“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıptır”
(Hac 11).
Şart: “Olması başka durumların gerçekleşmesini gerektiren
şey, koşul”.
İslâm, sâdece “özel
şartlar”da ve “özel alanlarda” yaşanacak bir din değildir. Müslüman olmak,
İslâm kayıtsız-şartsız kabûl edildiğinde geçerli olur. Çünkü İslâm, dîne dâhil etmede insanı zorlayamaz ki zâten dinde
zorlamanın olmaması bu demektir. O hâlde şu bilinmelidir ki her insan İslâm
fıtratı üzre doğsa da, İslâm bir bilinç işidir, bu nedenle gerçek anlamda “doğuştan
müslüman” olunmaz. Müslüman bir ana-babadan doğmak, müslüman bir ülkede doğmak
ve yaşamak büyük bir avantajdır fakat İslâm, kişinin belli bir yaşa geldiğinde
ve akıl-bâliğ olduğunda, bilerek ve farkında olarak, İslâm’ı gönülden kabûl
ederek müslüman olmasına “müslümanlık” olarak bakar. Kimlikte müslüman yazıyor
olması kişiyi müslüman yapmaz. Müslümanlık bir tercih işidir ve herkes bu
tercihi bilinçli bir şekilde yapmalıdır. Zîrâ müslümanlık ciddî bir iştir ve bir
şeyin taraftârı olmak gibi geçici bir heves değildir.
İşte bu nedenle kimliğinde müslüman
yazmasına, kendisine sorulduğunda “müslümanım” demesine, Allah’a inandığını
söylemesine rağmen, aslında İslâm’ın ne olduğunu bilmeyen, öğrenmeyen ve ona
göre yaşamayan insanların müslümanlığı kültürel ve psikolojik bir
müslümanlıktır. Yâni, İslâm’a girdiğinde yada İslâm’dan çıktığında hayâtında
bir değişiklik olmayan kişi zâten hiç-bir zaman müslüman olmamış demektir.
İnsan için en önemli şey ne
ise, o kişinin dîni de odur. Eğer vatanı, milleti, ırkı, soyu-sopu, işi-gücü
vs. dîninden daha önemli ise, o kişi hem dînin ne demek olduğunu tam bilmiyor
hem de dîne çok önem vermiyor demektir ki, yapılan araştırmalarda ve anketlerde
çıkan sonuçlar da zâten bunu gösteriyor. Dînin hemen hiç-bir emrini yerine
getirmediği hâlde müslüman olduğunu zannedenler, sıra dünyevî şeylere itaate
gelince aslan kesiliyor. İslâm dînin emirlerini yerine getirmeyenler, “kapitâlizm
dîni”nin tüm emirlerini kayıtsız-şartsız ve dört-dörtlük yerine getiriyorlar.
İlâhi dînin emirlerini ve nehiylerine uymayanlar, beşerî din ve sistemlere
ölesiye bağlıdırlar ve bu bağlılıklarını mallarını ve canlarını fedâ ederek
gösterebiliyorlar. İşte din budur. Malınızı ve canını fedâ edebileceğiniz şey
sizin dîniniz, yâni bağlı bulunduğunuz yolunuzdur.
İslâm’a gelince, müslümanlık
yapmaya gelince bin-bir şart ve mâzeret ortaya koyanlar, şeytanın, nefsin ve
tâğutların emir ve nehiylerine kayıtsız-şartsız uyuyorlar. Meselâ; cumhûriyet,
demokrasi, lâiklik, kemâlizm, kapitâlizm, liberâlizm, komünizm, feminizm,
vatan, bayrak vs. Tüm bunlara bağlılıkları kayıtsız ve şartsız bir bağlılıktır.
Fakat şu unutulmamalıdır ki, tüm bunlar maddî ve geçici şeylerdir. Kalıcı olan
ise dînî-mânevî ve rûhânî olandır. O hâlde, rûha can veren İslâm’a
kayıtsız-şartsız bağlı olmak ve onun emir ve nehiylerini ciddî ve sıkı bir
şekilde yerine getirmek gerekir ki âhirette bunun bir karşılığı görülsün ve
cennet hak edilsin. İslâm, insanı hem Dünyâ’da hem de âhirette kurtaracak kodlara
sâhip yegâne din ve yoldur.
Dünyâ’daki kısa bir yaşam
için her türlü fedâkârlığı kayıtsız-şartsız bir şekilde yerine getirenlerin
ebedî bir yaşam için bağlı bulunması gereken İslâm’a kayıtsız-şartsız
bağlanmaktan imtinâ edilmesinin nedeni, iç ve dış etkenlerdir. İçte şeytan ve
nefs, dışta ise tâğutlar bu bağlılığı önlemek için ellerinden gelen her-şeyi
yapmaktadırlar.
Dünyâ son 200 yıldır dînin
değerlerini bıraktı ve dünyevî-beşerî değerlere sarıldı. Hem de kayıtsız-şartsız.
Sarıldığı değerler insanlara aslında çok da bir şey vermedi ve onları mutlu
etmiyor. Parmaklarına çalınan bir parça bal ile avunup duruyorlar. Hattâ beşerî
değerler(!) onlara çeşitli acı ve ızdırap verip durmaktadır. Fakat buna rağmen
yine de bu beşerî dinlere-değerlere bağlılıkları devâm ediyor. Nasıl oldu da
iknâ oldular?. Çünkü beşerî-dünyevî değerler tam da nefse nişan alır, nefsi
kışkırtır. Nefs sürekli kışkırtılmak ister ve kışkırtılınca zevk alır ve rahatlar.
İşte insan böylece nefsinin tatminini seçti ve bâtıl dinlere boyun eğdi. Batı
tarafında ortaya çıkarılan sözde değerlere râm oldu, bu değerler insanların dîni
hâline geldi. Bu dinler insanlardan kayıtsız-şartsız bağlılık istedi ve
bağlılıkları oranında onlara alan açtı. Batı’nın o çok matah zannedilen
değerleri bu yüzden hep “şarta” bağlıdır. Bu şart, “maddî ve dünyevî şart”tır.
Madden zenginlik kaybolduğunda değerler de kaybolur gider. Zîrâ bâtıl çok
çürüktür ve bir-anda yok olup gidebilir.
Şeytanın, nefsin ve tâğutların
istediklerini yapabilmelerinin ilk ve kesin şartı, toplumun dinden kopmuş
olması ve zamanla “ahlâken yozlaşmış olması”dır. Bu duruma gelmiş insan, artık
beşerî-dünyevî dinlerin etkisi altında sürekli değişen bağlılıklar içinde
yaşamak zorunda kalır. Aslında bu bir cezâdır. İnsan, bağlanmadan yapamayan bir
varlık olduğundan dolayı, tek hak gerçeklik olan İslâm’a bağlanmadığında,
bağlanacak sonsuz şeylere bağlanır. Hem de kayıtsız ve şartsız olarak.
Şartlı olunca samîmi olmaz,
yapay, sûnî ve geçici olur. Dolayısıyla şartlı müslümanlık “içeriksiz
müslümanlık”tır. Bir ilkesi yoktur, bir dâvâya adanmaz. Arâziye göre konum ve
tutum alır. Bugün dediğini yarın inkâr eder. Bir çıkar gördüğünde dîni
unutuverir. Bir zorluk gördüğünde vazgeçiverir.
Şartlı müslümanlıkta din, “azı
karar, çoğu zarar” olarak görülür. Fazla da derine inmemek gerekir. Çok okuyup
yazmak ve konuşmak doğru değildir. Hele ki “aykırı” konuları okumak, yazmak ve
konuşmak, şartlı müslümanlıkta korkulan ve kaçılan bir şeydir. Şartlı müslümana
göre din, onun bildiği ve yaptığı kadardır. Gerisi aşırılıktır, yobazlıktır,
hattâ teröristliktir. Şartlı müslümanlıkta din, kâlplerde yaşanacak ve
toplumsal bâzı ritüellerle icrâ edilecek kadardır. Dünyâ’nın her alanına dîni
karıştırmak fitnedir. Hele İslâm Devleti kurmak için çalışmak, Dünyâ’da da
aynen göklerdeki gibi Allah’ın hâkimiyetini kurmak düşüncesi ve çabası içinde
olmak yoldan çıkmışlık ve radikâlleşmek, hattâ terörist olmaktır.
Şartlı müslümanlıktaki ana
şart, dînin, kafa ve beden konforunu bozmaması, aşırıya kaçmaması, özellikle
ekonomiye zarar vermemesi, nefsi çok da ezmemesi konularındadır. Şartlı
müslümanlığa göre sosyâl hayâta, hukûka, siyâsete ve ekonomiye yâni paraya
dokunan din olmasa daha iyidir.
Şartlı müslümanlığa göre yoksulluk,
ızdırap içinde olmak, açlık-susuzluk-evsizlik-işsizlik.. bunlar hep kaderdir.
Allah öyle yazdığı için öyle olmaktadır. O yüzden sabretmekten başka yapacak
bir şey yoktur.
Şartlı müslümanlık,
Türk-Anadolu müslümanlığında çok net olarak görülür. Muhâfazakârlık şartlı
müslümanlığın ideolojisidir. Bu ideolojide Türk-İslâm sentezi gibi sentezler
vardır. Fakat aslında şartlı müslümanlıkta etnik âidiyet, dînî âidiyetten üstün
tutulur. Din için ölünmez ve bundan korkulup çekinilir ve hattâ aşırılık ve yobazlık
olarak görülür ama etnik âidiyet için ölüm göze alınabilir ve sonuçta “vatan
sağolsun” denir. Bâzıları da iyi müslüman olmanın, belli bir ırka âit olmakla
sağlanacağını zanneder ve meselâ Türklük ile Müslümanlığı sentezler. Irksız bir
müslümanlık düşünemez ve ırkını da katmak şartıyla müslümanlık yapar. Şartlı
müslümanlık “Hira Dağı kadar müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk”tür.
Şartlı müslümanlıkta şu
sözler doğru ve doğal karşılanır: “Din kendisine tahsis edilen alanı aşarak
hayâtın tamâmını kuşatan, etkileyen, devlet ve toplumun kararlarında
belirleyici bir rôle soyunmamalıdır. Hayâtın rutin akışı içindeki olağan
değişimleri zorlayacak mâhiyette köklü bir değişim talebinde bulunmamalıdır.
Din, kültürün cüz’i bir parçası ve kültürel bütünlüğün içinde bir dekor olarak
güzeldir. Azı karar, fazlası zarardır”.
Şartlı müslümanlıkta din en
nihâyet devlete rağmen tercih edilmez. Din-devlet seçiminde şartlı müslümanlık
devleti seçer. Bunu bir imtihan ve imtihanın sonucu olarak gördüğümüz AKP-FETÖ
çatışmasında, içlerinde bir-çok FETÖ-severin de olduğu halkın, devleti seçmesinden
anlıyoruz. Hattâ birileri bu seçimi daha da ileriye (daha doğrusu geriye
taşımış) ve muhâfazakâr dindarlıktan Atatürkçü lâikliğe götürmüştür. Bir
zamanlar bağlı oldukları cemaatleri İslâm’dan zanneden bu insanlar, bağlı
oldukları -sözde- “dînî yol” dedikleri fakat aslında çıkar grupları olanlar yüzünden
tokadı yiyince, gerçek İslâm’a kayıtsız ve şartsız bir şekilde
bağlanacaklarına, imtihandan ders çıkar(a)mayarak gidip yeniden bâtıla
bağlanmışlardır. Tâ ki yeni bir tokat yiyecekleri zamâna kadar.
Şartlı müslümanlıkta eksen
kaymaları yaşanması normâldir ve çok da ayıplanmaz. “Kurban olduğum Allah-Peygamber”
lafızları gırtlaktan içeriye gitmez ama devlete kurbân olmak şart olarak
görülür. Din dudaklarının ucundan içeri girmezken, dünyevîlik ciğerlerine kadar
iner.
Şartlı müslümanlıkta inanç
güçlü değildir ve gevşektir. Tâviz konusunda çok da direnilmez. Bu nedenle
şartlı müslümancıklar, Peygamber’in direniş dolu örnekliğine göre değil, uçanların-kaçanların
uydurulmuş hikâyelerine göre din düşüncesi ve davranışı belirler. Zîrâ ne de
olsa bunun bir bedeli yoktur. Hâlbuki Peygamber gibi olmak çok zordur ve zâten
o zorluğun üstesinden sâdece peygamber gelebilirdi. Çünkü ne de olsa “ama o bir
Peygamber”dir.
Şartlı müslümanlık
kâlplerde, zihinlerde, dört duvar arasında ve seccâde başında yaşanacak bir müslümanlıktır.
Devletle, ekonomiyle, siyâsetle, sosyâllikle alâka kurulmaz. İğrenç ve mîde
bulandırıcı bir hoşgörülük vardır şartlı müslümanlıkta.
Şartlı müslümanlık aslında
ucundan-kıyısından olan bir müslümanlık şeklidir. Allah elbette îmanları zâyi
etmez ve biz bunu tartışmıyoruz. Fakat ortada bir de Kur’ân ve Peygamber’in Kur’ân’a
göre yaşadığı örnek bir hayat vardır. Üstelik Kur’ân bu örnekliği tüm müslümanlara
emretmektedir: (Ahzâb 21). O hâlde müslüman olmak sorumluluk almak, yük
yüklenmek, hattâ mallarla ve canlarla Allah yolunda olmak ve ölmek de
olabilecektir. Çünkü İslâm, “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din
değildir.
Şartlı müslümanlıkta dînî
seviye, “sakız orucu bozar mı?” seviyesidir. Gıybet ettikleri kişilerin
etlerinin ağızlarında sakız olması önemli değildir. Mâsum ve mazlum müslüman
kardeşlerinin akan kanlarına, acı ve feryatlarına rağmen bir şey yapmamanın
yada yapmak istememenin îmânı bozup-bozmayacağı soruları akıllarının ucundan
bile geçmemektedir. Bununla ilgili âyetler söz-konusu olduğunda “onu ancak
üstadlar bilir” diyerek savuştururlar. Zâten sabır, direniş ve tâvizsizlik konusunda
Peygamber örnekliğinden bahsedildiğinde, “ama o peygamber” cümlesi dillerine
pelesenk olduğundan dolayı, kadere teslim olarak her türlü zulmü göz-ardı
edebilirler. Aslında “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” modundadırlar.
Şartlı müslümanların evlerinde,
okunmamış ve hiç-bir zaman okunmayacak olan dînî kitaplar vardır. O kitapların
evlerde bulunması bile sevap olarak görüldüğünden dolayı okumaya gerek duymazlar.
Gerçi okusalar da insanı değiştirecek bir şey yazmayan kitaplardır çoğu.
Kur’ân mı?.. Ancak Ramazan ayında,
o da televizyonda yada câmide kara zorla “Kur’ân’ı hatmetme” yâni “hatim
indirmek” şeklinde okumaktır. Ona aslında okumak değil “seslendirmek” denir.
Zîrâ okumak “Allah adıyla-adına okumak ve de yapmaktır ki bu hem kafa hem de
beden konforunu alt-üst eder.
Şartlı müslümanların kader
hakkındaki bilgileri ve düşünceleri Kur’ân’ın dediği gibi değildir. Pasif bir
kader anlayışı olduğundan dolayı körü-körüne teslîmiyetçidirler.
Tabi bâzen bâzı şartlar
gereklidir. İslâm olduktan sonra İslâm’ın yükümlülüklerini yapmak gibi. Dîni
doğru anlamanın ilk şartı, “îman”dır. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız inanmak ve hayatta da buna göre
amelde-eylemde bulunmak” demektir. Fakat şartlı müslümanların müslümanlık
şartı, dîni rükünleri üçe-beşe indirgemek şeklindedir. Gerisine karışmazlar.
İnsan, “şartları
değiştirebilen” varlıktır. Mevcut şartları değiştirmeyi sâdece hayvanlar
düşünmez/düşünemez.
Egemenlik konusuna gelince;
beşerî,-dünyevî sistemlerde egemenlik -sözde- kayıtsız-şartsız milletindir.
Fakat aslında sâdece bâzı insanların tekelindedir. Lâkin nasıl ki göklerde
egemenlik kayıtsız-şartsız Allah’ın ise, âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi Allah
olduğu için, yeryüzünde ve insanlar arasında da egemenlik kayıtsız-şartsız
Allah’ın olmalıdır. Allah zâten vahyini ve peygamberlerini bunu ikâme etmek
için göndermiştir. Mü’minliğin şiarı ve şartı işte bunu bilmek ve bunu hayatta
hâkim kılmak için çalışmaktır. Zîrâ Allah, Allahlığını kimseye vermez ve
yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi kayıtsız-şartsız egemenliğin sâdece kendisine
âit olduğunu göstermek ister.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder