan Ay, 4,5 milyar yılda 180.000 km . uzaklaşır) gibi argümanlar ileri
sürenler de bulunmaktadır. Bunlar, kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel
metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.
Yer-bilimsel olayların hiç-birinin tek-düzenlilik (uniformatism) ilkesine göre
açıklanamayacağını; günümüzün yer-bilimsel olaylarının geçmişe anahtar
olamayacağını ve yaş-tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış
tek-düzenlilik ilkesinin apriori kabûlü olduğunu, yer-katmanlarının hızlı
oluşumlarla açıklanabileceğini de savunmaktadırlar.
Bu
anlattıklarımıza göre, hayâtın başlaması için, 13.7 milyar yıl, 15 milyar yıl,
2 milyon yıl gibi uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yoktur. Bu süreç, insanlık
târihi olan ortalama 10.000 yıllık bir süreçtir. İnsanlar, bitki örtüsü,
Dünyâ, Güneş, kısaca bütün evren ortalama 10.000 yaşındadır. Daha uzun bir
zaman-dilimine gerek yoktur. Bu mükemmel yaratılışın oluşması Allah için bir
zorluk değildir. Ayrıca
sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılma, Allah’ı bir sebebe bağlamaktır ki
Allah bundan münezzehtir.
Bu sürecin
ortalama 10.000 yıl olması gerektiğinin nedeni; Kur’ân’ın, Hz. Âdem’i ilk
peygamber ve ilk insan olarak tanıtmasıdır, (Zümer 6, Nîsâ 1, En-âm 98, A’raf
189). Hz. Âdem’den bu-yana geçen süreç Tevrat’a göre 7.000 yıl civârındadır. Mecûsilikte de “Dünyâ, üçer bin senelik dört
evre geçirecek ve ömrü 12.000 sene olacaktır” denir. Yahudilere göre Âdem 6054
yıl, Hristiyanlara göre 7404 yıl önce, Mecûsilere göre de 4551 yıl önce
yaratılmıştır. İlk tarımın yapıldığı târih
10.000 yıl, ilk pulluğun kullanıldığı târihin 5.000 yıl olması, (M.Ö.
8500’lerde Bereketli Hilal’de ortaya çıkan ilk çiftçiliğin, Orta Avrupa’ya
yayılması ancak M.Ö. 5000 yıllarında gerçekleşebilmiştir.) ilk insan göçlerinin 10.000 yıl önce başlaması,
insan-oğlunun yerleşik hayâta geçmesinin yaklaşık 10.000 yıl önce başlaması; Dünyâ’nın
en eski yerleşim yeri olarak bilinen Çatalhöyük’ün yaşının 9.000 yıl olması vs. gibi nedenler gösterilebilir. Ayrıca, karbon
14 metodu ve diğer metotlarla yapılan zaman belirleme ölçümlerindeki
çelişkilerdir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14
metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o
da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan
hesaplamalar, olasılık hesaplarıdır.
İşte tüm bu
nedenlerden dolayı kâinat Big-Bang denen aşamalı bir süreç ile değil, Allah’ın
bir mûcize eseri olarak ve bizim nasıllığını anlayamayacağımız bir şekilde
bir-anda yaratılmıştır ve bu yaratılış da yaklaşık 10.000 yıl önce
gerçekleşmiştir.
Big-Bang Çelişkileri
20 milyar ışık-yılı uzaklıkta
yıldızlar saptandı. Bu şu demek; o yıldızların ışığı bize 20 milyar yılda
geliyor. 13.7 milyar yıllık Big-Bang Teorisi bu durumda iptal olur, çünkü ışığı
20 milyar yılda gelen yıldızlar var. Bunların yaşı Big-Bang den daha eski.
Evrenin her-hangi bir yerinde 12
milyar ışık yılı uzaklıkta galaksiler bulunur. Bunlar patlamadan sonra ne zaman
oraya gittiler ve yıldızlaştılar, sonra, oluşan yıldızların ışığı bize nasıl
13.7 milyar yılda gelebiliyor? 12 gidiş, 12 geliş, 5 de yıldız oluşumu 29 eder.
Yâni bu sürecin en az 29 milyar yıl olması lâzım.
Bir yıldız 4-5 milyar yılda
oluşurken, koca galaksiler nasıl 15 milyar yılda oluşur?
Bulutsuları bir noktaya çökertip tepkimeyi
başlatacak olan çekim-gücü nedir? Hidrojen bunu yapamaz, çünkü yapısı uygun
değildir.
Entropinin nedeni protonun yarılanma
ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır)
bozunmuş olması gerekirdi.
Anti-maddenin nerede olduğunu sormak bile
fiziği çökertmeye yeterlidir. Çünkü teoriye göre başlangıçta madde ve
anti-madde eşit idi ve çarpıştıkça bir-birlerini yok ediyorlardı. Eşit miktarda
bir yok olma olduysa neden şu-anda madde anti-maddeden daha fazla?
Big-Bang Teorisi,
termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kânununa
göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa
Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel
olgunun çelişmesi demektir.
Teoriye göre Big-Bang'den
kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak bir-birlerini imhâ
etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge
Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi”
olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden oluştu.
“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk
oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir.
Ama bu-gün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşımadde
dengesizliği bir muammâ olmaya devâm etmektedir.
Zâten
ilk başta tekillik de bir sorundur. Big-Bang tekilliğinin daha başlangıcında
madde ve anti-madde birlikte bulunacağı için bir-birini yok etmesi kaçınılmaz
olurdu. “Parçacıklar anti-maddesinden daha çoktu” denemez. Çünkü oluşum aşamalı
olacağından dolayı bir tarafın fazlalaşması olmaz. Bir taraf fazlalaşamadan yok
olma gerçekleşir zâten. Bu yüzden her-hangi bir tekillikten bahsedilemez.
Big-Bang Teorisi’ni afallatan bir çelişki
de şudur: Patlamayı/açılmayı kabûl ettiğimizde zorunlu olarak,
patlayan/açılan/yarılan bir şeyi de kabûl etmemiz gerekir. O hâlde o patlayan
şey de madde/ilk-madde (enerji de bir maddedir ya) olur ve o şey her-zaman “orada
olan” bir şey olmak zorundadır. O hâlde zaman neden Planck-zamânından sonra
başlasın?. Çünkü bu-durumda bir “yokluktan varlığa geçiş”ten değil; “varlıktan
varlığa geçiş”ten bahsetmemiz gerekir ki, bu, kapalı-evren yada “açılıp-kapanan
evren” modelini tasdik etmektir. Bu-durumda “ilk madde”ye göre 13.7 milyar
yıllık yaş da anlamsızlaşacağından, Big-Bang Teorisi’ni çöpe atmak demektir.
Zîrâ ilk varlık olan sonsuz yoğunluktaki enerji zâten orada belli olmayan bir
zamandan bêri durmaktadır. O zaman evrenin yaşı, belirsizliğin diğer adı olan “sonsuz”
yaştır. Bu ise bir çıkmazdır, çelişkidir.
Çok büyük-kütleli nesnelerin, ışığın bile
kaçamayacağı güçte çekim-alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada
birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkân olmayacağı, yâni evrenin
doğmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.
Michael Rivero, “tekillik” ve “yaş” sorunlarını şöyle sıralar:
“1-Big-Bang teorisinin en büyük çelişkisi
muhtemelen tekillik sorunudur. Bu “ilk evrensel yumurta”, süper-kütleli bir
kara-delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa-olsun,
hiç-bir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir.
Big-Bang teorisini savunmaya hevesli
kozmologlar, fizik-kânunlarının, gravitenin vs. evrenin ilk bir-kaç sâniyesinde
geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big-Bang teorisine göre, evren 3
sâniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik-kânunları (çekim
bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini
göstermeye başlamıştır.
Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel
yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam
kütlesine dâir tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6x1060'tır.
Kütleden, tekilliğin olay-ufku hesaplanabilir.
Buradan ışık-yılları genişliğinde bir olay-ufku
ortaya çıkmaktadır. Yâni kısacası, Big-Bang teorisyenlerinin evrenin
günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi,
kendi çekim-alanının yarattığı olay ufkunun hâlâ içinde olmak durumundadır.
Dolayısıyla, Big-Bang, günümüzde târif edilen
şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç sâniye sonra, yâni günümüzde
bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim-alanının hâlâ etkisinde
olmalıdır, dolayısıyla ışık-hızını aşan bir kaçış-hızına ulaşamayıp kendi
üzerine çökmek durumundadır.
Bu düşünce-deneyi açısından farzedelim ki, Tanrı
elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big-Bang yoluyla ortaya çıktı ve de
kendi çekim-alanından kurtulmayı başardı. 2.6x1060'lık bir kütle/enerji bir
süper süpernova'ya eş-değer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır.
Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla,
evren ilk-zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış
olmalıdır.
Peki o zaman Population
II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?
Population II türü yıldızlar, içlerinde hiç-bir
ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır
elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve
Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle
birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II
yıldızların ise yoktur.
Dolayısıyla, Big-Bang doğruysa evren, bildiğimiz
kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk-anlarda ortaya çıkmış ağır
elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar
mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır.
Population II yıldızların
varlığı, Big-Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir.
2-Big-Bang'in
14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13
milyar ışık-yılı uzaklıktadır ve evren sâdece 750 milyon yaşındayken ortaya
çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big-Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız
oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir.
Fakat bir
problem vardır; 13 milyar ışık-yılı ötedeki cisimleri biz bu-günkü
hâlleriyle ve bu-günkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki hâlleriyle ve
bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla,
bu galaksinin Big-Bang'den 750 milyon yıl sonra, Dünyâ’dan 13 milyar ışık yılı
uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesâfe
katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz-konusu galaksinin ışık-hızının 17
katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir ki Big-Bang
savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 sâniyeden sonra bir süre bu hızda
genişlemiştir. Yâni aynen “Epicycle Teorisinde” olduğu gibi, teori ile
uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya
çalışılmaktadır”.
Çelişkileri bu şekilde sıralayan Michael
Rivero:
“Ama yukarıda bahsettiğim
diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok
daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabûl etmeden Lamaitre'in
teorisini rafa kaldırırlardı.
En baba doğa
kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin ikinci yasası Entropi
Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Big-Bang Teorisi’ne
göre düzelmeye doğru gitmiştir. Her şey mevcut ideâl durumundan bir-önceki
durumunda eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl
hâlinde olsa oluşum devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik,
çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl
hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor
ya!. Ama teoriye göre zamanla düzelmeye
doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten
başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır kâinâtı. İşte bu yaratma aşama-aşama
değil, bir-anda olan bir yaratılmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa
ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor.
Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre
mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat
vardır. Bu nedenle de eksik yapılar zamanla en ideâl hâle dönüşemezler. İdeâl
olmayan bir yapı, -hele ki milyarlarca yıldan sonra- düzelip, ideâl hâle
gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan
bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde
bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre
her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi
demektir.
Entropi yasası
evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da
söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder.
Arthur Eddington:
“Evren/Dünyâ hakkındaki bir
teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle
uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama entropi yasası ile
çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der.
Caner
Taslaman:
“Bir teori belki diğer tüm
teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla
(entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez”
der.
Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu
için, oluşumun “tasarım” nedeniyle ve “kontrol altında” bir süreçle oluştuğu da
söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Zâten Allah, ilk-önce
tasarım yapıp da sonra yaratmaya başlamaz. Allah için böyle bir şey söylenemez,
bu bir eksilik olur zîrâ. Allah’ın tasarımı ile yaratması aynı şeydir. Allah
çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle ilk-prototipin, bir mûcize
olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk
edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan tüm varlık, artık bildiğimiz
oluşumunu sürdürmeye devâm etmiştir/ediyor.
Big-Bang Teorisini ciddiye aşıp da
tartışmaya bile gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir aşamanın
olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında
yankılanıyor.
Big-Bang’in mutlak-bir başlangıcı yoktur.
Bu yüzden Big-Bang teorisi en temelinde bilimsel değildir. Başı-sonu belli
olmayan bir teori bilimsel olamaz. Bir teorinin bilimsel olabilmesi için
başı-sonu bilimsel olarak târif edilebilmesi gerekir. Lâkin ilk 10-43 sâniye öncesi bilimsel
olarak açıklanamıyor.
“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın
insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme
yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)
Âyetin de
söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir
değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle
ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve
şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru
gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı
olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir.
Gerek insanın, gerekse kâinatın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o
ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le
düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan
Big-Bang Teorisi yanlıştır.
Not: Bu konuda çok daha geniş bilgi için: http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html
5-
Evrenin Genişlediği Teorisi
Big-Bang’e delil olarak
sunulan kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.
1929 yılında California
Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev
teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl
renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyâsında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı
noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı
noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın
gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark
edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha
keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de
uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anlamış ki? Bunu gözlemesi pek mümkün değil. Hele
ki o târihlerde). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında
varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu.
Evrenin genişlediği teorisi aslında bir yanılsamadır.
Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş-sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en
sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık, varlığını sürdürmek
için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende
meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).
İşte bu galaksilerin döngüsü genelde
eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ x galaksisi elipsin en ucuna
doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz x
galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz.
Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını
gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın
genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını
zannettiğimiz galaksilerin bir-süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye
başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların
gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Çünkü artık
yakınlaşma başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi
yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş
hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri
için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrafında bir elips
çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü
küçük-çaplı bir döngüdür.
Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu
gibi, bize yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda galaksisi gibi) bu döngü
yüzünden. Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde
çarpışacakları ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla
kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi”
galaksi denen eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral
galaksilerin ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de konuşulur.
Andromeda Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın! “uzaklaşmakta
olan yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, yaklaşmakta olan
yıldızların da mâviye kaydığını söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan
yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine
aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey
olamaz. Uniform olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman mâviye kayma olmaz
ve bir-birine yaklaşan bir galaksi olamaz. Ayrıca nede-olsa biz yıldızların
ve galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini gözlemleyebiliyoruz.
Gözlemlediğimiz konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki gözlemlediğimiz nesne
orada değil. Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez, dolayısıyla doğru ölçüm
yapılamaz. Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi gösterilen kâinâtın
genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.
Michael Rivero:
“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla
kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle
değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak
kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak
açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki
sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin
genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor
olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde
kızıla kayma oluşturmaktadır. Ayrıca evrende
mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının
artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.
Şekil A
Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi
ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler
ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde
(ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli olarak
5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir
uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve belli bir süreliğine olan geçici bir
uzaklaşma var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak
3 ışık-yılına inecektir. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ
bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s
hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar
uzaklaşmaya başlayacaktır.
Genişleme
Teorisi’ne göre aslında galaksilerin ışıkları birbirlerine ulaşamaz. Belki çok
yakın galaksilerin ışıkları ulaşabilir. Ulaşan ışıkları şu-andaki ışıkları
değildir zâten ve bu nedenle de galaksilerin yeri ve uzaklığı hiç-bir zaman
doğru olarak bilinemez ve hesaplanamaz. Çünkü ulaşan galaksi ve yıldızların
ışıklarının hiç-biri gerçek değildir, canlı değildir.Galaksilerin-yıldızların
şu-andaki yerini söylemez. Genişleme Teorisi aslında hesapları alt-üst eder ve
içinden çıkılamaz bir duruma sokar. Bir yazıda şöyle söylenmiştir:
“Galaksilerin uzaklık değerleri
verilirken birden çok tanımlama söz-konusu. Örneğin bilim insanları “12 milyar
yaşında galaksi keşfettik” dediklerinde, o gökadanın aslında 2.5 milyar ışık
yılı uzaktaykenki görüntüsü görürler. Fakat evren genişlediği için, bizden
henüz 2.5 milyar ışık yılı ötedeyken yaydığı ışık bize ancak 12 milyar yılda
ulaşabilmiştir. Yâni, ışık bize ulaşabilmek için, (içinde hareket ettiği evren
genişlediğinden dolayı) tam 12 milyar yıl boyunca yol almak zorunda kalmıştır.
Gökbilimciler, çok uzaklarda yer
alan bir gökada keşfettiklerinde çoğunlukla onun “şu-andaki” uzaklığını değil,
ışığının bize ne kadar sürede ulaştığını söylerler. Böyle olunca da çoğu insan
bu rakamın gökadanın bize olan uzaklığı olduğu zannına kapılır. O zaman, 12 milyar
ışık yılı mesafede olduğu dillendirilen (ya da daha düzgün ifâdeyle, ışığının
bize ulaşması 12 milyar yıl süren) bir gökada gerçekte bizden ne kadar
uzaktadır?. Şimdi örnek gökada ile ilgili bilgilerimizi gözden geçirelim önce;
Işık gökadadan bize ne
kadar uzaktayken yola çıkmıştı: 2.5 milyar ışık yılı.
Genişleyen evrende
bize ulaşması ne kadar zaman aldı: 12 milyar yıl.
Işığın ulaşması 12
milyar yıl sürmüş olsa da, şu-anda ne zamanki hâlini görüyoruz: 12 milyar yıl
önceki.
Peki ışık yola
çıktığında bizden 2.5 milyar ışık yılı uzaktaki galaksi, şu-anda “gerçekte” ne
kadar uzaktadır bizden: Yaklaşık 30 milyar ışık yılı.
Yâni, ışığı bize 12 milyar yılda
ulaşan gökada, “şu anda” bizden 30 milyar ışık yılı uzakta yer almakta. Ancak
biz onun bize 2.5 milyar ışık yılı uzaktayken gönderdiği, 12 milyar yıl önceki
“genç” görüntüsünü görebiliyoruz.
Yalnız, hiç-bir madde ışıktan
hızlı hareket edemiyorsa, bir zamanlar 2.5 milyar ışık yılı yakınımızda bulunan
12 milyar yaşındaki bir gökada bizden nasıl 30 milyar ışık yılı uzaklaşabiliyor.
Işık-hızında bile uzaklaşsa, şu-anda en fazla 14 milyar ışık-yılı uzakta olması
gerekmez miydi?. Evren genişliyor, genişleyen evrende gökada kümeleri bir-birinden
uzaklaşıyor. Bu da, evrende (büyük ölçeklerde) bir cismin alması gereken yol
sürekli uzuyor demektir.
Bu yol uzaması, yâni evrenin
genişlemesi o kadar büyük hızlardadır ki, kat etmeniz gereken mesâfeyi normâl
süresinden çok daha uzun sürede bitirebilirsiniz. Buradaki örnekte, bizden 2.5
milyar ışık yılı uzaktayken ışığı yola çıkan bir galaksi verilmiş. Fakat, ışık
yoldayken evren genişlemesini sürdürdüğü için, ışığının bize ulaşabilmesi 12
milyar yıl sürmüş. Bu sırada aynı galaksi ile aramızdaki mesâfe 30 milyar ışık
yılı olmuş. Neden?. Çünkü biz o ışıktan çok büyük bir hızla uzaklaşmışız.
12 milyar yıl önce evren şu-an
olduğundan çok daha küçüktü. 12 milyar yıl sonra da bu-gün olduğundan çok daha
büyük olacak. Unutmayın, bir cisim ne kadar uzaksa, genişlemeye bağlı olarak
bizden uzaklaşma hızı da o kadar artar. Öyle ki, yeterince uzaktaki galaksi
kümelerinin uzaklaşma hızı ışık-hızından bile fazladır. Bu, o galaksilerin
ışıkları bize asla ulaşamayacak anlamına gelir.
Peki
bizim gördüğümüz ışıkları nasıl açıklayacağız?. Çünkü evren sürekli
genişlediğine göre bir-çok galaksinin ışığı bize ulaşamaması gerekir. Peki
neden ulaşıyor?. Bunun nedeni bir “genişleme”nin olmamasıdır. Çünkü dediğimiz
gibi; Genişleme olduğunu varsaydığımızda bir-çok galaksi-yıldızın ışığı bize
ulaşamazdı ve evren de daha karanlık olurdu. Böyle olmadığına göre Genişleme
Teorisi yanlıştır ve evrenin aydınlık olması ve kâinâtın muazzam bir resim
vermesi, genişlemeden değil, “döngü”dendir. Evrendeki tüm yıldızlar-galaksiler
döngü hâlindedirler ve bir yere uzaklaştıkları falan yoktur. Sâdece döngülerin
belli periyotlarda açılarına göre uzaklaşıp yakınlaşıyor gibi görünmeleri söz-konusudur.
Döngüde bize göre belli açılara geldiklerinde, gözlemlerimizde biz onları
bizden uzaklaşıyor gibi algılıyoruz. Belli bir zaman sonra döngüsel açıları
değiştiğinde onları yakınlaşıyor gibi gözlemleyeceğiz, aynen Andromeda
Galaksisi gibi. Yâni döngülerin açılarından dolayı bir yanılsamaya kapılıyoruz.
Oysa onlar sürekli dönüyorlar ve uzaklaşıp yakınlaşıyorlar. Bu başlangıçtan bêri
böyle olduğu için ışıkları bize ulaşabiliyor. Çünkü gerçek bir uzaklaşama
olmuyor.
Zafer Emecan:
“Bütün galaksiler mâdem bir-birinden
uzaklaşıyorlar, peki nasıl oluyor da bâzı galaksiler bir-birine çok yaklaşıp
çarpışıyorlar?. Nasıl oluyor da, bizden 2.2 milyon ışık yılı uzaktaki Andromeda
Gökadası bize yaklaşıyor ve milyarlarca yıl sonra çarpışacağı söyleniyor?.
Gerçek şu ki,
galaksiler bir-birinden uzaklaşmazlar. Bir-birlerinden uzaklaşanlar “galaksi
kümeleri“dir.
CL 0024+17 galaksi kümesi. Bu
küme, etkileşim hâlinde olan binlerce gökadanın bir-araya gelmesiyle
oluşmuştur. Bu-arada öyle iç-içe göründüklerine bakmayın, her birinin arasında
milyonlarca ışık-yılı mesâfe var.
Evet, galaksilerin hemen-hemen
tamâmı evrende kümeler hâlinde bulunurlar. Îzah edelim; irili-ufaklı 15-20
galaksi bir-araya gelerek küçük gruplar oluşturur. Bu küçük grupların da bir-kaç
tânesi bir-araya gelerek daha büyük galaksi-kümeleri meydana getirir. Onlarca,
yüzlerce galaksi-kümesi de bir-araya gelerek süper-kümeleri oluşturur.
Andromeda, Samanyolu, Üçgen
Gökadası ve onlarca cüce-galaksinin meydana getirdiği bizim “yerel gökada
grubumuz”daki galaksiler kütle-çekim etkileriyle bir-birine bağlıdır ve
bir-birlerinden uzaklaşmazlar. Bu durum, evrendeki tüm galaksi-grupları
için geçerlidir. Grup içindeki galaksiler bir-birlerinin kütleçekimsel
etkileri nedeniyle zamanla uzaklaşabilir, yakınlaşabilir, çarpışabilir veya
bir-birlerinin yörüngelerine girebilirler. Ama kolay kolay ayrılmazlar. Yerel
grubumuzun iki üyesi olan Andromeda ve Samanyolu, bir-kaç milyar yıl sonra birleşecekler.
Gökbilimciler “evren genişliyor,
galaksiler bir-birinden uzaklaşıyor” derken, galaksilerin değil, “galaksi
kümelerinin” bir-birlerinden uzaklaştıklarını söylemeye çalışırlar. Ancak, bu
bilgiyi belgesellerde, röportajlarda, sunumlarda veya basın açıklamalarında
verirken; karşısındaki muhâtabına yerel grupları, kümeleri, süper kümeleri îzah
etmek zorunda kalmamak için o kısımları atlayarak özet geçerler. İşte bu özet
bilgi, insanların aklında galaksilerin bir-birinden uzaklaştığı gibi yarı-yanlış
bir fikrin oluşmasına neden oluyor.
Peki niye galaksi-gruplarını
oluşturan gökadalar bir-birinden ayrılmazken, kümeler uzaklaşıyor?. Çünkü
galaksi-gruplarının üyeleri bir-birine görece yakındır ve kütle-çekim bunları
bir-arada tutar. Ancak, galaksi-kümeleri bir-birinden uzaktırlar ve aralarındaki
kütle-çekim etkisi, lafını edemeyeceğimiz kadar azdır.
Yâni, onlarca milyar yıl sonra
bile, yakın çevremizde bulunan galaksiler bizden uzaklaşmayacaklar. Ama, uzağımızdaki
galaksi-kümeleri ile aramızdaki mesâfe evrenin genişlemesi nedeniyle gittikçe
büyüyecek. Yüz milyarlarca, trilyonlarca yıl sonra bizler evrende sâdece içinde
bulunduğumuz galaksi-kümesindeki gökadaları görebileceğimiz bir yalnızlığa
bürüneceğiz” der.
Kozan Demircan, “mercek
etkisi”nden kaynaklanan bir yanılsamanın olabileceğini şu şekilde anlatır:
“Peki ya evren hızlanarak
genişlemiyorsa?. Ya bize öyle geliyorsa?. Bu durumda Karanlık Enerji ve evrene
ilişkin teorileri de gözden geçirmemiz gerekecek. Kozmolojideki son teoriye
göre, evren kabarcıklı bir yapıya sâhip olabilir; yâni dışarıdan bakıldığında
küçük görünen uzay bölgeleri aslında sanılandan çok daha büyük olabilir. Bu da
evrenin genişlediği yanılgısına yol açıyor.
Bilim
adamları evrenin binlerce galaksiyi içeren 100 milyonlarca ışık-yılı çapındaki
dev bölgelerinde bir-tür “kabarcıklar” olduğunu düşünüyor. Gökbilimciler
bunlara uzaktan teleskopla bakınca kabarcıklar dışarıdan göze küçük görünüyor.
Örneğin Hubble Uzay Teleskopu’nun çektiği derin uzay fotoğraflarında
kabarcıkları seçemiyor ve deyim yerindeyse “kâsenin içini” göremiyoruz.
Bir
başka deyişle aradaki büyük mesâfe nedeniyle çok uzaktaki galaksilerle
aramızdaki mesâfeyi doğru hesaplayamıyor ve uzayın derinliğini ölçemiyoruz. Bu da kabarcıklı evrenin
olduğundan küçük ve düz görünmesine, dolayısıyla evrenin tekrar hızlanarak
genişlemeye başladığı yanılgısına yol açıyor.
Evren-bilimciler
yaklaşık yüz yıldır evrenin genişlediğini biliyor. Bununla birlikte evrenin
Büyük Patlama’dan sonra ışıktan hızlı bir şekilde şişmesine rağmen (Şişme Modeli)
şişmenin âniden sona erdiğini ve evrenin ışık-altı hızlarda genişlemesinin de
gittikçe yavaşladığını düşünüyorlardı.
Oysa
on yıldan biraz uzun bir süre önce alışılmadık bir keşif yaptılar ve evrenin en
uzak bölgelerindeki galaksilerin bizden yakındaki galaksilerden çok daha hızlı
uzaklaştığını buldular. Ne kadar uzağa bakarlarsa galaksiler de o kadar hızlı
uzaklaşıyordu.
Bu
bir muammaydı. O zamana kadar evrenle ilgili olarak geliştirilen en basit ve
popüler modeller, evrenin genişlemesinin kütle-çekim kuvveti nedeniyle zamanla
yavaşlayacağını ve bir-gün genişlemenin tersine dönmesiyle birlikte kendi
üzerine çökerek yok olacağını gösteriyordu.
Kozmologlar yaz sonunda yeni bir
fikir ortaya attılar. Evrenin genişlemesi aslında hızlanmıyor, uzaydaki içi
dışından büyük dev kabarcıklar nedeniyle bize öyle geliyor. Buna göre evrenin
şimdiki genişlemesi basit bir optik illüzyon.
Finlandiyalı
astronomlar kendi matematik modellerini çıkardılar. Önce evrenin genişlediğini
gösteren standart modeli aldılar, sonra uzayın bâzı bölgelerine kubbe
biçimli kabarcıklar yerleştirdiler.
Böylece evrenin bâzı bölgeleri bize görünenden, yâni yüzey alanından daha büyük
bir hacme sâhip oldu: “Uzay-zamânın bâzı kısımlarını çıkardık ve [evrenin]
kenarında açılan deliğe tam sığan başka bir bölge yerleştirdik. Bu bölgenin
çıkardığımız kısımdan daha büyük bir uzaysal hacmi vardı” diyor Lavinto.
Dünyâ 415-417 km yüksekten düz görünüyor, o kadar uzaktan
bakınca Dünyâ’nın en yüksek dağı olan Himalayaların 8.000 metreyi aşan
zirvesini bile seçemiyoruz.
Lavinto,
Uzaydaki boşluklarının evrendeki kabarcıklardan oluştuğuna inanıyor.
Elbette kabarcıklar uzay-zamanın dokusunda eğimli bir yüzey meydana getiriyor
(kürenin yüzeyi gibi yuvarlak bir alan). Bu da ışığın uzayda aldığı yolun
uzamasına yol açıyor.
Örneğin
uçaklar Dünyâ yuvarlak olduğu için aslında düz uçuş yapmıyor. Bunun yerine
Dünyâ’nın eğimli yüzeyini izliyor. Bu yüzden Dünyâ haritasını gösteren
kürelerin üzerine kırmızı gazlı kalemle üçgen çizerseniz, üçgenin iç-açılarının
toplamının 360 dereceden fazla olacağını görürsünüz. İşte ışığının yolunun
uzayda bu şekilde uzaması bilim-adamlarının evrenin hızlanarak genişlediğini
düşünmesi yanılgısına sebep olabilir.
Bilim-dünyâsının
içinde bulunduğu krizi görebiliyoruz. Fizik formülleri artık deney ve
gözlemlerle bu-gün fark edemeyeceğimiz kadar ince detaylar içeriyor. Bu-gün
matematik yapıyoruz, bilgisayar simülasyonu yapıyoruz ama gittikçe daha az
bilim yapabiliyoruz”.
Açıklama
büyük oranda doğru, fakat eksiktir. Bu eksiklik nedeniyle yanılsama devâm ediyor.
Süper-kümelerin içindeki galaksi-yıldızların hareketlerinden dolayı bir-birlerine
yaklaşıp-uzaklaşmaları söz-konusu olduğu gibi, kâinatta ufak bir göktaşından
galaksi-kümesine kadar “döngü”de olmayan bir varlık olmadığından, süper-kümeler
de döngü hâlindedirler ve süper kümelerin yaptığı dâiresel yada eliptik döngü,
onların, bizim de içinde bulunduğumuz süper-kümeye olan açılarına göre ve bizim
gözlemlerimize göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi gözükmesi nedeniyle bir
genişleme varmış gibi algılanıyor. Belki bir zaman sonra bize yaklaşmakta olan
bir süper-kümeyi gözlemleyeceğiz döngünün açısal durumdan dolayı. İşte bu
süper-kümelerin yaptığı döngü yüzünden, süper-kümelerin içindeki galaksi ve
yıldızlar da döngü dâhilinde oluyorlar. Tüm süper-kümeler, yaptıkları döngüler
yüzünden diğer süper-kümelere belli periyotlarda ve zamanlarda
yakınlaşıp-uzaklaşabilirler. Bir kümeye göre yakınlaşıyor gibi görünürken,
diğer bir kümeye göre uzaklaşıyor gibi görünebilirler döngünün mecbûri açısal
noktalarından dolayı. Dolayısı ile süper-kümeler de döngü hâlindedir ve aslında
kâinâtın kendisi bile döngü hâlindedir. Bu döngüdür bizi yanılsamaya düşüren ve
yanlış algılatan.
Hubble sâbitinin sonucuna baktığımızda “evrende
belirli bölgelerin bir-birinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi aşmıştır” denir.
Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok uzaktaki ışık-hızında
uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman ulaşamaz. Fakat
ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları bize ulaştığına
göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında olan bir genişleme
teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.
Evrendeki dinamizm, evrenin
genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü, osilasyonik
bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde ilerlemesinin
bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa dönmesine benzer.
Evrenin çekim-gücüne rağmen neden
çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.
Kâinât, maddesel bir “kapalı-evren modeli”ne
daha uygundur. Döngülerden kaynaklanan değişiklikler kâinâtın kendi içinde
gerçekleşir.
Yine genişleme teorisine göre evrenin en
sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk
olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün
gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).
Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk
başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”?
(Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi
genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu
soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için).
Seyyid Kutub’un dediği gibi; “İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce
oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve
yeteneği söz-konusu değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması
mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah
tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir.
Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir
döngü hâlinde mi? Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor
zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede: “Düz bir hareket kâbil olmadığı gibi anlamlı da
değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini tamamlama imkânı yoktur” denir.
Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân)
nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o
mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst
olabilir.
Bilim-adamları daha
kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba
katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez.
Belki de “büyük patlama teorisi” de; “ilk başta ne vardı?” sorusunun
sorulmaması ve bu konuya merak salınmaması için uyduruldu. “İlk başta ne vardı?”
sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası
sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar.
Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:
“Yaratılmış ve yaratılacak her-şey, sığabileceği bir yere,
içinde vâr-olabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her mekân,
içinde yer alabileceği kendinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak
biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da
sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak “bütün
mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap aramaya
başlıyoruz.
Günümüzdeki bilimsel anlayış bu sorunun cevabını vermek
bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın
genişlediğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde
gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne
olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların
korktukları bir menzil, onların korktukları bir sorudur bu!.
Neden korkuyorlar?
Çünkü bu soruya, Allah'ı dikkate almadan verebilecekleri
hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap,
mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.
Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, uzay neyin içinde
sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konudaki son soruya verilecek son cevap,
yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.
O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son
soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde”?
sorusudur.
Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün
içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân
ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.
Peki büyük arş neyin içinde?
İşte son soru bu!
Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ
ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç değilim”
buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık
cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir
soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları
içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının
bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratılmış hiç-bir
maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben
yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte bizler de bu ilâhi
buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.
Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47.
âyeti yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında
kullanma gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına
da gelir. Bilim! karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.
Bakınız Mevdudi, ilgili âyet hakkında
kelimenin iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...
“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten”
demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü,
birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim
gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi
tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?
İkincisine
göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp
bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât
içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle
güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz
sanabilirsiniz?”.
Fahruddin Er- Razi “mûsiun”
kelimesini şöyle tefsir etmiştir...
“Mûsiun”
kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:
a) Bu ifâde, “genişlik”
maddesindendir. Yâni, “Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya
ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde
genişlettik” demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir binâ ise
şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiç-bir usta yapamaz. Zîrâ
onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve bir-birlerine bitişinceye
değin cüzlerinin bir-biriyle temasa geçebileceği bir âleti bulundurmaya
muhtaçtırlar.
b) Bu ifâde, “Kâdir
olucularız..” anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, “Allah hiç-bir nefse gücünün
yettiğinden başkasını yüklemez” (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda
olup, yâni, “ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...” demektir. Bu hususta
bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda
bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir.
Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, “Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini
yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye
de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini
yaratmaya kâdir değil midir?” (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.
c) Bu
ifâde, “Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz” mânâsındadır.
“Mûsiun”
kelimesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler “güç yetiren ve
kâdir”, bir başka görüşlerinde de “bol rızık veren” anlamını vermişlerdir. Kur’ân'ın
garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276 h/889 m) ve ondan sonra
Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m ) de bunu “Allah'ın güç-sâhibi olması”
şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da
bunu destekler.
Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti:
“Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret
sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri yapmıştır:
“Bir de
semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati't-tefsir”dir.
Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye
tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir
üslûbda, lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.
EYD, “yed”
kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud'u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla”
(Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması
daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin
muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz
rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah'tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti
ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki
mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve
kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok
genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne
de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O'nun kürsüsü
gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi
de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları
genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan,
ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.
Görüldüğü gibi bu âyete,
“evrenin genişleme teorisi” yanılgısına paralel bir tefsir yapmak şart değil. Elmalı’lı
örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve zâten âyetin
kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi Yazır bu âyeti
tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.
Mûsiun kelimesinin geçtiği âyetin tefsiri
“Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde Hadid 4. âyettir: “Gökleri ve
yeri altı-günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O'dur. Yere gireni, ondan
çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle berâberdir,
Allah, yaptıklarınızı görendir” (Hadid
4).
Kur’ân’ı modern
kavramların/batılı kavramların etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca
varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve
kavramların etkileri vardır. Bu tarz çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak
kalmaya mahkûmdur.
Müslüman bilim-adamları
ve tefsircileri, Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle
tefsir ettikleri için bu sonuca (genişlettik) varıyorlar. Metni bu şekilde
çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır.
Bu tarz çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.
Yine genişleme teorisine göre evrenin en
sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk
olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün
gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).
6-
Mesâfe Ölçümleri
Evrendeki uzaklıkları nasıl
ölçüyorlar? El-cevap: Tahminle. Zan ile.
Meselâ bir yazıda, bulunan
en uzak galaksi için şunlar yazıyor:
“Dünyâ’ya 30 milyar ışık-yılı uzakta olan
galaksinin, Büyük Patlama'yı izleyen döneme ışık tutması bekleniyor. Evren'in
kıyısından ışığın bize ulaşması uzun zaman aldığı için, biz bu galaksiyi 13,1
milyar yıl önceki hâliyle görüyoruz. Fakat evren genişlediği için Dünyâ’ya
uzaklığı 30 milyar ışık-yılı olarak hesaplanıyor. Araştırmayı yürüten ABD Texas
Üniversitesi'nden Steven Finkelstein, “bu tespit ettiğimiz en uzak galaksi ve
onu Büyük Patlama'dan 700 milyon yıl sonraki hâliyle görüyoruz" dedi. Uzak
galaksiye z8_GND_5296 adı verildi.
Gök-bilimciler, galaksinin rengini
inceleyerek Dünyâ’dan ne kadar uzakta olduğunu belirledi. Böylece bu
galaksinin bu-güne kadar tespit edilmiş en uzak galaksi olduğuna karar
verildi. Yeni galaksinin, Dünyâ'nın da içinde bulunduğu Samanyolu
Galaksisi’nin yüzde 1-2'si kadar bir kütleye sâhip olduğu ve ağır metâller
bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu galaksinin ilginç bir özelliği
de gaz ve toz bulutlarını Samanyolu'ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek
hızla yeni yıldızlar oluşturması.
Açık Öğretim Üniversitesi'nden Dr. Stephan
Serjeant ise, aşırı kızıl değişimler içeren galaksiler peşinde koşmanın heyecan
verici olduğunu, fakat zorlukları da bulunduğunu, bir-çok uzak-galaksi
iddiasının sonradan daha yakındaki yabancı yıldızlar olduğunun anlaşıldığını
vurguladı”.
Oysa bir de derler ki:
“Evrende uzaklığı görüntülenebilen en uzak yapı olan kuasar
ise, Dünyâ’dan 13.7 milyar ışık-yılı uzakta bulunur. Bu uzaklıktan daha
uzaktaki hiç-bir şey henüz görülememiştir”.
Bu tarz manşet laflara aldanmayın. Bunlar
boş gürültüden başka bir şey değildir. İnsanları oyalamak için uydurula-gelen
oyalama taktikleridirler. Aslında yaptıkları ölçümler %99 yanlış ölçümlerdir.
Sâdece Güneş Sistemi içindeki uzaklık ölçümleri yaklaşık sonuçlar verebilir.
Uzak yıldızlar ve galaksiler için yaptıkları ölçümler ve bu ölçümler için
kullandıkları yöntemler son derece basit ve mantıklı olmayan yöntemlerdir.
Aslen belli bir uzaklıktan daha ilerideki uzaklıkların ölçülmesi imkânsızdır.
Peki gök-bilimciler uzak yıldız ve
galaksileri ölçmek için hangi yöntemleri kullanıyorlar? Bu, bilimsel bir yazıda
şöyle aktarılır:
“Bilinen iki yöntemi ana-hatlarıyla aktarmak gerekirse;
birincisi üçgenleştirme (parallax), diğeri parlaklık ölçümü. İlkinde,
Dünyâ’nın, en yakın yıldız referansımız olan Güneş çevresindeki dönüşü
sırasında çizdiği yörüngenin kabaca dâiresel bir çapa sâhip olduğu kabûl
edilerek bu çapın iki ucundayken yapılan yıldız gözleminden elde edilen
açılar sanal üçgenin taban-açıları yerine konur ve trigonometrik çözümlemeyle 'yaklaşık'
uzaklık bulunur. İlk yöntem belli bir uzaklıktan ötedeki yıldızlar için
hassâsiyetini yitireceğinden, “parlaklık ölçümü” adı verilen ve ilk
yöntemde uzaklıklarını bulduğumuz "binlerce" yıldızın parlaklıkları
esas alınarak öte-yıldızların renk tayfındaki parlaklık dereceleriyle (kadir)
karşılaştırmaya dayanan bir teknik kullanılır.
Olayı basitçe anlatırsak; yıldızın renginden yola çıkarak
hangi sınıfta bir yıldız olduğu ve bu sâyede yaklaşık kütlesi hesaplanır.
Bu özellikte bir yıldızın parlaklığının hangi mesâfede ne kadar olacağı
hesaplanabilir. Bu durumda Dünyâ’ya ulaşan parlaklık belli olduğundan mesâfe
ortaya çıkar. Türkçede “salt-parlaklık” denilen, orijinâli "absolute
magnitude" olan ve bir yıldızın 10 parsec mesâfeye getirildiğinde hangi
parlaklıkta olacağını gösteren değer (M) ve şu-anki parlaklığı (m) ile
ilişkilendirilmiş formüller var. Bunlar yardımı ile uzaklık kolayca
hesaplanıyor. Tabi soruyu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir konu daha
var. Yıldızların uzaklığı bu şekilde hesaplanıyorsa, galaksilerin uzaklığı
nasıl hesaplanıyor? Burada da Hubble yasasından faydalanılıyor. Galaksilerin
ortalama bir parlaklığı var, evren sürekli genişlediğinden bizim galaksimiz ve
ölçmek istediğimiz galaksi birbirlerine göre belli bir hızla hareket etmelidir.
Bu da gözlenen galaksinin ışığında "kırmızıya kayma" (red shift)
denilen bir etki ortaya çıkarır. Kırmızıya kaymanın oranı evren genişleme
sâbiti ile ilişkilendirilip, oran bu ise bizimle bu galaksi arasında bu
kadar uzaklık olmalı gibi sonuçlara varılır. Bu hesaplar uçuk ve hatâya açık
görünse dâhi şu-an daha güvenilir bir yöntemimiz de yok..
Yakın çevremizdeki yıldızların uzaklıkları ‘’Paralaks’’ adı
verilen bir yöntemle bulunabiliyor. Bu yöntem keşfedilmeden önce kimse
yıldızların ne kadar uzakta olduğunu bilmiyordu. Dünyâ’nın yörüngesi üzerinde
birbirine en uzak iki noktadan (6 ayda bir) yapılan gözlemlerde, yakındaki
yıldızlar uzak yıldızlardan oluşan fonun önünde yer değiştiriyor gibi görünürler.
Bu yer değiştirme yıldızların bize uzaklığıyla ters orantılıdır..Yıldızın
uzaklığı trigonometri hesaplamaları kullanılarak bulunabilir. Paralaks
yöntemiyle sâdece 3.000 ışık yılı uzaklığa kadar olan yakın yıldızların
uzaklıkları bulunabiliyor.
Kırmızıya kayma yönteminin düşük duyarlılığı, paralaks
yönteminin de çok sınırlı bir uzaklığa kadar sonuç vermesi, bu yöntemleri
kullanarak evrenin genişleme hızını, dolayısıyla da yaşını duyarlı biçimde
bulmamıza yetmiyor. Bu konuda
gök-bilimcilerin önemli bir silahı daha var: Sefeid değişken yıldızları.
Sefeid’lerin çok önemli bir özelliği, ışıma güçlerinin “zonklama”
periyotlarıyla ilişkili olmasıdır. Işıma güçleri arttıkça, periyotları da uzar.
Periyodu ölçülebilen bir Sefeid yıldızının parlaklığı hesaplanabilir.
Parlaklığı bilinen bir yıldızdan bize ulaşan ışıma miktârına bakılarak ne kadar
uzakta olduğu bulunabilir.
Gök-bilimci Edwin Hubble, bu ilişkiyi gök-cisimlerinin
uzaklıklarını hesaplamada kullanmaya başladı. Hubble, öncelikle Andromeda
gök-adasının içindeki Sefeidleri gözledi ve gök-adanın uzaklığını yaklaşık
olarak 1 milyon ışık-yılı olarak hesapladı. O sırada Sefeidlerin özellikleri
çok iyi bilinmediğinden bu hesap hatâlıydı. Ancak yine de o zamanlar sanıldığı
gibi, Andromeda’nın Samanyolu’nun içinde bir gökcismi olmadığı anlaşıldı”…
Evet; yukarıdaki yazılar
bilimsel gibi görünse de aslında bilim ile alâkası yok. Dikkat edilirse
tahminden/zandan başka bir şeyden bahsedilmiyor. Yapacakları başka bir şey de
yok zâten. Şimdi:
1-Parallax
(üçgenleştirme) yöntemi ile sâdece yakın yıldızların, o da “yaklaşık”
uzaklıkları hesaplanabilir. (Aslında çok da yaklaşık değildir).
2-Parlaklık ölçümü (kadir) ile yapılacak
ölçümlerde ise yanlış ölçüm kaçınılmazdır. Çünkü evrende her cisim bir
diğerinden etkilenir. Bu etkilenmede en çok itim-çekimden dolayı
ışıkları/parlaklıkları etkilenir. O yüzden bize, doğru ve gerçek parlaklıkları
ulaşamaz.
3-Sefeid yıldızları ise, bu yıldızlar,
evrendeki her cisim gibi bir değişkenliğe sâhiptir. Her-zaman aynı durumda/parlaklıkta/hızda
vs. kalmazlar. Bu yüzden de her-zaman aynı sonuçları vermezler. Hem de ışığın
da çekimden etkilenmesi söz-konusu olduğundan, bu ışık/parlaklık/kadir bize net
olarak ulaşamaz.
4-Kâinâtta her-şey sürekli döngü-devinim
hâlinde olduğundan dolayı; sürekli yer değiştirdiğinden, bir-birlerinin
çekimlerinden etkilendiğinden, zamâna ve entropiye karşı mecbûren dayanıksız
olduklarından dolayı her zaman farklı sonuçlar vermek zorundalar.
5-Kâinâtta hiç-bir şey biraz-önceki
durduğu yerde değil. Hattâ uzaklık arttıkça, bulunduğu zannedilen yerdeki
görüntüsü sâdece hayâli bir görüntü olur. Belki de çoktan sönüp gitmiştir. Yâni
aslında olmayan bir şeyin ölçümü yapılıyor olabilir. Olmayan bir şeyin
ölçümünün kesin, hattâ yaklaşık bir sonuç bile vermeyeceği tartışılmaz.
6-Galaksiler arsındaki mesâfelerin
ölçülmesi imkânsızdır. Zîrâ (modern bilime göre) galaksiler bir-birlerinden
ışık-hızına yakın hızlarda uzaklaşırlar. Bu nedenle de yayılan ışıkları bize
ulaşamaz. Işıkları ulaşamayacağı için mesâfeleri de ölçülemez.
Binaenaleyh kâinâtta hiç-bir
şeyin (Güneş’imizin bile) uzaklığı, dolayısıyla yaşı doğru olarak hesaplanamaz.
Yapılacak tüm ölçümler, varılacak tüm sonuçlar kesinlikle doğru sonuçlar
olamaz. Fakat bu bilgiler yanlış da olsa, farklı alanlarda bize ufuklar
açabilir, yâni beyin jimnastiği ile geniş düşünmeyi öğretebilir ancak. Sâdece
böyle bir değerleri ve kıymetleri olabilir. Yoksa bilimsel olarak yanlış
sonuçlar verdiği için bilimsel bir kıymetleri yoktur.
7-Genişleme Merkezi
Bir başka yanılsama da şudur:
“Uzaktaki yıldızlara, galaksilere,
kuasarlara ve süper-kümelere bakarken aslında onların yâni evrenin geçmişine
bakıyoruz, en son göreceğimiz yer Big-Bang’in ilk ânıdır” diyorlar ve bu
düşünceyi Big-Bang’e delil olarak sunuyorlar. Genişlemenin bir merkezi mi var
ki? Evrenin neresinde olursak-olalım hep geçmiş görünür. Hâlbuki bizim “geçmiş”ini
gördüğümüz yıldızların/galaksilerin bulunduğu yerden kendi durduğumuz yere yâni
Samanyolu Galaksisi’ne baksak, burayı “gelecek” olarak görmeyiz. Yine “geçmiş”
olarak görürüz yada zannederiz. Kâinâtın hiç-bir yerinde toplu olarak çok yaşlı
ve çok genç galaksiler yoktur. Bu sebeple Meselâ 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta
gördüğümüz yer oranın 10 milyar yıl önceki hâli değildir, çünkü oraya göre biz
de 10 milyar ışık-yılı uzaktayız ve geçmişteyiz. Orası sâdece, bize 10 milyar
ışık-yılı uzaklıkta bir yerdir. Bu işin sonu yoktur, çünkü bu sâdece bir
yanılsamadır. Bu yüzden kâinâtın hiç-bir yerinden kâinâtın en “geçmiş”i
görülmez. Her yer “geçmiş”tir yada her yer “gelecek” tir. Biz en iyisi her yer “şu-andır”
diyelim. Allah yaratmanın her türünü bilir ve istediği gibi yaratır.
Müneccimler yıldızlardan bilgi alırlar ve
hayatlarını buna göre düzenlerler. Modern müneccimler olan gök-bilimciler de
yıldızlara/gök-adalara bakarak bilgiler alırlar ve bu bilgileri kesin bilgiler
olarak halka sunarlar. Yıldız/gök-bilimciler yâni modern müneccimler, sürekli
gökten/yıldızlardan bilgiler aldıklarını söylerler ama bu bilgiler kesin
bilgiler olamaz, çünkü kesin bilgi onlara kapalıdır. Kapalı olmasının nedeni,
sürekli bir döngünün olması, hâlden-hâle geçişin olmasıdır. Kesin bir yerde
durmadıkları ve kesin hızlarda olmadıkları için kesin bilgi de alamazlar.
Hâlbuki vahiy kesin bilgi kaynağıdır.
Bilim-adamları yâni çağdaş Firavun’ların
çağdaş büyücüleri, sahte bilimleriyle/yılanlarıyla halkı efsunluyor/büyülüyor
ve bu şekilde kandırıyorlar.
Kemâle doğru bir gidiş yok, kemâl içinde
bir gidiş vardır. Kâinâtın kendisinin bir hedefi yoktur. Hedef, şuurlu olan
insana hastır. Evren sürekli döner ve bu döngülerde değişimler olur. Fakat bu
değişimler niteliksel değil, niceliksel değişimlerdir. Maddî anlamda değil,
mânevi anlamda niteliksel değişimler olur. Kâinât, tamlığın kendi içindeki
devinimi olarak boyuna inkişâf eder. Bu oluşması gereken bir gâyenin tâkibi
değil, tamlığın kendi içindeki açılımıdır.
Zorunlu olan şey Herbert Spencer’in
dediği gibi “ilerleme” değil, “döngü”dür. Zorunlu bir döngü vardır ve bu
zorunlu döngü aslında nimettir. Evrim yok, tekâmül yok, aşama yoktur. Bunlar
sâdece yanılsamalardır. Sâdece döngü vardır. Döngüye bağlı olan değişimler
vardır. Bu yüzden de evrende yeni hiç-bir şey yoktur. İyiye doğru bir gidiş ve
ilerleme de yoktur. Termodinamiğin ikinci yasasına göre tüm kâinâtta zâten
böyle bir süreç vardır. Kâinât eksiksiz bir şekilde yaratılmış ve
yaşlanmaya/ölüme/bozulmaya doğru gidiyor. İnsan da böyle; zamanla
yaşlanmaya/bozulmaya doğru gidiyor. Sosyolojik alanda da böyledir. Sâdece bir
döngü vardır. Bu döngü spiral bir döngü değil, simetrik bir döngüdür. Simetrik
ama aynı yerden geçen çizgilerle olmaz bu. Mutlak anlamda aynı yerden geçen
çizgilerle tekrar eden bir döngü değildir. Mutlak anlamda aynı dönüş değildir.
Anlamsız bir döngü değildir bu. Her turda
yeni anlamlar açığa çıkar. Maddî olarak simetrik tekrarlar vardır. Fakat her
döngüde mânevi farklılıklar açığa çıkar.
İlerleme, sandığımız gibi yükselme,
gelişme değildir. İlerleme; çemberin etrafında ilerlemedir. Özel anlamda
ilerleme, modern bir düşüncedir, yanlış bir düşüncedir. Yanılsamadır.
Fizik-yasaları evrensel değildir. Evrenin
her yerinde aynı şekilde işlemez. Bunun anlaşılması için olasılık hesaplarına
ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur.
Kâinâtta her şey döngüseldir. Döngüsel
olmak zorundadır. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucu olduğundan ve madde
sürekli bir döngü hâlinde olduğundan dolayı zaman bile bir döngüdür. Döngüsel
bir durumdur. Bu yüzden kâinâtta bir yere doğru gitme yoktur. Belli zamanlarda
tekrarlanan döngülerin sonucundaki anlama ulaşmaktır amaç. Bilim ise sürekli
olarak bir yere gidildiğinden bahsederek olmayan bir hedefe kilitlenmiştir.
İlerleme diye bir şey yok. Nereye
ilerlenecek? Evet; sâdece “döngü” var. Bu döngünün bir sonucu olarak da: “keser
döner sap döner, bir gün gelir hesap döner”.
Bir “zen” ustası. “Hayat bir çizgi değil,
birbiri ardınca gelen “şimdi”lerden ibârettir” der.
Evet; evrenin bir genişleme merkezi
yoktur ve evren zâten genişlemez de. Mikrodan makroya evrensel bir döngü vardır
ve yıldız ve galaksiler bulundukları açılara göre bize uzaklaşıp
yakınlaşabilirler. Uzaklaştıklarında onlara bakarak evrenin genişlediğini
zannederiz ve her-şeyin her-şeye göre genişlediğini düşünürüz.
8-Tüme-varım
Pozitif-bilimin dayandığı, doğada
gözlemlenen düzenli nedensel ilişkilerin ilerde de geçerli olacağı (yâni
geleceğin aşağı-yukarı tahmin edilebileceği) ilkesinin dayandığı tüme-varım
ilkesi, mantıksal ve psikolojik bir yanılsamadır. Tüme-varımsal genellemeler
geçerli değildir, çünkü eldeki kanıtların ötesine geçememektedir. Tüme-varım
bilime temel olamaz. Buna karşı ileri sürülen matematiksel olasılık
(probabilite) kavramı bile bilimsel-bilgiyi doğrulamaz.
Deneysel bilimin, tüme-varımcı bilgi
yönteminin kurucusu Francis Bacon, deneye baş-vurmadığı, salt düşünsel bir
uslamlama olduğu için tümden-gelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel, tersine,
ancak tümden-gelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme
varılamayacağını savunmuştur. Ona göre ideâlizm için tek geçerli yöntem,
tümden-gelim yöntemidir.
Kâinât tüme-varım yönteminden ziyâde,
tümden-gelim yöntemine uygundur. Hipo-tezsiz/teorisiz bir tümden-gelim.
Tüme-varım yönteminde süreçler muntazaman doğru bir şekilde tâkip edilemez.
Özel-yargılardan genel-yargılara mutlak-doğru bir şekilde ulaşılamaz.
Genel-yargılardan özel-yargılar çıkarmak hem daha doğru hem de daha sağlamdır.
Tümden-gelimin doğruluk değeri kesindir. Çünkü bütün doğru ise parça da doğru
olmak zorundadır. Aksi durumda “yoldan sapma” kaçınılmazdır. Çünkü “eksik” olan
parça, “tam” olan bütünü açıklayamaz. Mâlik bin Nebi de: “Her türlü
tüme-varımsal sonuç hatâlı pozitivist bakış-açısıyla kavramsallaştırılmıştır”
der.
Aristo da tümden-gelimin sağlam bilgi olduğunu
söyler. Aristoteles’e göre bilime konu olan, zorunlu olmalı ve sıkça değişmemelidir.
Kâinâtta aşağıdan-yukarı bir açıklama
yapılamaz. Yukarıdan-aşağı açıklama yapmak bir referansa sâhip olunacağından
dolayı hem daha doğru, hem de daha yararlıdır.
Popper’a göre önemli olan,
bilim-insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması,
yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Popper’a
göre nihâi olarak doğrulama (tüme-varım sorunu nedeniyle) mümkün değildir.
9-Genel İzâfiyet Teorisi
“Einstein’ın izâfiyet
teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile
bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat
insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir
süre olduğunu apriori olarak biliyor.
Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü
gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden
durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada
madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin
(mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ,
post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur.
Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını
ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir
düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var
olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden
bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle
zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın
bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden
etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın
parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu
her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen
parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak”
yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin
içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin
yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür.
Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın
yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz.
Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.
Ali Şeriati:
“Zaman, mekândan îbârettir” der.
Evrenin çeşitli yerlerindeki
materyâllerin genel
durumları (kütle, dönüş-hızı vs.) oradaki zamânın özelliğini ve durumunu belirler. Orada zaman daha
yavaş ya da daha hızlı olabilir.
Hâki Demir:
“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum
fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan
(kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran
(veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.
Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır.
Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır.
Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir)
ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de
harekette mahfuzdur” der.
Evet; her şey anlamını “hareket” ile
bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin
hareket etmesidir.
Meselâ ölüm hâlinde mutlak bir
hareketsizlik durumu olduğundan, artık onun için bir zamandan bahsedilemez.
Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık.
Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme
gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür.
Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.
Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin
merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük
kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük
kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine
baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat; Newton’dan
yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton kuramını
büyük ölçüde yıkıp kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre;
kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim
gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu
söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli
maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için,
daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Bu iki teori de mutlak
olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.
Biz ise kütle-çekimin şu şekilde
oluştuğunu söylüyoruz:
Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir.
Yâni her-şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda
olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında
çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat
materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde
ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü
döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir
alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim
denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü yavaş
olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük
olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından
çekilecektir.
Kütle-çekim denilen şey budur ve bir
parçacığın kütle-çekime neden olduğunu sanmak yanılsamadır ve yanlıştır. Evet;
kütle-çekim bir sonuçtur; maddenin hareketinden/döngüsünden kaynaklanan bir
sonuç. Bu nedenle bunu açıkladığını zanneden Einstein’in Genel İzâfiyet Teorisi
yanlıştır.
10-Özel İzâfiyet Teorisi
Enerji hiç-bir zaman maddeye
dönüşmemiştir/dönüşemez. Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle
maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu
nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde
hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez,
sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar
ayrışır.
Tersi bir durumda, yâni enerjinin hızını
yavaşlattığınızda, meselâ soğuttuğunuzda ise enerji maddeye dönüşmez, yâni
madde olmaz. Zâten enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Çünkü daha enerjinin
ne olduğu da bilinen bir-şey değildir. Ondaki güç nedir ve nereden gelir?. Bu
henüz bilinmiyor. Bilim maddeyi madde-ötesine,
enerjiye kısmen dönüştürebildi. Buna karşın henüz (ve hiç-bir zaman) madde-ötesine,
yâni enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâli olan madde hâline
dönüştürmeyi başaramadı.
Enerjinin maddeye
dönüşmesi için “imkânsızdır” dense yeridir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Enerjinin maddeye dönüşmesi olgusuna gelindiğinde, gene
E=mc2 denklemine başvurup, bunda m’in değerini bulduğumuzda; m = E /c2 eşitliğini elde ederiz.
Bundan
anlaşılan, enerjiyi ışık-hızının karesi kadar ufaltırsak, başka bir deyişle
enerjiyi ışık-hızının karesi kadar yuğunlaştırırsak (teksif edersek) maddeye
çevirebileceğimizdir. (Tabi bu ancak
matematik bir sonuçtur ki, matematik sonuçların çoğu somutlaştırılamaz.
H.G.)
Bu-günkü
günde çevremizde bu tür bir eyleme rastlamıyoruz. Bunun nedeni belki böyle bir
sürecin yollarının henüz bulunamamış olmasıdır!… Ancak burada akla hemen “Uzay Yolu” filminde
gösterilen “ışınlanma” tekniği
akla geliyor. Çünkü, bir fiction olarak, bu teknikle maddenin bir yolla
enerjiye dönüştürülüp, sonra uzak bir mekânda bu enerjinin tekrar madde hâline
getirildiği anlatılmaktadır. (Yâni ancak
filmlerde olur. H.G.).
Filmde fiction olarak verilen bu olay üzerinde çalışan
günümüz bilim-adamları vardır. Bunlardan biri de Malezya, Penang
doğumlu Dr. Ping Koy Lam’ dır.
17
Haziran 2002’de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian National
University-ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi, bir laser
ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka bir noktada
tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Böylece günümüzde büyük cisimlerin
değil, hele biyolojik varlıkların hiç değil, ama atomların ışınlanabileceği
gösterilmiş oldu. (Atom zâten bir
enerjidir. Somut bir madde değildir ki. H.G.).
Ancak Dr. Ping Koy Lam, verdiği bir konferansta, insanların
ışınlanması konusunda daha ışık-yılı ölçüsüyle pek çok geride olduğumuzu
söyledi.
Çevremizde doğal bir olay olarak da enerjinin maddeye
dönüşebildiğini gözlemleme olanağımız yok. Çünkü böyle bir süreç yok!…
Ama doğada bir tek kez
enerji maddeye dönüşmüştür. O da herkesin “Big Bang=Büyük Patlama” diye bildiği, evrenin oluşumu
sırasında gerçekleşmiştir. (Big-Bang
denen bir olay hiç-bir zaman gerçekleşmemiştir.
Olmamış olan bir olay ile, olmayacak olan şey açıklanamaz. http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html H.G.).
“Büyük Patlama” nitelemesi bizce
rastgele söylenmiş bir sözdür. Bu olaya aslında “Büyük Oluşum” demek gerekirdi. Çünkü meydana gelen olay
alelade bir denetimsiz patlama olayı değildir. Böyle olsaydı meydana gelen
madde yapıları, eylemsizlik ilkesi uyarınca,
çok büyük bir hızla uzaya saçılır gider, belirli bir evreni oluşturamazlardı.
Oysa
süreç sırasında ortaya çıkan maddî varlıklar denetim altında belli
bir güçle, belli bir hızla bir-birlerinden uzaklaştırılmaya başlanmıştır.
Evrende olan bu denetim altındaki genişleme günümüzde de gözlemlenmektedir.
Maddenin,
mekânın, zamânın vâr olmadığı bir dönemde, uzay araştırmaları uyarınca, bizim
zaman ölçülerimize göre bundan 15 milyar yıl önce, bâzılarına göre ise 30
milyar yıl önce, türünü, niceliğini, kaynağını bilemediğimiz bir enerji, gene
niteliği ile niceliğini bilemediğimiz bir güçle sıkışarak (teksif olarak)
maddeyi, demek ki evreni yapan yıldızları meydana getirmiştir. “Büyük Oluşum” dediğimiz budur”.
Gerçekleşecek olan şey sâdece, maddeye
yapılacak bir müdâhalede maddedeki enerji açığa çıkar. Yâni enerji maddenin
özünden ayrılır. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor
zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün bir şey değildir. Böyle
bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Farklı bir madde,
aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması
netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz
anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.
Yanılsamalarla dolu olan
bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2
de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye
dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten
ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir
zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun
enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı
verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma”
olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer
şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde
yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron
gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom
parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde
yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye
dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve
enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir.
Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla
netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin
delîlidir.
Ernst Mach, Maddenin atomik yapılardan oluştuğuna
ve izâfiyet teorisinin tamâmen yanlış ve dogma olduğunu söyler. Aynı şekilde Ernest Rutherford, O da nükleer
enerjinin ulaşılmaz olduğunu düşünüyordu ve izâfiyet teorisine de asla
inanmıyordu.
İbn-i Sîna; Astroloji ve simyâya îtibâr
etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup-olmadığını yapmış olduğu deneylerle
araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sînâ'ya göre, her
element sâdece kendisine özgü niteliklere sâhiptir ve dolayısıyla daha değersiz
metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.
E=mc2, modern bir düşünce
değildir ve bir yunan düşüncesi olan, yeni-eflâtunculuktan ilham alır. Bu
formül yeni-eflâtunculukta şu şekilde açıklanır: “Özdek tin’in ürünüdür ve
fenomenler özsel olarak tinseldirler”. Yâni; “madde rûhun ürünüdür ve görünenler
(madde) öz olarak rûhturlar (enerji). Tabi yeni-eflâtunculukta enerji yerine
tin=rûh deniliyor.
Netîcede Einstein’in E=mc2 diye formüle ettiği Özel
İzâfiyet Teorisi de yanlıştır.
11-Termodinamiğin
1. Yasası (Enerjinin Korunumu)
“Allah ile berâber başka bir ilaha tapma!. O’ndan başka ilah
yoktur. O’nun “yüzü”nden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm
O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz” (Kasas 88).
“Üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikram sâhibi olan
Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahman 26-27).
Âyette;
“Allah’tan başka ilah yoktur, bu sebeple Allah ile birlikte başka sözde-ilahlara,
yâni “yok olmayacak zannedilen”lere tapmayın” deniliyor. Termodinamiğin 1.
yasasına göre madde-enerji yok olmaz. O hâlde madde-enerji -hâşâ- ilah mıdır?. Yok
olmayan şeye ne denir?. Allah’ı yok sayan modern-bilim, (insan mâbudsuz
yapamayacağı için) kendisine yeni ve modern-popüler ilahlar buluyor ve o
ilahlara sûni anlamlar yüklüyor ve madde ve enerji için diyor ki: “Yok olmaz”.
Bu, madde ve enerjinin ilah olduğunu söylemek anlamına gelir. Madde ve
enerjinin yok olmayacağını kabûl etmek, madde-enerjiyi ilah kabûl edip tapmak
anlamına gelmiyor mu?. Oysa Rahman 26-27’de de söylendiği gibi; “Allah’tan
başka her-şey yok olucudur”.
Termodinamiğin
1. yasasına göre “enerji yoktan vâr edilemez ve yok edilemez, sâdece bir
şekilden diğerine dönüşür” demek de, madde-enerjiyi ezeli ve ebedî îlan etmek
demektir ki, ebedilik ancak Allah’a mahsustur.
“Evrenin
bir başlangıcı, sınırı, sâbit bir kütlesi var ise, maddenin korunumu kânununa
göre bir kaynağı olması gerekir. Maddenin korunumu kânununu doğru yorumlarsanız
bu kaynağın kütlesiz bir enerji olması gerektiği sonucuna varırsınız. Bu enerji
kütlesiz olduğundan sonsuz olmalı, ezelden gelip ebede gitmelidir” denir.
Ali Fuat Demir:
“İlgili yasanın fiziksel ifâdesi şu şekildedir: ‘Elimizdeki enerjinin
bir-kısmı ile iş yaparsak, geriye kalan enerji ile yaptığımız iş için
harcadığımız enerjiyi toplarsak, başlangıçta sâhip olduğumuz enerjiye
ulaşırız’.
Fakat bu önerme sâdece enerji için değil, bir-çok özel durum için
geçerlidir. Örneğin cebimizdeki 10 liranın 4 lirasını kahve içmek için
harcarsak, geriye 6 liramız kalır. Kahve için harcadığımız para ile, geriye
kalan paramızı toplarsak ilk-başta sâhip olduğumuz parayı elde ederiz.
Enerjinin Korunumu Yasası
bir yorumdur ve unutmamak gerekir ki, henüz teorik olarak kanıtlanamamıştır”
der.
Bu yasa kabûl
edildiğinde, “yoktan yaratılma” kabûl edilemez, çünkü varlık “yok olmayan bir
enerji”den oluşur bu yasaya göre. Yok olmayacak olan şey “ilah” olacağına göre,
bu yasaya göre madde ilahtır. Bir yazıda:
Her nefis ya
da şey ölümü tadacaktır. Madde ve enerji de ölümü yâni yok olmayı tadacaktır. Yapısı
bozulmayacak olan yâni yok olmayacak olan bir-şey kalmayacaktır. Ölecek olan
ise ezelî olamaz. Ancak ezelî olan yok olmaz. Tek Ezelî Olan vardır, o da
Allah’tır. Allah’tan başka “bâki” yâni sonsuz yoktur, olamaz. Sâdece O’nun yüzü
(zâtı?) bâki kalacaktır. Diğerleri “fâni” oldukları için “fan”=”yok” olacaklardır.
Bir şeyin yok olmayacağını söylemek onun “mutlak” olduğunu söylemek demektir ki
şirk budur. İşte; Termodinamiğin 1. Yasası olan Madde-Enerjinin Korunumu
Kânunu, madde-enerjinin yok olmayacağını söylemekle maddeyi-enerjiyi
ilahlaştırmış ve şirke düşmüş oluyor.
Allah’tan
başka her-şey yok olacaktır ve yok olmak zorundadır. Bahsedilen yok-oluş sâdece
kıyamet zamânında değil, her-an olmaktadır. Meselâ teoriye göre büyük yıldızlar
ömürlerinin sonunda içlerine çökerek ölçülemeyecek kadar büyük bir çekime mâruz
kalırlar ve kara-delik hâline gelirler. Fakat kütleleri zamanla artan bu
kara-delikler nihâyetinde kendi çekimlerine de dayanamayıp patlayıp yok
olurlar.
Yok olmak, bir
şeyin başka bir şeye dönmesi demek değildir. O başka bir konudur. Meselâ su,
buhara ve enerjiye döner. Fakat kâinatın enerjisi sonsuz değildir ve
yavaş-yavaş azalmaktadır ve sâdece Allah’ın bileceği bir zamanda da bitecektir.
Termodinamiğin
1.yasası olan Enerjinin Korunum Yasası’nın yanlış olduğu, Termodinamiğin 2. Yasası
olan Entropi Yasası’yla ortaya çıkar. Termodinamiğin 2.yasası ihlâl edilmeden
1. yasa savunulamaz. Şöyle denir: “Termodinamiğin ikinci yasasına göre tersine
işlemler gerçekleşemez. Meselâ siz bir bardağı düşürdünüz ve kırdınız. Kırılan
parçalar geri gelip birleşemez. Entropi düzensizliği her zaman artar. Aslâ
azalmaz. Bu yasaya göre devamlı olarak evrenin entropisi artmaktadır. Öyle bir
entropi artışı olur ki, bir-zaman sonra artık entropi “geri dönüşüme” izin
vermez. Bozuluş kaçınılmazdır ve en nihâyetinde de geri dönüşümü olmayacak olan
bir nihâi bozulma gerçekleşecektir.
Kara-deliğe
giren nesne kaybolduğu zaman onun entropisi de kaybolur ve bahsedilen yasa
çiğnenmiş olur. Kara-delikler içine aldığı şeyi yok eder. Kara-delik
yuttuğundan daha fazla kütle kaybettiği için eninde-sonunda yok olacaktır. Bir
kara-delik yok olduğunda ona giren tüm her-şey de yok olmuş oluyor. Bu da “madde
yok olamaz” ilkesine ters düşüyor. Tekillikte yer-çekimi sonsuza ulaşıyor. Bu
yüzden tekilliğe ulaşan her-şey yok oluyor. Zâten tekillikte her-hangi bir yasa
da kalmıyor.
Madde ile
anti-madde çarpışırsa bir-birini yok eder. Eğer bir gökada başka bir gökada ile
çarpışırsa bir-birlerini yok edeceklerdir. Burada bahsedilen “yok oluş”, o
şeyin başka bir şeye ya da enerjiye dönmesi demek değildir. Anlatılamayan fakat
gözlemlenen bir durum vardır ortada. Devir-dâim eden şeyin enerjisi,
anlaşılamayacak şekilde yok oluyor. Meselâ iki bardak düşünün. Biri taşma
seviyesinde su ile dolu olsun. Bu bardağı boş olan bardağa dökelim, sonra
tekrar aynı bardağa geri boşaltalım ve bunu sürekli tekrarlayalım. Beli bir
denemeden sonra baktığımızda ilk-başta neredeyse taşma durumunda olan
bardaktaki suyun, artık taşma noktasında olmadığını gözlemlemeye başlarız. Su
buhar olarak yok olup gitmemiştir. Harekete yâni döngüye mâruz kaldığından
harcanmıştır. Devinime mâruz kalan su “yok olmuş” yâni harcanmış olan sudur.
Demek istediğimiz şu ki; hareket eden şey zamanla yok olur-oluyor.
Meselâ zaman da harcanıyor ve yok oluyor. Zâten zaman hareketin-döngünün bir
sonucudur. Hareket başladığında zaman başlar ve hemen ardından bir-an önceki
zaman yok olur.
Allah kâinatı
“hak” ile yaratmıştır fakat “el hak” ile olan bir yaratılış değildir bu. Bu
nedenle madde-enerji dayanıksız değildir, sağlamdır; fakat bu sağlamlık hiç
yıkılmayacak-bozulmayacak sağlamlıkta değildir. Her-şeyde olduğu gibi onun da
bir süresi vardır ve o süreyi aşamaz. En nihâyetinde kıyâmete dayanamaz ve yok
olur gider.
Evet; Madde ve
enerji “mutlak gerçek” değildir ki yok olmasın. Madde ve enerji “hak”tır fakat
“el hak” değildir. Yok olmayacak olan sâdece Mutlak Gerçek (El Hak) olandır ki
O da Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
12-Işık-Hızında
Gidilince Zaman Yavaşlar
Genel
Görelilik Teorisi kapsamında söylenen; “hız arttıkça zaman yavaşlar” düşüncesi
bir yanılsamadır. Zâten teoride-düşüncede ve matematiksel olarak böyle bir sonuç
çıksa da, bu teori hem pratiğe dökülemez ve hem de pratikte aynı sonuç çıkmaz.
Çünkü kâinâtın her yerinde aynı zaman işler gözlemciye olan insana göre.
Pratikte tüm sonuçlar farklı çıkar. Pratik, teorik önermelerin dediği ve
gösterdiği çıkmaz hiç-bir zaman. Çünkü pratiğin anlam ve eylem açısı ve aralığı
çok daha geniştir. Bir teoriye tek bir pratik uygulanabilir fakat bir pratiğin
bir-çok yorumu yapılabilir. Zamân ölçüsünü belirleyen bir kriter yoktur
kâinatta ve çeşitli zaman-aralıkları vardır. Meselâ hassas bir aralıkla pulse
atan pulsarlar gibi. Çok hassas fakat farklı aralıkta olan sinyal odakları
vardır. Zamân için ölçü koyan varlık insandır ve bir insan diğer bir insana
göre “gerçek anlamda” farklı bir zaman ölçümü yapamaz. Hele ki mevcut dünyâda
kullanılıp duran zaman-ölçüsüne göre psikolojik bir hissedişten başka gerçek
anlamda farklı bir zaman-durumu çıkmaz ve belirlenemez.
Bu önermenin
deneyi olarak gösterilen “ikizler paradoksu”na göre; Uzaya gönderilen kardeşlerden biri yüksek hızlı bir roket tarafından
uzaya fırlatılmış ve orada bir seyahate gönderilmiştir. Uzun bir zaman sonra
evine döndüğündeyse ikiziyle yaş ve vücut olarak büyük bir farklılık ile
karşılaşmıştır. Dünyâ’da kalan ikizin daha hızlı yaşlandığı, çünkü Dünyâ’daki
zamânın daha hızlı aktığı düşünülmektedir. Bu deneyin kökenleri Einstein’ın
İkizler Paradoksu’na gidiyor. İkizler deneyinde biri roketle yıldızlara doğru
yüksek hızla ilerleyen, diğeri Dünyâ’da kalan ikizlerin zamana karşı değişimi
inceleniyor. Enstein’ın genel görelilik teorisine göre uzaya giden ikizin,
Dünyâ’ya döndüğünde kardeşinden daha genç olması gerekiyor. Çünkü “hız arttıkça
zaman yavaşlar” deniliyor. Hâlbuki zaman, maddenin bir sonucudur ve bir şeyin
zamânı, bağlı olduğu maddeye göredir. Zaman her zaman, maddenin hemen
yanı-başındadır. Madde hangi hızda hareket ediyor olursa-olsun zaman da o hızda
hareket etmiş olacaktır, yâni hız arttıkça zaman yavaşlamayacak, tam-aksine
artacaktır. Fakat bu da düşünsel anlamda böyledir. Dünyâ’daki gözlemci 100 km.
hızla giden bir nesneyi de, 1.000 km. hızla giden nesneyi de kendi orijinâl
zaman-bilincine ve gözlemine göre yorumlayacağından, iki nesne için de aynı zamanda
ne kadar yol aldığını hesaplayacaktır. O hâlde hız arttıkça zaman yavaşlamaz,
sâdece mesâfeler kısalır. Yâni bir yerden diğer bir yere daha az zamanda
ulaşılır. Bu da bir yanılsama olarak zamânın yavaşladığını hissettirir.
İkizlerden biri
hangi hızda giderse gitsin, ikiziyle ile aynı yaşta ve zamanda olur ve üçüncü bir
gözlemci, ikizlere baktığında bir fark göremez. Bu nedenle bu durum, bir
zamanlar insanların kafasını çok karıştıran ve güyâ cevâbı yok gibi görülen bir
soruya benzer: Üç tâne işçi, 1.000’er lire vererek 3.000 liraya bir karpuz
alırlar. Fakat o sırada manavda manav-sâhibinin oğlu vardır. Bir-süre sonra
babası gelince oğluna “ne sattın” der. Çocuk da 3.000 liraya bir karpuz
sattığını söyler. Babası “fazla para almışsın, 3.000 lira değil, 2.600 lira
alman gerekirdi, al şu 400 lirayı adamlara geri ver” der. Çocuk 400 lirayı eşit
şekilde paylaştıramayacağını düşündüğünden, adamların her birine 100’er lira
geri verir ve dördüncü 100 lirayı da cebe atar. Şimdi soru şu; Bu durumda
adamların her biri karpuz için 900’er lira vermişlerdir. 3X900=2.700 lira eder.
100 lira da manavın oğlunda vardır, 2.900. Peki kalan 100 lira nerededir?.
Bir-türlü cevap bulunamaz. Buradaki sorun, matematiğin yorumlanma şeklinden
kaynaklanır. Hayâli bir gözlemciye göre olan bir değerlendirme yapılması, bu
önermenin yanlışlığıdır. Sanki ikizlerin her biri için aynı-anda ve duyguda bir
gözlemci varmış gibi farz edilmiştir. Hâlbuki öyle bir gözlemci yoktur ve bu
nedenle de böyle bir değerlendirmeden bahsedilemez. İkizlerden hiç-biri böyle
bir zaman farkını kabûl etmezler. Matematiksel bir yanıltmadan kaynaklanan bir
yanılsamadır bu. Aslında her ikiz için de aynı zaman geçmiştir. Bu nedenle ikisi
de aynı yaşta ve görünümde olur. Tabi ışık-hızının %99’una ulaşan ikizlerden birinin,
çeşitli nedenlerden dolayı artık yaşayamayacağından, Dünyâ’daki ikiziyle
karşılaşması söz-konusu değildir.
Saatte 108 km.
hız ile giden bir araba 0.03 km/s yapar. Yâni ışık-hızından 100.000.000 kere daha
yavaştır. Dolayısıyla ışık-hızına ulaşırsak bile 1/100.000.000 sâniye zaman
geçmiş olacaktır. Yâni değişen zaman, sözünü etmeye değer olmayan bir zaman
olacaktır ki insan bunu hissedemez bile.
Bir yazıda
şöyle denir:
“İkizler paradoksunda “aksayan”
nokta, füzeyle giden ikizin belirli bir anda geri dönmüş olduğunun unutulmuş
olmasıdır; zîrâ ikizler tekrar Dünyâ’da buluşmuşlardır. Oysa, geri dönmek
yavaşlamayı ve/veya yön değiştirmeyi gerektirmektedir. Demek ki füzedeki ikiz
her zaman düzgün doğrusal hareket yapmamış, yönünü değiştirmiştir. Oysa Einstein’ın
özel görelilik kuramının sonuçları ancak, birbirlerine göre herhangi bir bağıl
ivmesi olmayan düzgün öteleme durumundaki sistemler için geçerlidir. Demek
ki, bir paradokstan çok bir mantık hatâsı söz-konusudur”.
İkizlerin
kollarındaki saatler değişmez ve sâniyesi-sâniyesine aynı kalır. O hâlde
ikizlerin farklı yaşlarda Dünyâ’da buluşmaları söz-konusu olmaz ve sözde yaş
farkı ikizlerden birinin Dünyâ’ya hiç-bir zaman dönmeyeceğinde düşünülebilir ki
ikizlerden biri hiç-bir zaman Dünyâ’ya dönmezse, bu teori de ispatlanamayacağından,
bu tez sâdece bir “beyin fırtınası” olarak kalmaya mahkûm olur. Çünkü bu durum
bir “görecelik durumu”dur. Fakat kişiye göre değişen bir doğru yoktur.
“Yaratıcıya göre olan” şey doğrudur ki insan da bu doğruya uygun yaratılmıştır.
Kişiye göre değişen bir doğru net bir doğru olmaz. Net doğrunun olmadığı yerde
ise bir doğru yoktur. Bu nedenle bu önerme matematiksel bir senaryodur sâdece
ve matematiksel senaryoların çok büyük çoğunluğunun pratikte gerçekleşmesi imkânsızdır.
Bilim-adamlarının
en çok yaptığı şeylerden biri, bir düşünceyi masa-başında kanıtlamaya
çalışırken, tıkandıkları yerlerde kendilerine ve iddialarına uygun olarak bâzı
sâbiteler koymalarıdır. Bu önermede de hayâli bir gözlemci olduğu kabul
edilmiştir ve ancak o hayâli gözlemcinin olduğu kabûl edildiğinde önerme teorik
olarak doğru görünebilecektir. “Ancak böyle olursa şöyle olur” denmiştir. Yâni
“yengemin … ları olsaydı amcam olurdu” sözünde olduğu gibi. Olmayacak bir şeyi
varmış gibi gösterdiğinizde, olmayacak şeyler olabilir gibi gözükmektedir ve
zannedilmektedir.
Zâten pratik
olarak da ışık-hızına ulaşılamaz ve hattâ yaklaşılamaz bile ki bu önerme denenebilsin
ve pratikte de, teoride söylendiği gibi olduğu görülsün. Evet; bağımsız gözlemciye
göre değişen bir şey yoktur. “Hızlı yaşa genç öl sözü” bu bağlamda geçersiz
oluyor. Hızlı yaşayanlar genç değil ama erken ölürler.
Evren hakkında bilinenler,
bilinemeyenlere göre binde bir bile değildir.
İnsanlar, bilim-adamlarının verdikleri
bilgilerin ve buluşların mutlak-doğru
olduğunu zannediyorlar. Oysa bakın bir bilimsel yazıda bütün Dünyâ’ca doğruluğu
istisnâsız olarak kabûl edilen ünlü teorilerin doğruluk payları hangi
oranlarda:
Kuantum
alan kuramı, 1011’de bir ölçüsünde doğru
olan ve şimdiye kadar
yapılmış olan en duyarlı fiziksel kuram olduğu söylenir. Genel rölativite ise 1014’de bir doğruluğa sâhiptir.
Bir-şeye ne kadar derinlemesine
bakarsanız, o şey o oranda karmaşıklaşır. Bu yüzden kâinât hakkında bir
ilerleme kaydedilemez. Ancak “bildirilen” kadar. Bu aynı; “tıp”ta olduğu
gibidir. Yapılan aslında hastalığı belirleyen tıp-cihazlarının gelişmesidir.
Hastalık daha çabuk ve isâbetli tespit edilebilir. Bu tespitler süper-lüks
hasta-hâne ortamında yapılır/yapılabilir.. Lâkin iş tedâviye gelince tâbir-i
câizse şapa oturulur. Hiç-bir gelişme kaydedilemediği gibi gerilemenin de önüne
geçilemez. İş, vücûdun kendisine kalmıştır. Kendi-kendini ne kadar
baskılayabilirse o oranda iyileşme olur. Aslında tıbbın geliştiği falan yoktur.
Çünkü tıb demek, tedâvi demektir. Aslında gelişen şey sâdece tıp-cihazları teknolojisi
ve hasta-hâne konforudur. Astronomide de; gelişen şey sâdece teleskopların
kalitesi; hızlandırıcıların hızlarının/kalitelerinin artması netîcesinde farklı
“sinyâl”lerin yakalanabilmesi vs.dir. Bu-arada kâinâtın muazzam esrârı devâm
eder gider. Ona kimse dokunamaz. Teleskoplar ne kadar gelişirse-gelişsin;
bilimin ne kadar ilerlediği söylenirse-söylensin; kâinâtın o muhteşem büyüsü
hep aynı kalacaktır. Yeni isimler; yeni kitaplar; yeni tartışmalar vs..
Paradigmaya dayalı boş sözler ise çoğalıp gider. “İlk bakış”ın verdiği
bilgiden başkası elde edilemez.
M. Said Çekmegil:
“Bilim henüz elektriği, magnetizmayı ve yer-çekimini
açıklayamaz. Bundan sonra açıklayabileceği de meçhûl, (büyük ihtimâlle
açıklayamayacak). Bunların etkileri ölçülebilir ve önceden kestirilebilir fakat
çağdaş bilim-adamı bunların temel niteliklerini; ilk olarak M.Ö. 585’de
kehribarın elektriklenmesi üzerinde düşünen Milet’li Thales’ten daha iyi
bilemez, bilemeyecektir. Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin
gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiç-bir zaman anlayamayacak ve
gösteremeyecektir” der.
Ey bilim-adamları! “neden”ini bulamayacağınız şeylere boş-yere
kafa yorup hem emek hem de para harcamayın. Siz de ey başta müslümanlar olmak
üzere tüm insanlar!; Sorgulamadan, araştırmadan, bilip-bilmeden her-şeye inanıp
sazan gibi atlamayın. Sonra birilerinin mezesi olursunuz.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2015
SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
YanıtlaSilGördüğümüz,algıladığımız her şey sınırlı olduğundan sınırsız olan yaratıcıyı algılayamıyor fakat yarattığı şeylerden varlığını anlıyoruz.
Bu gün inkar eden ilim veya başkaları vakaı yı kaidelere vurmadığından (ölçü) yanlış hedeflere çıkıyor.
Halbuki Muhammedin Allah tarifi; Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
zuhruf*82
http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb
https://egopon.wordpress.com/2014/02/01/tanri-var-midir/comment-page-1/#comment-6
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251733788611363&id=100013242319421
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251744355276973&id=100013242319421
***
Büyük beyinler fikirleri,orta beyinler olayları,küçük beyinler ise kişileri konuşur.
***
Hayvanlar beynini kullanması için eğitiliyor.
İnsanlık ise beynini köreltmek için uğraşıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=c_kkZvwsTlM
YARATICININ VARLIĞININ KANITLANMASINDA KULLANILAN MODERN DELİLLER İNSANCI İLKE ÖRNEĞİ
http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/yaraticinin-varliginin-kanitlanmasinda.html
Ey insanoğlu..Üç kuruşluk hesabın sağlamasını yapıpta en önemli olan ebedi hayatın sağlamasını sana yaptırmayan ne ?
http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/05/ey-insanoglu.html
Furkan.44.*Yoksa sen onların çoğunun duyduklarını veya akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler
Araf*179*Onların kalpleri var fakat (hakkı) anlamazlar, gözleri var fakat (gerçeği) görmezler, kulakları var fakat (doğruyu) duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler.
BU AŞAĞIDAKİ LİNKTEKİ EVRİMLEŞME MAKALESİ,YAZISI AYNEN CUNURLAR GİBİ KAFA KARIŞTIRICILIK YAPMAKTADIRLAR.ÖN BİLGİ YANLIŞLIĞINDAN VEYA EŞYADAKİ ÖZELLİKLERİN BİRİNİN BİRKAÇININ DOYUMUNU SAĞLAMAK İÇİN.
http://www.evrimagaci.org/makale/161
Bu yorum yazar tarafından silindi.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilBu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
YanıtlaSilKuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir.
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/bu-gun-2017-bilim-ve-teknolojinin-acga.html