30 Ağustos 2021 Pazartesi

Aklın Sınırı ve Vahiy

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik (rics) indirir ve pislik içinde bırakır. Aklı kullanmak bu yüzden çok önemlidir. İnsanlık târihi, aklını kullanmayanların üzerine yağan pisliklerin târihidir. Çünkü insanın ayırt edici özelliği aklıdır. Allah büyük bir nîmet olarak insana akıl vermiştir ve bu akıl kullanılmadığında ayırt edici özellik kalmayacağından dolayı çeşitli sorunlar ve sıkıntılar baş-gösterecektir. Aklını kullanmayan toplumlar, aklını kullananların himâyesine girerler ve o toplumların kontrôlünde kalırlar.

 

Lâkin aklı kullanmanın da bir raconu vardır. Akıl neye göre kullanılacaktır?. Akıl en merkezde olan şey midir?. Greko-Romen ve Judeo-Hristiyan temelli modernite, aklı merkeze almıştır. Zâten akıldan dolayı insanı merkeze almakta ve Hümanizm ile birlikte ilahlaştırmaktadır. Lâkin akıl, merkeze alınacak kadar sınırsız değildir ve yetersizdir. Bu nedenle akla mutlakâ yön verecek temel bir etken olmalıdır. Bu temel etken ise ancak vahiy olabilir. Zâten insanlık târihi, aklı şeytan ve nefs-merkezli kullananlarla yada kullanmayanlarla, vahiy-merkezli kullananların savaşımının târihidir. Aklı vahiy-merkezli kullanmanın bir bedeli olduğu için, aklını vahiy-merkezli kullananlar her zaman az sayıda olmuştur yada vahiy-merkezli olanlar çoğunluk olsa da içeriksiz kalmıştır. Oysa aklı nefis-merkezli kullanmanın bir bedeli yoktur. Şeytan ne fısıldarsa ve nefs ne arzularsa akıl onu yapar. O merkezde çalışır. Aslında şeytanın ve nefsin güdümünde olan aklın kullanıldığından söz etmek pek de mümkün değildir. Bu kişiler şeytânî zekâları ile iş yaparlar daha çok.

 

Demek ki aklı kullanmak çok önemlidir, lâkin bu akıl ancak vahiy-merkezli kullanıldığında hayır getirecek, şeytan ve nefs-merkezli kullanıldığındaysa yakın-uzak vâdede mutlakâ çeşitli sıkıntılar ve belâlar baş gösterecektir. Azâba uğrayan kavimler, akıllarını kullanmadıkları daha doğrusu akıllarını vahiy-merkezli kullanmadıkları için azap ile karşılaşmışlardır.

 

Aklın sınırı “maddî varlığın sınırı”dır. Meta-fizik olan yok sayılınca varlık ve dolayısı ile akıl sınırlandırılmış olur. Akıl sınırsız yetkinlikte değildir ve bir sınırı vardır. İşte bu yüzden ona sınırsız olan bir temel etken yön vermelidir ki bu da ancak vahiydir. Akıl vahyin yörüngesine ve yönlendirmesine girdiğinde en doğru ve maksimum seviyede çalışır ve bu akıl ile yapılan işlerin sonu hayr olur.

 

Aklın bir sınırı olduğu için bilmenin de bir sınırı vardır. İnsana bilmediğini ve bilemeyeceğini ancak vahiy ve îman söyler. Îmâna ise akıl ile değil, aklın kişiyi getirebileceği son noktaya gelindiğinde, îmanın bedelini ödemeyi göze alan rûh, bilinç, kâlp gibi etkenler sebep olur. Çünkü îman “gayba îman”dır ve akıl gayb konusunda çâresizdir. Öyle ki gayb konusunda Allah’ın bildirdiklerinden başka tek bir kelime bile söyleyemez. Akıl ile her-şeyi bilebileceğini ve sonsuza ulaşacağını sananlar derin bir yanılgı içindedirler.   

 

Akıl kullanıldığında ve bir bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme yönlendirmez yada yanlış amele yönlendirir. Çünkü kuru-kuru bilmenin o kadar etkisi yoktur. Fakat îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme ve hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

 

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar. Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmânın kapısına ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır. Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır, işte o zaman göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.

 

Bilmenin zirvesi îmandır. Aklı kullanmak ve bilmek kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır.

 

Allah yarattığını başı-boş koymaz. Bunu hem merhâmetinden dolayı yapmaz, hem de Yaratıcı olmasından dolayı yapmaz. Allah -hâşâ- her-şeyi boş-verecek “sorumsuz bir Allah” değildir. Akıl vahiyden bağımsızlaştığında çok ağır sonuçlar çıkıyor ortaya. İnsan beyni ve aklı, kâinâtı, Dünyâ’yı ve toplumsal sorunları idrâk edip kuşatabilecek ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni oluşturabilecek kapasitede değildir çünkü. Allah bu nedenle peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

 

İnsanlık târihindeki en büyük yıkımları ve zulümleri “en cins beyinlere sâhip olanlar” yapmıştır. Beyin-akıl; insanları, Dünyâ’yı kurtarmaya yetmez. Akıl ancak “vahiy-merkezli kullanılırsa” insanları doğruya kanalize edilebilir. Aksi-hâlde her türlü aşırılığı yapabilir ve bunu meşrû gösterebilir.

 

Ne kadar ilginçtir ki, insan, her-şeyi yaratan ve insana akıl veren Yaratıcı’sından yardım almaktan kaçıyor. Böylece başı dertten kurtulmuyor ve doğal-normâl-geçici sorunların yanında, çözülemeyecek sorunlar ortaya çıkarıyor.

 

Allah’ın yaratıp da çekip gittiğini düşünen yâni bir âhiret bilinci olmayanlar, “sonuna kadar” ahlâklı davranamazlar. Zâten beyinleri-akılları da onlara bunu söyler. Meselâ eğer kişide âhiret inancı yoksa o kişi birini gizlice öldürdüğünde bunu niye îtirâf etsin?. Eğer yakalanmayacaksa ve Dünyâ’da daha uzun bir süre yaşayacaksa bunu îtirâf etmesi akla-mantığa uygun değildir. Bu, sâdece âhiret bilinci ve korkusu ile îtirâf edilebilir. Vahiy-merkezli olmayan akıl, kendi aleyhine îtiraflar yapamaz. Lâkin vahiy-merkezli akıl, istisnâsız olarak haktan ve hakîkatten ayrılamaz. Zâten “vicdan azâbı” da, İslâm-merkezli fıtrattan kaynaklanan bir zorlamadır. Bunun örnekleri görülmüştür-görülmektedir.

 

Modern insan olumlu şeyleri beynine bağlıyor. Bir et parçasının iyilik getirdiğinden bahsediyor. Meselâ kötülük hissini frenleyenin kişinin beyni olduğunu söylüyor. Kötülük fikrini engelleyen etken, beyindeki nöronlarmış. Allah, âhiret bilinci ve İslâm’a uygun olan fıtrattır kötülük yapmayı önleyen. İnsan beyni ve aklı, alıştığı şeye zorlar, fakat eğer vahiy-merkezli değilse alıştıkları şeyler özveri değil, çıkar ile alâkalı olur. Oysa İslâm, beynin yada aklın bu aşırı isteklerine karşı mücâdele etmeyi gerektirir ve bu mücâdelenin motoru da, İslâm-merkezli işleyen akıl, fıtrat yada âhiret-vahiy-peygamber’dir. İnsan İslâm fıtratına uygun yaratıldığı için, bu fıtratın zorlamasıyla kötülüklerden geri durur. Bu fıtrî alt-yapıyı ise ancak “vahiy üst-yapısı” besleyebilir ve güçlendirebilir. Dolayısı ile bu özellikleden yoksun olanların her türlü kötülüğü yapması beklenebilir bir şeydir.

 

Her fırsatta kuzey Avrupa ülkelerini örnek gösteriyorlar. Kuzey Avrupa ülkelerindeki suç-oranının -görece- düşük olmasının nedeni biraz da GSMH oranlarıdır. Onlar fakirlikle, kendilerine savaş açılmasıyla vs. imtihan olmadılar ki gerçekten de ne oldukları belli olsun. Fakat onlar da “intihar” gibi konularda Dünyâ’nın en önde gelenleridir. Üstelik lâik akılları onlara olmayacak işler de yaptırtabilmektedir. Sürekli baskı altında kalan toplulukların karakteri değişiyor tabi. Batı’nın baskısına-şiddetine mâruz kalıp duran İslâm ve doğu toplumlarında zamanla suç oranı artmıştır.

 

Allah’sız akıl çok fazla öne çıkmaktadır-çıkartılmaktadır ve insanlar artık “dîne göre” yâni Allah’a göre değil de, nefislerine ve şeytanın baş-uşakları olan küresel tâğutların isteklerine, önerilerine, teorilerine ve ideolojilerine göre yaşamaktadırlar. Yâni Deizm’in bahsettiği güdük akıllarına göre yaşamaktadırlar.

 

İnsanın kötülüklerden uzak durmasını sağlayan fıtratı; beyinden, karaciğerden, böbreklerden vs. kaynaklanmaz, Allah’tan ve İslâm’dan kaynaklanır. İşte, odur insanı “insan” yapan özellik. Allah’a ihtiyaç mutlakâ vardır. Allah’a ihtiyaç duymayanların 20. ve 21. yüzyılda yaptıklarına baksanıza.. Allah yoksa merhâmet de yoktur. Merhâmet yoksa da ortalıkta zulümden başka bir şey kalmaz.

 

Dînin apaçık olan doğrusu şudur: Allah her-şeyi yaratmıştır ve “idâre etmek için” arşa kurulmuştur: “İnsan, kendi başına, başıboş ve sorumsuz bırakılacağını mı sanıyor?”. (Kıyâmet 36). İşte İslâm’ın zihinlere-kâlplere nakşetmek istediği şey budur. Zâten ancak bu şekilde Dünyâ’da da “aynen göklerdeki gibi” bir düzen kurulabilir. Aksi-hâlde sonuç mevcut zamanda olduğu gibi olur. Yoksa siz Dünyâ’nın mevcut durumundan çok mu hoşnutsunuz?.

 

İslâm akla “gerektiği kadar” önem verir. Bu önem elbette az değildir fakat sonuçta onun da bir sınırı vardır. Kur’ân’da bir-çok âyette; “akletmez misiniz?” ve “akletmezler mi?” şeklindeki ifâdeler vardır. Fakat akla verilen rôl ve görev sınırlıdır. Çünkü aklın da çok kere yanıldığı ve yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu nedenle akıl her zaman ve mutlak anlamıyla ölçü değildir. Aklın eksiklerini vahiy tamamlar ve yanlışlarını-hatâlarını da yine vahiy düzeltir. Böylece akıl, vahiy-merkezli olarak işletilmiş olur.

 

Aklın âciz kaldığı yerlerden biri mûcizelerdir. Mûcizeler akla haddini bildirir ve ona bir sınır koyar. Bu sınır, aklın daha iyi, daha doğru ve hakka-hakîkate uygun olarak çalışmasını ve işletilmesini sağlar.

 

Bir de “üst-akıl”dan bahsedilir. Üst-akıl, merkeze aklı alan, şeytanın ve nefsin inşâ etmiş olduğu akla tapar. Aklın üstünde bir şey tanımaz. Üst-akıl, aklı ilah edinmektir. Oysa aklın üstünde vahiy vardır. Vahiy akıl-dışı değil ama “akıl-üstü”dür. İşte akıl ancak akıl-üstü olan vahiy ile inşâ olursa ve vahiy ile yönlendirilirse hakka ve hakîkate uygun iş yapabilir ve zulmetmez. Allah da ancak, akıllarını vahiy-merkezli işletenlere yardım eder, nîmetlerini indirir ve hesapsız rızık verir. Böylece onları kimse alt edemez. Peygamberimiz, yaptıklarını “üst-akıl” ile değil, “üst-ün îman” ile yapmıştı. Vahyin inşâ detmiş olduğu îman ile aklını kullanarak ve üstün gayret sarf ederek. Zîrâ aklın bir sınırı vardır ama Allah’ın sözünün bir sınırı yoktur.    

 

Bir dînin (yolun), aklın ve düşüncenin doğru olup-olmadığının delîli amelde-eylemde belli olur. Sonuçta iyilik hâkim olmuş ise o yol doğru bir yoldur. Fakat lâik/seküler-merkezli aklın Dünyâ’da ifsâd etmediği bir şey kalmamıştır. İşte bunun sebeplerinde biri de, Allah yerine aklı ilahlaştıran (ilahlaştırmak zorunda kalan) Hümanizm ve Deizm’dir. Zîrâ insan, mutlakâ bir ilaha yönelme ihtiyâcı duyar. Bu ilah eğer “her-an bir işte-yaratmada olan” Âlemlerin Rabbi olan Allah değilse, başta “akıl” olmak üzere Allah’tan gayrı her-şey olur:

 

“Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğu’nun da, batı’nın da ve bunlar arasında olan her-şeyin Rabbidir” (Şuârâ 28).

 

“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir yada aklını kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).

 

Sınırlı olanın Sınırsız Olan’a uymaktan başka çâresi yoktur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder