“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret
gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (sünnet) vardır” (Ahzab 21).
“Ey îman
edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun elçisine îman edin ki, size kendi
rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir
nûr kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hadîd 28).
“Biz
elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden
başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar) kendi nefislerine
zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de
onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen
olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında
çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde
hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş
olmazlar” (Nîsâ 64-65).
İslâm’ın ana-kaynağı olan Kur’ân, Peygamberimizi
Abdullah bin Muhammed iken, âlemlere rahmet Hz. Muhammed yapan kitaptır.
Peygamberimiz; kendisini, âilesini, toplumunu ve Dünyâ’yı Kur’ân’ın bilgisi ve
bilinci (nûr) ile değiştirip insanlık târihinin en yüce devletinin-medeniyetinin
kurulmasını başlattı. Kur’ân’ın nûru böylece tüm Dünyâ’yı “aydın”lattı. Peygamberimiz,
Kur’ân’dan aldığı bilgi-bilinç (nûr) ile bu hareketi başlattı. Çünkü Kur’ân
bilincin (nûr) kaynağıdır. Bu kaynak tüm zamanlarda aynı coşkuyla
akmaktadır. Aradaki fark, o kaynağa gidip-gitmemekle ilgilidir.
Bilincin kaynağı Kur’ân’dır. Fakat,
özellikle günümüzde Kur’ân sürekli okunup araştırılmasına, kılı kırk
yararcasına incelenip tefsirleri yapılmasına rağmen, özellikle müslümanların
mazlûmiyeti olmak üzere, Dünyâ’da mazlûmiyetler bir türlü son bulmuyor.
Zulümler ayyuka çıkmış durumda. Gün geçtikçe çok daha fazla okunan bir kitap
olmasına rağmen bir türlü bilgiden bilince geçilemiyor ve yaralara merhem olamıyor.
Çok mekanik okumalar yapılıyor. Her-hangi bir düşünce, bilinç ve faaliyet
gerçekleşmiyor. Çünkü yapılanlar bir “etkinlik”ten öteye geçemiyor. Bu durumun
nedeni sürekli araştırılıyor ve bundan kurtulmak için sürekli yeni-yeni
fikirler ortaya atılıyor, plânlar yapılıyor fakat değişen bir şey yok. Bu
yazımızda biz de bunun nedenini ve bu durumdan kurtulmanın yolunu farklı bir
şekilde konuşmak istiyoruz..
Evet; bilincin kaynağı olan “Kur’ân bu
kadar çok okunmasına rağmen neden çözüm ve barış alanında bir değişiklik
yapamıyoruz” sorusuna; “çünkü bilgiden bilince geçilemiyor”, “çünkü eyleme
geçilemiyor” cevâbını veriyoruz. Dört duvar arasında yapılan dersler,
konuşmalar, kapıdan çıkınca az ileride etkisini kaybediyor ve diğer derse kadar
sanki hiç konuşulmamış, Kur’ân okunmamış gibi yeni derse geliniyor ve hayat bu
şekilde sürüp gidiyor. Bu durum küresel tağutların çok hoşuna gidiyor, çünkü bu
tarz çalışmalar ekmeklerine yağ sürüyor.
Peki niçin bilgide tıkanıp kalınıyor
ve bilince ve eyleme niçin geçilemiyor?. İşte can-alıcı soru budur!. Çünkü
bilgi tek-başına yetmediği gibi, eyleme dönmeyince bir bilinç de oluşamıyor.
Bilinç ortaya çıkmayınca da bir eylem ortaya konamıyor ve her-hangi bir değişim
de gerçekleşmiyor. Çünkü müslümanların unuttuğu, hesâba katmadığı, mehcûr
bıraktığı ve modern zamanlarda gündeme getirmekten korktuğu bir konu var: Sünnet.
Eğer Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı olarak
tek-başına yetseydi, Allah Kur’ân’ı her-hangi bir yere iki kapak arasındaki bir
kitap olarak indirirdi ve insanların onu bulmasını sağlardı. Ama emin olun ki o
zaman İslâm dîni, -şimdi bâzı câhillerin ve şerefsizlerin zannettiği ve
istediği gibi- ahlâki bir felsefe olurdu ve bağlıları da sürekli sırıtarak
dolaşan ve “sözde tebliğ” yapan yavşaklara (yavşak=geveze, yılışık kimse) dönerlerdi.
Fakat Allah bu Kur’ân’ı insanların arasından seçtiği ahlâk âbidesi bir insana
aşama-aşama indirerek, onun sâdece kâlplerde tutulacak bir kitap-din olmasını
değil, hayâta hâkim bir kitap-din olmasını istedi. Bu nedenle onu yer-yüzünün-kâinatın
tek bilinçli varlığı olan insanların içinden bir insana indirdi ve hayâtın tam
ortasında yaşanmasını istedi. İşte bunu gerçekleştirecek olan Peygamberin bu
uğurda yaptıkları her iş, eylem, hareket ve amel sünnettir.
Evet; bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân;
eylemin ve amelin kaynağı ise sünnettir. Sünnet olmadığında
eylem-hareket-iş-amel olmuyor. Hareketin olmadığı bir yerde ise “zaman” da
dâhil hiç-bir şey olmaz. Sâdece zihinsel mülâhazalar, felsefî çıkarımlar ile
soyut bir süreç işler ve bir-türlü somuta (eyleme) dönülmez. İşte Allah bu
bilgi-bilincin soyuttan somuta dönmesini istediği için, ahlâk âbidesi bir insanı
seçmiş, ona vahyederek Peygamber kılmış ve onu tüm Dünyâ’ya göndererek onun
şahsında eylemin kaynağı olan sünneti ortaya koymuştur. Bu sünnetin ortaya
konmasında elbette Kur’ân’ın bilgisi-bilinci ona yardım ediyor ve tüm
zamanlarda insanlara yardım edecektir. Evet; sünnet ile birlikte Kur’ân ete-kemiğe
bürünüyor ve “canlı” hâle geliyor. Böylece “hareket” başlıyor.
Sünnet: “yol, âdet, Peygamber
aleyhissalâtü vesselâm’ın sözü, emri, hâl ve ifâdesi” olarak geçiyor lûgatlarda.
Sünnet Peygamberin tavrı, tarzı, anlayışı, icrâ şekli, algıyı hayâta dönüştürme
yöntemidir. İşte bu yöntem evrenseldir. Çünkü Kur’ân’ı en iyi idrâk eden
kişi olarak Allah’ın kendisinden istediği şeyi en iyi şekilde yerine
getirmiştir ve Allah’ın Kur’ân aracılığı ile istediği şey gerçekleşmiştir. Bu,
Peygamberin Kur’ân’ı anlayıp hayâta geçirme yöntemi-tavrı-tarzı ile olmuştur.
İşte bu nedenle Peygamberimizin genel anlamdaki bu tarzı-yöntemi-icrâ şekli ve
tavrı sâdece târihsel değil, aynı-zamanda evrenseldir de. Tüm zamanlarda
gösterilecek benzer tavırlar-tarzlar-yöntemler-icrâ şekilleri aynı başarıyı
yakalayarak Allah’ın sözünü-dînini Dünyâ’ya hâkim kılacaktır. Eğer şu âyet
tecelli edecekse, bir peygamber ve sünnet şarttır:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz
onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sâhibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde
güç ve iktidar sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini
kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra
güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Peygamberin sahih sünnetini kabûl etmemek,
onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini, savaştaki komutanlığını kabûl
etmemek gibidir.
“Elçinin
çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah,
sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Onun (Peygamber’in) emrine aykırı davrananlar, başlarına
bir fitne, belâ gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azap isâbet
etmesinden sakınsınlar” (Nûr 63).
Peygambere îman etmek ne demektir?.
Neyine îman edeceğiz?. Ona îman etmek, ondan emin olmak ve bu nedenle de ona
teslim olmak, ona uymak, onu örnek almak ve önder kabûl etmek demektir. Sünnete
uymak demektir.
Anlaşılıyor ki; tüm zamanlarda bir
insanın sorumluluğu (takvâ), Kur’ân ile ilk önce bilgilenmek, sonra o bilgide
ısrâr ederek ve eylem ile birlikte yol alarak bir bilince ulaşmak Kur’ân
olmadan olmaz. Bu noktada durmak isteyenler, istiyorlarsa orada durabilirler.
Fakat şu iyi bilinsin ki Allah’ın murâdı burada kalmak değildir. Asıl iş bundan
sonra başlar çünkü. Artık o bilinç ile tebliğ, eylem, hareket ve amel edilecek,
Allah’ın dilemesi (uygun bulması) netîcesinde çeşitli durumlardan ve bir
zamandan sonra da bu hareket devlete, oradan da medeniyete ulaşıp yer-yüzünde
zulümler bitecek, adâlet-eşitlik, hak-hakîkat-hukuk yâni Tevhid bayrağı dalgalanarak
Allah’ın sözü yer-yüzünde iktidâr ve hâkim olacaktır.
“İyi de Allah’ın böyle bir arzusu mu var”
diyenlere şu iki âyeti delil olarak gösterip, bu gibileriyle fazla muhâtap
olmak istemiyoruz:
“Bir
fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın” (Bakara 193).
Fitne kalmayıncaya ve “dînin hepsi” Allah’ın oluncaya kadar
onlarla savaşın” (Enfâl
39).
Peki insanlar neden sünnetten uzak
duruyorlar?. Niçin, “Peygamberin Kur’ân’ı idrâk edip onu hayâta geçirme yöntemi”
demek olan sünneti hesâba katmayarak ondan uzak duruluyor?. İşte bu yazının
yazılma sebebi bu konudur. Şöyle ki:
Bu Dünyâ geçici bir mekândır ve bir-gün
en kesin gerçek olan ölümle buluşacağız ve “gayb âlemi” denilen âhiret yurduna
göçeceğiz. Bu Dünyâ sonsuz bir âlem değildir. Zâten bu nedenle bir imtihan
alanıdır. İmtihan gelip-geçici olan bir yerde olur. İmtihan demek, zorluk
demektir. “Dinde ikrah
(lâ ikrâhe=kerih, çirkinlik) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan
apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o,
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir,
bilendir.” (Bakara 256). âyetinde
“zorluk” diye çevirilen “lâ ikrâhe”, aslında “zorluk” değil, “çirkinlik”
(kerih) demektir. İslâm’da zorluk tabî
ki doğal ve normâl olarak vardır. İşte bu zorluğu
bize zihinsel olarak bilincin kaynağı (Mekke) olan Kur’ân yüklerken, daha büyük
bir zorluğu ise eylemin kaynağı olan sünnet (Medîne) yükler. Yâni sünnet, yükü
ağır bir iştir. Ona sabretmek sabır ve azim ister. İşte bu sabrı ve azmi
göstermek insanlara zor geliyor. Çünkü bu yolda mallarla ve canlarla cihad
etmek ve tüm malını-mülkünü harcamak ve nihâyetinde canını bile kaybetme durumu
olabilir. İşte modern zamanlarda ölümü (ki isterse bu ölüm bir mü’min olarak
ölüm olsun), bir kazanç, bir nîmet olarak ve sonsuz hayâta başlamanın bir ânı
olarak değil de, bir trajedi olarak görenler, bu ağır yüklere katlanmak
istemediklerinden dolayı sünnetten yâni eylemden uzak duruyorlar.
Fakat bir sorun var.. Kur’ân baştan-sona
okuyanlarını eyleme yöneltmek isteyen bir kitaptır. Bu nedenle vicdanları
rahatsız eder. Sünnetten uzak kalmak isteyen modern müslüman, vicdânının
baskısı ile ölüm korkusunun vermiş olduğu baskı arasında bocalamaya başlar. İşte
tam da bu-anda devreye Şeytan’ın ve uşaklarının plânı girer: Sahte sünnet.
Çünkü insan gerçek ile tatmin olmaktan (ağır bedelinden dolayı) kaçarsa,
mutlaka (belki de bir cezâ olarak) sahtesi ile tatmin olma yönüne gider. İşte;
gerçek sünnet olan Peygamberî tavrın-tarzın-yöntemin-şeklin-davranışın yolundan
kaçanlar, cemaat-târikat hocalarının, tasavvuf şeyhlerinin ve efendilerinin-pirlerinin-üstadlarının,
parti lîderlerinin, patronlarının ve en nihâyetinde tağutların ve Şeytan’ın
sünnetini (eylem şeklini, amelini) tâkip etmeye başlarlar. Sünnet Peygamberin
sakalı-cübbesi değildir. Giyiniş, yürüyüş, oturuş-kalkış tarzı değildir ille de.
Bunlar târihsel konulardır ve coğrafyaya-kültüre göre değişen şeylerdir. İlle
de bunları tâkip etmek isteyen edebilir. Fakat sünnet; Peygamberin Kur’ân’ı
hayâta geçiriş tarzıdır. Âyetleri duyunca ve okuyunca ne yaptığı ile ilgilidir.
Nasıl hareket ettiği ile, nasıl bir davranış sergilediği ile ilgilidir. Yâni
Muhammed bin Abdullah olarak değil, Hz. Muhammed olarak, bir Peygamber olarak
yaptığı ile ilgilidir. İşte bu sünnettir ve eylemin kaynağı olarak evrenseldir.
Peygamberin Kur’ân-vahiy karşısında peygamber olarak yaptıkları evrenseldir.
Peygamberin Kur’ân-vahiy karşısında gösterdiği tarzı, tavrı, hâli, davranışı evrenseldir.
İşte biz de benzer şekilde, benzer tarz/tavır/hâl/davranış/duruş/edip-eyleyiş
şeklinde hareket edersek, Peygamberimizin ulaştığı aynı sonuca ulaşırız. Tabi
sonu cennet olan ağır bir bedeli vardır bunun.
İşte bu bedeli ödemek istemeyenler,
vicdanlarını da susturamadıkları için gerçek sünnetin yerine ikâme edilen sahte
sünnetin peşinen düşerek, cemaat-târikat hocalarının, tasavvuf şeyhlerinin,
bağlı oldukları efendilerinin-pirlerinin-üstadlarının, parti lîderlerinin,
patronlarının ve en nihâyetinde de tağutların ve Şeytan’ın sünnetini (eylem
şeklini, amelini) tâkip etmeye başlıyorlar. Sahte bir sünnet olduğu için ve
zâten bir bedeli de olmadığı için, bu kişilerin sünnetleri bir yaraya merhem olacak
uygulamalarla hiç ilgilenmiyor ve hattâ gerçek sünnet uygulamalarını kınıyorlar.
Artık onlara bağlanmış olanlar, onların dediklerine kulak kesilip, onların
istediği gibi bir hayat sürüyorlar. Onlara danışmadan hiç-bir şey yapmıyorlar
ve yapamıyorlar. Giyinip-kuşanmalarını, yeme-içmelerini, ne iş yapacaklarını,
nasıl ibâdet edeceklerini; kaç rekat namaz kılacaklarını, ne kadar oruç
tutacaklarını, ne zaman hacca gideceklerin, çocuklarını ne zaman evlendireceklerini,
nerede oturacaklarını, neyi okuyup neyi okumayacaklarını, hangi partiye oy
vereceklerini ve hattâ, eşleri ile ne zaman ilişkiye gireceklerini dâhi bu
sahte sünnet icatçıları olan efendileri belirliyor. Onlara sormadan helâlleri
olan hanımlarla bile yatamıyorlar. Onlara sormadan helâya bile gidemiyorlar.
Kur’ân-merkezli olmayan oluşumları hadi
anlıyoruz; onlar Kur’ân’dan bi-haber oldukları, dolayısı ile câhil oldukları
için bunlara kanıp onların dediğinin-isteğinin aynısını yapıyorlar ve tam da
onların istediği gibi yaşıyorlar. Peki Kur’ân-merkezli okuma-bilgilenme-çalışma
yaptıklarını söyleyenlere ne oluyor?. Ellerinde-ceplerinde Kur’ân var. Haftada
2-3 defâ toplanıp Kur’ân okumaları-dersleri yapıyorlar. Günlük Kur’ân okumaları
yapıyorlar. Kur’ân’ı ellerinden ve dillerinden hiç düşürmüyorlar, bilginin
kaynağı olarak zinhar Kur’ân’dan başka bir kaynak kabul etmiyorlar. Bu iyi bir
şey. Peki eyleme gelince neden Kur’ân’ın da emrettiği gibi, eylemin kaynağı
olan sünnete göre hareket etmiyorlar?. Ellerinde Kur’ân var ama eylemlerini
modern-liberâl-demokratik hocalarının fikirlerine; delice ve hattâ sapıkça divâne
oldukları ve destekledikleri parti lîderlerinin söylemlerine ve emirlerine, Şeytan’ın
telkinleriyle oluşturulmuş olan hiç sorgulamadıkları ideolojilere; yâni
nefslerine-tağutlara-Şeytan’a göre belirliyorlar ve bu istikâmette hareket
ediyorlar. İşte böyle davranmakla Kur’ân bir bilinç-kaynağı olmaktan çıkıyor ve
bir eğlence-kaynağı oluyor. Artık Kur’ân dersleri yoktur orada, “Kur’ân
etkinlikleri” vardır. Yapılanlar eyleme dönüşmediği ve de öyle bir niyet de
olmadığı için, yapılanlar artık bir etkinlik olmaktan öteye geçemiyor ve
yapılmasa hiç-bir şey kaybedilmiyor. Çünkü yapılıp-yapılmamasında bir değişiklik
olmuyor. Yapılsa da aynı yapılmasa da aynı. Hattâ artık o yapılan dersler bile
İslâm’i olmaktan çıkıyor. Tağûtun emrinde yapılan eylemlerdir onlar çünkü. İşte
bu, gerçek sünnet olan peygamberî tavırdan uzaklaşarak sahte sünnete sarılmak,
Allah’ın bir cezâsı olarak karşımıza çıkıyor. Artık bu kişiler tağutların plânları
gereği küresel ılımlı hareketler olarak ortaya çıkıyor ve tağutların plânını
destekleyip, ona göre hareket-amel-tavır-tarz gösterir duruma geliyorlar ki, Kur’ân
bu plânları yok etmek için gelmiş bir kitaptır.
Ahmet Kalkan:
“Esas sünnet, Kur’ân’ın hayâta geçirilmesinde nebevî
modeldir. O, canlı Kur’ân’dı. O’nun tüm hayâtı sünnettir. Peygamberimiz’in
putlarla ve putçularla nasıl mücâdele ettiği, cihadları, savaşları, insanları
nasıl eğittiği, toplumsal sünnetleri, nasıl devlete gittiği vb. bilinmeden
sünnet kavramı da doğru anlaşılmaz.
Peygamberimiz kimlerle, niçin mücâdele etti ise biz de aynı
kimselerle mücâdele etmek zorundayız. Peygamber’in düşmanları sâdece onun
zamânıyla sınırlı değildi. Ebu Cehil’ler, Ebu Leheb’ler günümüzde belki
daha etkin rôldeler, ama onları tanıyacak ve gereğini yapacak sünnet-ehli
insanlar aranıyor. Onun düşmanlarını dost kabûl edemeyiz. Onun düşmanları “ben
onun düşmanıyım” demeyebilir, sinsi olabilir, onun getirdiği vahye, Kur’ân’a
ve onun yaşayışına yâni sünnetine düşman olanlar, müslümanlara bu konuda
özgürlük hakkı vermeyenler, kim olurlarsa-olsunlar bizim dostlarımız olamazlar.
Peygamberimiz, o günkü câhiliye hayâtını Kur’ân’ı hayâta
taşıyıp sünnetiyle tefsir edip uygulayarak târihin çöplüğüne atmıştı. Şimdi
daha fecî bir şekilde ortada duran sosyâl ve siyasal câhiliyeyi yine yeniden
uzaklaştırmak için Kur’ân ve Sünnetin hayâta geçirilmesinden başka yol yoktur.
Bu görev, hem Dünyâ kurtuluşu ve hem de âhiret ödülü için şarttır.
Peygamberimiz’e karşı, O’nun mîrasına ve bize bıraktığı
emânete karşı bu ve benzeri görevleri düşünüp plânlamadan kuru-kuruya güller ve
gül edebiyatlarıyla, duygusal hitaplarla Peygamber’i anmak, O’nun aziz
hâtırasına saygısızlıktır.
Hayâtımız onun yaşayışına, evlerimiz onun evine,
sokaklarımız onun Medine’sinin sokaklarına, okullar onun Suffe okuluna, devlet
onun devletine ne kadar benziyor?. Onun, nice zahmetlerle kurduğu devleti ne
yaptık?. Onun adını destanlaştırması gereken diller ne adlar belledi?. Kimleri
putlaştırdı?. Artistleri, şarkıcıları, futbolcuları, tâğutları ezbere bilen,
fakat Peygamberin hayâtını onların yaşayışı kadar bile tanımayan, Peygamberin
izi yerine başka izler tâkip eden nesiller nasıl onun ümmeti olacak?!.
Onun mîrâsı Kitap ve Sünnetti. Onun mîrâsı
ilimdi, vahyin bildirdiği ve yönlendirdiği ilim. Tevhid ve devletti, İslâm’i
devlet.
“Ey îman edenler!. Allah’a ve Peygamber’e
hâinlik etmeyin. (Sonra) bile-bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş
olursunuz” (Enfâl 27).
Fâtiha sûresinde iki yoldan bahsedilir: Sırât-ı müstakîm
(peygamberlerin… yolu) ve gazap edilip dalâlette olanların yolu. İnsanlık yol
ayrımında; ya tâğutları önder kabûl edecek, ya Resûlü; ya hevâsını, keyfini
tercih edecek veya Resûl’ün çileli yolunu.
Günümüzde yaşasaydı o yüce insan, ne yapardı?. Giyimi, evi,
işi, aşı, putlarla ve putçularla ilişkisi, İslâm düşmanlarına tavrı, yâni top-yekün
yaşayışı nasıl olurdu?. Herhangi bir iş yapmaya karar verirken: “Resûlullah
olsa idi, bu-gün benim yaşadığım bu yerde yaşasaydı bu işi yapar mıydı, yaparsa
nasıl yapardı?” diye sorsak ve kendi îmânımızdan ve vicdânımızdan aldığımız
cevap doğrultusunda yaşasak, işte o zaman sünneti yaşamış oluruz.
Peygamberimiz bu-gün yaşasaydı hiç-bir şekilde putlara saygı
duymaz, putperestlerle uzlaşmazdı. İslâm’a düşman olan düzenle mücâdele ederdi…
diyorsak eğer, öyle ise bize bu doğrultuda çok iş düşüyor. Evimiz, işyerimiz
ve sokaklarımızdan tutun da, okullar, mahkemeler, kânunlar Peygamberin
ilkelerine mi daha çok benziyor, yoksa onun düşmanı kâfirlerin ilke ve
uygulamalarına mı benziyor?. Kimi örnek aldığımız bu sorunun cevâbındadır.
Bu-gün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri,
düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar,
Allah ve Resûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce
sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner
faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyâlizm, sosyalizm,
siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema,
tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünyâ-görüşleri, futbol ve müzik
tutsaklığı, kapitâlizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve
Allah’ın dostu ve Resûlünün izinde olma özelliklerinden sıyırmak için en
dehşetli silâhlar ve şeytânî araçlar olarak kullanılıyor.
Bu kadar çok-yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve
her şeyden önemlisi kâmil îmandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a ve Resûlüne
dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa Şeytanın dostluğuna
meylediyor.
Kur’ân ve Sünnet bir bütünlük arzeder. Bunun
için de Kur’ân’la sahih sünnet hiç-bir zaman birbiriyle çelişik değildir.
Sünnetin fonksiyonu, düşünce plânından ziyâde daha çok
pratik hayatta kendisini gösterir. Çünkü hayâta yansıyan Kur’ân ahkâmı, ancak
sünnetin belirlediği şekil ve tarzda olur” der.
Bâsur (hemoroit) sorunu olan bir kişinin,
ameliyat olmasına rağmen bir-süre sonra bâsuru tekrarlıyor. Çünkü o kişi yapması
gereken bir şeyi yapmamıştır: “Hayat-tarzını değiştirmek. Beslenme-tarzını
değiştirmek”. Kişi bu değişikliği yapmadığı için hastalığın tekrâr etmesi gâyet
doğal ve normâldir. Zâten bâsura da o mevcut hayat-tarzı içinde yaşadığı için
yakalanmıştı. Aynı hayat-tarzını yaşadığı için yine aynı hastalığa yakalanması
çok tabîdir. “Benzer davranışlar benzer sonuçlar verir” denir. O kişi ameliyattan
sonra hayat-tarzını, beslenme şeklini değiştirmeli ki o hastalık bir daha
tekrarlanmasın. Şimdi, aynen bunun gibi; “Dünyâ’nın lânetlisi-eziği-rezili”
durumuna gelmiş olan müslümanlar, dinlerine ve öz kültürlerine göre
yaşamadıkları için bu durumdadırlar. Doğal-normâl-aziz-şerefli-yüce
yaşam-şekillerinin yerine ikâme ettikleri hayat-tarzı, müslümanların
“sağlığını” bozmuş ve onları kronik hastalıklara müptelâ etmiştir. Bu
hastalıktan kurtulmanın çâresi olarak Kur’ân’a yönelmişler fakat, Kur’ân’ı sâdece
inceleme-araştırma konusu yaptıkları için ve onu hayâta yansıtmadıkları için
hastalıklarından bir türlü kurtulamıyorlar. Yâni sürekli reçete okuyorlar ama
ilacı kullanmıyorlar ve böylece de şifâ bulamıyorlar. Kronik hastalıklarından
kurtulmak için şifâ kaynağı olan Kur’ân reçetesine tabî ki de başvurulacak.
Fakat hayat-tarzlarını değiştirmedikleri yâni İslâm’i bir hayat-tarzına
dönüştürmedikleri müddetçe hastalıktan hem kurtulamayacaklar, hem de gün be gün
hastalıkları artacak ve yeni hastalıkların kölesi olacaklardır. Günümüzdeki
müzmin hastalıklardan kurtulamamanın ana nedeni, sâdece sürekli ilaç tüketip
hayat-tarzlarında bir değişiklik yapılmamasıdır. Bir şeyin değişmesi, o
şeyin tekrarlanmaması ile olabilir ancak.
Laik/seküler/neo-liberâl/demokratik-neo-demokratik/kapitâlist/post-modernist/konformist/hazcı/şerefsiz/sapık
hayat-tarzlarını değiştirmedikçe ve İslâm’ın pak ve şerefli dînine; Kur’ân’a, Peygamberin
sünnetine, hayat-tarzına sarılıp onu meleke hâline getirmedikçe bu
çirkefliklerden kurtulunamaz. Kurtulmak söz-konusu da değildir, hattâ ihtimâl
dışıdır. Çünkü doğaya aykırıdır. Ey müslümanlar!. Bir şeyi gerçekten değiştirmek
istiyorsanız, düzeltmek istiyorsanız, iyileştirmek istiyorsanız, yapmanız
gereken şey hayat-tarzlarınızı değiştirmenizdir. Kur’ân’ın/İslâm’ın/sünnetin
hayat-tarzına ve şekline göre bir hayat yaşamanız gerekmektedir. Bu da ancak,
hayâtın tam orta yerinde yapılacak olan değişikliklerle olur.
Evet; işte müslümanların bu kadar
kalabalık olmalarına rağmen yer-yüzünün lânetlileri olarak görülmelerinin, çok
zor ve çirkef bir hayat yaşamalarının, sürekli öldürülmelerinin, zulme uğramalarının
nedeni budur. Peygamberin sünnetini terk-ederek tağutların sünnetine dört elle
sarılmak ve canları pahasına onu yüceltmek, sünnetullah gereği modern müslümana
verilmiş bir cezâdır. Tâ ki dünyâ-sevgisinin ve ölüm korkusunun (vehn) yenilip,
mü’min olarak ölmenin bir kazanç ve nîmet olarak görülmeye başlandığı ve bu
nedenle her türlü bedelin göze alınabileceği; temsilciliğini Peygamberimiz Hz.
Muhammed (sav)’in yaptığı gerçek sünnete sarılana dek..
Ey müslüman!!.. Bilincin kaynağı Kur’ân
ile bilinçlendikten sonra, eylemin kaynağı olan sünnete her türlü bedeli
göze alarak dört elle sarılmadığın müddetçe rezâletten, çirkeflikten, korkaklıktan,
mazlûmiyetten, öldürülmekten, tecâvüz edilmekten, aç kalmaktan ve ölmekten, yer-yüzünün
lânetlisi olmaktan, “domuzluk”tan ve nihâyetinde şerefsizlikten
kurtulamayacaksın…
“Muhakkak
ki, Allah’tan size bir nûr, bir de apaçık kitap gelmiştir” (Mâide 15).
Peygamber, tevhidin tamamlayıcı unsurudur:
Muhammed Resûlullah..
Peygamberlerin görevi tebliğ, tebyin ve
tatbiktir. Suat Yıldırım:
“Hz. Muhammed’i (a.s.m.) Allah’ın
resûlü kabûl etmenin mânâsı, onun tebliğ ve tatbik
ettiği inanç, düşünce ve yaşayış tarzını kabûl
etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Yoksa Allah onu, insanlar
peygamberliğine şehâdet etsinler, fakat başkalarına
tâbi olsunlar diye göndermemiştir” der.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç-biriniz mü’min olduğunu iddia edemez”.
Allah, Kur’ân’ın sünnet ile açıklanmasını
ister:
“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da
zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni
açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler
diye” (Nâhl 44).
Şu âyetler, Peygambere uyulmasının ve ona kesinlikle
karşı gelinmemesinin emrini verir:
“Şehrin en
uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere uyun dedi. Sizden
ücret istemeyenlere uyun, onlar hidâyet bulmuş kimselerdir” (Yâsin 20-21).
“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir” (Âl-i imrân 31).
“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine
itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine
zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama
dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı
tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı.
Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında
çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme,
içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).
“Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş
olur. Kim de yüz çevirirse (bilsin ki), Biz seni onların üzerine
koruyucu göndermedik” (Nîsâ 80).
“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini
çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları
gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir
fitnenin isâbet etmesinden veya onlara acı bir
azâbın çarpmasından sakınsınlar” (Nûr 63).
“Ey îman edenler!, seslerinizi
peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve bir-birinize
bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken
amelleriniz boşa gider” (Hucurât 2).
“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha
evlâdır ve onun zevceleri de onların
anneleridir” (Ahzab 6).
“Allah’ı ve elçilerini (tanımayıp) inkâr eden, Allah ile
elçilerinin arasını ayırmak isteyen, ‘bâzısına
inanırız, bâzısını tanımayız’ diyen ve bu
ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler. İşte bunlar, gerçekten
kâfir olanlardır. Kâfirlere aşağılatıcı bir azab
hazırlamışızdır” (Nîsâ 150-151).
Sünnet, Peygamberimizin Kur’ân’a uyuş tarzıdır.
Kelim Sıddîki İslâm’i hareket metodunda nebevî
örneklik için şunları söyler:
“İslâm, toplumsal dönüşümü hedefleyen bir değişim aracı olarak geldi. İslâm,
bir manastır inzivâsı için vahyedilmedi. İlâhi vahiy-şekilleri, İslâm’ın
yalnızca bir bölümüdür ve Kur’ân’ın hakîki kelimelerinden ibârettir. İslâm’ın
geri kalan kısmı, İslâm’i hareketin rehberliğini yapan Peygamberin değişim için
kullandığı yöntemdir. Bu, Peygamberin sîreti olarak bilinir. Sünnet de Peygamberin
dediği, yaptığı, yapılmasına taraftar olduğu, izin verdiği ve yapılmasını
emrettiği şeylerdir. Kur’ân ve Peygamber (s)’in sünneti değişmeyen değerlerdir.
Târihsel birikim bakımından İslâm düşünce ekôllerinin yâhut akımlarının
birleştirilmesi zamânı artık gelmiştir. O birliği yaratacak olan müştereğin
ne olduğunu söylemiştik: Sîret ve Sünnet, yâni Peygamberin pratiği, Resûlullah’ın
beşerî siyâseti. Bu tevhid için yeni bir İslâm’i ilâhiyat öğretisine gerek
yoktur. Yapılacak olan deneyimler ışığında rasyonel harekettir, gâye-bağımlı,
sonuç-alıcı harekettir. Eskilerin yaptığı hatâları yapmamıza gerek yoktur.
Onlar tescil üzerinde o kadar durdular ki, yaptıkları iş anlaşılması güç
bir teolojiye dönüştü (yalnız âlim bilir felsefesi). Yaşayan ve hareket eden
bir bilim olması gereken Peygamberin sîreti yeni fikirler, gelişimler, yapı ve
uzanımlar, yeni deneylemeler yaratması gerekirken târihten kopmuş gitmiştir.
Oysa onun en aslî, en ayrılmaz iki cephesi hareket ve tevfiktir. Hale bakın ki,
o ilim, yüzyıllarca sayfalara hapsolmuş ölü satırlardan ibâret kalmıştır.
Hatemü’l-Enbiyâ’nın Sîret ve Sünnetine târihin bir ürünü perspektifiyle
bakamayız; o takdir-i ilâhi ile belli bir zamanda sâdır olmuş bir hareket ve
sonuç (gâye ve hareket) modelidir ama esâsen zamanlar-üstüdür. İşte o özellik
Peygamber’i de zaman ve mekânla bağımlı olmaktan kurtarır, her ikisinin de
üstüne çıkarır.
Târih, Sîret ve Sünneti hiç-bir sûrette tekid, yâhut tekzib edemez.
Ancak târihin tekid yâhut tekzib edebileceği bir şey vardır: İslâm’i hareketin
karakteri, lîderlik anlayış ve uygulaması, Dünyâ’ya bakış-açısı. Târih
hiç-şüphesiz ehliyetsizliği, lîderlik kadrolarının basîretsizliğini,
dünyâ-görüşündeki tutarsızlıklar ile metod ve uygulamalardaki gevşekliği
hoşgörü ile karşılamaz, affetmez.
Evrensel İslâm’i hareketinin temel varsayımı şudur: Ümmetin tamâmı,
bütün fikir-ekôlleri ve mezhepler, Sîret ve Sünnet’te buluşmalıdır. İşte
birleştirici zemin budur. Gerçekten bir kenara atılıp unutulması gereken ise
bölücü mezhepçilik ve fikir ekôlleri teolojisidir. Unutulmamalıdır ki târihte
İslâm’ın çöküşünü hazırlayan etkenler bu tür teolojik bölünmelerdir.
İşte bu-gün bütün müslüman fikir ve aksiyon adamlarının karşısına
dikilen keyfiyet!. Fikir-adamları harekete İslâm’ilik yükleyecekler, teorisini
vereceklerdir, çağdaş siyâsi şart ve söylemde oluşmuş olan yeni siyâsi
felsefeyi İslâm’i kılacaklardır. Bunun için de Sîret ve Sünnet’in dinamik bir
tefsiri ile işe girişeceklerdir. Yâni çağdaş geçerliliği olan bir İslâm’i siyâset
felsefesi (oryantasyon) yaratacaklar, formüle edeceklerdir.
Esâsen sözünü ettiğimiz kısmî buluşma, Sîret ve Sünnet’in bir cüzünde cereyân
etmiştir ve çağdaş İslâm âlimlerine düşen görev, bu buluşmayı sağlam zemine oturtmak,
onun teorik ve pratik (îtikâdi, ameli) bazını tam olarak tespit etmek ve daha
geniş bir konsensüs (icmâ) temelini yine aynı kaynaktan hazırlamaktır.
İşte İslâm’i literatürdeki yenilenme, tâzelenme bu sûrette olacaktır. Ve
ancak Sîret ve Sünnet’te tam buluştuktan sonradır ki hem ilmî faaliyet, hem de
aksiyon düzeyi gerekli yüksekliğe ulaşacaktır. Ve ancak o zaman târih İslâm’ın
başarılarına sahne ve şâhit olacaktır”.
(Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır.
Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Eylemin (sünnet) yorumu
olmaz zîrâ. Bu nedenle sünnet birleştirici bir etkendir. Param-parça olmuş
ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.
Hz. Ali, hâricilere yolladığı elçisine: “Sakın
onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan onlar
sana daha fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman
mümkün olmaz. Onlara, Peygamberden örnekler ver. Böyle bir durumda o, şöyle
yaptıydı de” diye tembih etmişti ve sünnetin birleştiriciliğini ve teskin
ediciliğini öğütlemişti.
Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından
uygulanan İslâm’i hareket-amel-eylem ortaya
konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta uygulanmadığında, uydurma
hadisler-sözler ortaya çıkar.
“İşte
böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid
(örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye” (Bakara 143).
“Hiç
şüphesiz, zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten
biziz” (Hicr 9).
Kur’ân’ın korunması, lafzının korunmasından çok,
misyonunun-mesajının korunmasıdır. Bu koruma “hareket-eylem-amel” ile, Kur’ân’ın
hayatta görünür kılınmasıyla olur ki bu, Peygamber sünnetidir. Kur’ân’ın
korunması, sünnet ile; Peygamberin Kur’ân’ı yorumlama ve eylem tarzıyla olur.
Biz de peygamberimizin kavrayıp yorumladığı gibi Kur’ân’ı kavrar ve yorumlarsak
ve hayâta hâkim kılarsak Kur’ân “korunmuş” olur. Kur’ân sünnet ile, yâni amel
ile korunur. Hristiyanlıkta “sünnet” olmadığı için bir-çok İncil çıkmıştır
ortaya, yâni sünnetin olmaması sebebiyle İncil korunamamış ve tahrif olmuştur.
“Oysa sen
içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azablandıracak değildir. Ve onlar,
bağışlanma dilemektelerken de, Allah onları azablandıracak değildir” (Enfâl 33).
Peygamberin aramızda olması, “bedeni ile aramızda
olması” demek değildir. “Misyonu ile aramızda olması” demektir ki Peygamberin
misyonu sünnetidir. Peygamber aramızdayken, yâni Peygamberin; ilmin kaynağı
olan Kur’ân’ı “amel”e çevirmesiyle oluşturduğu sünneti hayâta hâkimken -ki Kur’ân’ın
hayâta hâkim olması bu demektir- “azâba” uğramayız. “Eylemin kaynağı” olan
sünnet ne zaman hayâta hâkim ise azaptan beriyiz. Ne zaman da
sünnetten-eylemden vazgeçersek, o vakit de çeşitli azaplara dûçar oluruz.
Evet; Kur’ân bilginin-bilincin kaynağı
iken; sünnet de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamberi örnek almayanlar yâni
onun sünnetini uygulamayanlar, tağutları örnek alırlar ve onların emirlerini
uygularlar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder