“Allah, içinizden îman
edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan
öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç
ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini
kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra
güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Hemen başta söyleyelim ki,
İslâm -hâşâ- sığıntı olacak, keyfe, isteğe ve “duruma göre” yaşanacak bir din
değildir. İslâm hayâta hâkim olmaya gelmiştir ve İslâm aslâ yarım-yamalak
yaşanması için gönderilmemiştir. Modern insanlar-müslümanlar İslâm’ı hayâtın merkezinden
koparıp kişiselleştirseler, vahyi kâlplere ve zihinlere has kılsalar ve hayatta
ise şeytânî-beşerî ideolojilere, düşüncelere ve sistemlere göre düşünüp amel-eylemde
bulunsalar da, İslâm bir “hayat dîni”dir, Kur’ân da bir “hayat kitabı”dır ve
hayâtın her alanına müdâhale eder ve hayâtın her alanına hâkim olmak ister.
Zâten peygamberler de bu “ana amaç”ı ikâme etmek için gönderilmişlerdir. Çoğu
peygamber bu amacı gerçekleştirememiş olsa da bu uğurda bu amaçla çalışmışlardır:
“Allah, dinden Nûh’a
vasiyet ettiği (farz kıldığı)
ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’
olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Kur’ân’ın söylediklerinden
ve Peygamber’in İslâmî pratiğine (Sünnet) aykırı olan her-şey fitnedir ve
mü’minin düşmanıdır. Hz. İbrâhim de bunu söyler:
“İşte bunlar, gerçekten
benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).
İşte “güzel örnek”liğine
uymamız gereken Hz. İbrâhim gibi biz de bu küresel fitneye düşman olmalıyız ki
günümüzün en büyük fitnesi modernizm ve modern hayattır. Modern hayâtın ortaya
koydukları şeyler gayri İslâmî bir zihinle yâni nefisle düzenlendiği için
(çünkü İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır ve hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır),
modern hayâtın ortaya koyduğu şeyler bizim düşmanımızdır. Bu fitneyi dost
edinmeyi bırakıp, onu yeryüzünden temizlememiz gerekmektedir. Zâten bu Allah’ın
bir emridir:
“Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa,
şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir”
(Enfâl 39).
Yüksek bir tepeden,
yaşadığınız modern kente bir bakın. Bu kent metropôl seviyesinde bir kent ise
söyleyeceğimiz şey daha iyi yerine oturur. O gördüğünüz manzara, o gördüğünüz
yer var ya; yâni ışıltılı ve keşmekeş hâlindeki, doğallıktan kopmuş ve
sûniliğin ve sanallığın her yanı sardığı o modern kent… İşte orada İslâm’ın “hakkıyla
yaşanması” imkânsızdır. İslâm eksik bir din olmadığı gibi yarım-yamalak
uygulanacak ve yaşanabilecek bir din de olmadığından dolayı, hakkıyla
yaşanmadığında “tam olarak yaşanmamış” olacağından dolayı, sorunlara çâre
olmayacaktır, zâten bu nedenle olmuyor ve olamıyor da. Böyle mekânlarda İslâm
ancak bireysel müslümanlığın konusu olacaktır ki o da kısa zamanda bireyler
tarafından ifsâd edilecektir. Zîrâ İslâm bireyselliğe indirgenebilecek bir din
değildir.
İslâm modern kentlerde ancak
bir nebze, o da bireysel olarak yaşanabilir fakat “hâkim olma” anlamında yaşanamaz.
Çünkü İslâm’ın kendine has bir mekân anlayışı vardır ve işte öyle bir mekâna
ihtiyâcı vardır. Kendi zihniyetini uygulamaya sokacak bir mekâna ihtiyâcı
vardır ki bu mekân modern kentler değildir. Ruhsuz modern kentler ve mekânlar
şeytanın zihniyetine göre kurulmuştur.
Peygamberimiz İslâm’ı Mekke’de
hakkıyla yaşayıp uygulayamadığı için hicret edecek yer aramıştı (Habeşistan, Taif
vs) de en sonunda Medîne ona yurt olmuştu.
“Bu zamanda İslâm’a göre
yaşanmaz” demek, “bu mekânda İslâm’a göre yaşanmaz” demektir. Çünkü İslâm
modern mekânların neresinde “hakkıyla” yaşanabilir ki?. İslâm tüm zamanlarda
yaşanabilir fakat İslâm’ın “hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olabilmesi” için
kendine has ve uygun bir mekân da gerekir. O yüzden İslâm, gerekirse Dünyâ’nın
altını üstüne getirerek mekânı değiştirir ve kendine uygun hâle getirir. İslâm
medeniyeti bunun örneğidir. Çünkü mevcut modern mekânda olmaz, olmuyor. Son 200
yıldır bir türlü olmuyor ve olmadığı gibi, hızla geriye doğru bir gidiş var.
Müslümanlar İslâm’a kıyısından-köşesinden tutunmuş durumdalar. Zîrâ tam
ortasından tutunacak bir alan-mekân yok.
Şimdi Türkiye’de neden İslâm
hayâta yâni iç ve dış âlemlere hâkim olamıyor?. Çünkü İslâm’a uygun bir alan ve
mekân yok. Her yer modernite ile kuşatılmış ve doldurulmuş. Yâni modernite
hayâta hâkim olmuş. Bunun zamanla alâkası yok, mekânla alâkası var. Yüksek
tepeden bakınca görülen o modern kentte İslâm ancak “sığıntı bir din” olabilir,
“ezik bir din”. Zâten an îtibârıyla İslâm bu şekilde algılanıyor. Oysa İslâm
aslâ “yanaşma bir din” değildir. İslâm ya hayâta hâkim olarak hakkıyla yaşanır,
yada etkisiz bir din olur ki o din İslâm olmaz.
Aslında İslâm her zaman tam
yetkinliktedir. Fakat biz “İslâm” derken “müslümanlık”tan bahsediyoruz. İşte
mekân İslâm’a ve müslümanlara göre düzenlenmediğinde yâni iç-âlemle berâber
dış-âlem de İslâm’a ve müslümanlara-mü’minlere göre değişmediğinde İslâm hiç-bir
zaman hayâta hâkim olamaz ve hakkıyla yaşanamaz. Çünkü İslâm bir “hayat
dîni”dir. Kur’ân da “hayat Kitabı”dır zâten. Öyle kıyıya-köşeye yada dört duvar
arasına hapsedilemez.
İslâm modern
kentlerde-mekânlarda iç-âleme de dış-âleme de hâkim olamaz, olmuyor. Çünkü
modern kentler doğala, fıtrata ve normâle aykırı mekânlardır. İslâm ise
hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olması için, fıtrata, doğala ve normâle
uygun bir Dünyâ’ya ihtiyaç duyar. Günahla, çirkeflikle, sapıklıklarla, adâletsizlikle,
merhâmetsizlikle, vicdansızlıkla, eşitsizlikle, küfürle, şirkle ve dolayısı ile
zulüm ile sonuna kadar aynı ortamda bulunamaz. Çünkü “hak geldiğinde bâtıl yok
olup gider” ve gitmelidir. Bâtıl yok olduğunda da İslâm hayatta görünür olur ve
hâkim kılınabilir. İşte o zaman İslâm’ı hakkıyla yaşayacak mü’minler ortaya
çıkar ve bir medeniyet başlatabilir.
İslâm’ın bir mîmârisi ve bir
şehir anlayışı vardır. Aslında İslâm, teknolojinin her yeri kuşattığı yerde de
yaşanamaz. Barutun, elektriğin ve motorun hâkim olduğu yerde İslâm nasıl
hakkıyla yaşanacaktır ki?. Teknolojinin insanı ve hayâtı kuşattığı yerde İslâm ideâl
olarak yaşanamaz ve Dünyâ’ya hâkim olamaz. Çünkü burada gerçek anlamda bir İslâm
olmaz, “İslâm’ın bilgisi” olur sâdece. İslâm’ın bilgisi ise İslâm değildir.
İslâm’ın bilgisini edinmiş olan müslümanlar da, zihnî tartışmaların kısır-döngüsü
içinde boğulur giderler. Aynen günümüzde olduğu gibi.
İslâm “Sünnet”siz olmaz.
Modern kentlerde ise “Sünnet’e göre”lik olamaz. “Güzel örneklik” modern kentlerde
tekrâr edilemez yada ondan ilham alınarak yeni bir İslâmî örneklik kurulamaz. Zâten
o yüzden de müslümanlar dâhil modern insan tarafından “hadis” adı altında
Sünnet inkâr ediliyor. Çünkü modern kentler “örnek yaşanmışlıklara” uygun değil
ve aykırı. Bu nedenle modern kentlerde Sünnet’ten bahsedildiğinde bir sırıtma
meydana çıkıyor. Zîrâ modern kentler Sünnet’in yaşanamamasına göre îmâr
edilmektedir. Modern kentler, Sünnet’in hâkim olamamasına göre düzenlenmiştir.
Bu yüzden modern kentlerde ve mekânlarda “sâdece Kur’ân” diyenler ortaya çıkar.
Zîrâ Kur’ân’ı istedikleri gibi yorumlayıp moderne uydurabiliyorlar. Fakat
yaşanmışlığı yâni “güzel örneklik” denilen Sünnet’i yorumlayamazsın ki!. Yaşanmışlık
nasıl yaşandıysa o şekildedir.
Aslında modern zamanlara
kadar yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik
ve motorun ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve
insanın bizzat maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak
hareketini devâm ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta
genelde bir sınırı vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden,
üretimden, ilişkilerden vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi.
Fakat ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o
zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. İnsan
değiştikçe mekân, mekân değiştikçe insan değişti. Bu değişme doğal, normâl ve
fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı.
Yoksa zamânın kendi-kendine değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey,
maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir.
Demek ki mekân değişince bir
“değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal,
normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor
ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar.
Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde
bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette
ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar
bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor.
Sonuçta da o mekânda İslâm’a göre yaşamak mümkün oluyor ve hattâ o mekânda
İslâm hakkıyla yaşanabiliyor. Zîrâ hayâta İslâm hâkim olmuş oluyor.
Moderniteyle birlikte ise,
madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin
tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için,
mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında
mekânın aşırı farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve
davranışların da değişmesine sebep oluyor. İslâm-dışı hareketler ortaya
çıkıyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve
davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını
şekillendiriyor. İşte bu değişen mekânda İslâm’a göre hareket edilemiyor. Netîcede
de İslâm’a göre yaşanamıyor. İslâm yâni müslümanlar böyle mekânlarda hâkimiyet
kuramıyor.
Hani sık-sık, “bu zamanda
olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak
şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir
yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz”
dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin
yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt
bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile
yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (asfalt yolda) at ile yolculuk yapılmaz”
anlamındadır. Çünkü asfalt ata göre değildir. İşte aynı şekilde modern mekân ve
kent de İslâm’a göre değildir. Bu nedenle de modern kentlerde ve mekânlarda İslâm
hakkıyla yaşanamıyor ve dolayısıyla hayâta hâkim olamıyor. Bu seküler
mekânlarda örnek ve adanmış şahsiyetler çıkmıyor ve İslâm hayâta hâkim olma
yoluna giremiyor.
Mekânın doğal, normâl ve
fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki
bu, küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve
modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir.
Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya
başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve
amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış
gösteremiyor. Yâni İslâm’a göre yaşayamıyor. Zîrâ İslâm’a göre yaşayacak bir
ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve
Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın.
Çünkü modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle, şeytânî düzenlemeler
yapmak ve günah işlemek dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.
Esâsen “modernist müslümanlar”,
“Kur’ân’cılar” ve “târihselciler” gibi akımlar, “İslâm’ın modern mekânda-kentte
hakkıyla yaşanamayacak-uygulanamayacak olması ve bu nedenle de vahyi, bu
akımlarla birlikte aşırı yoruma tâbi tutup modern mekâna ve kente uygun hâle
getirmek” amacıyla ortaya çıkmıştır. Moderniteden vazgeçmemek için İslâm’ın
hakîkatinden vazgeçilmektedir. Bu akımlar bunu “profesyonelce” yapmak için
vardırlar. Fakat bu durumda da İslâm, “modernitenin nesnesi” olmak zorunda
kalmaktadır. (Aslında nesneleşen İslâm değil müslümanlar olmaktadır). Zîrâ “belirleyici”
olan İslâm değil modernite olacaktır. Böylece İslâm, “zihinlerin ve kâlplerin
tatmin aracı”na dönüşecektir ve “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din
hâline gelecektir.
Moderniteyi sorunsuz ve ideâl
olarak görenler ve de “insanlığın ulaşacağı en uç zirve” zannedenler, İslâm’ın
modernite içinde yaşanabileceğini söylerler fakat İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde
ve “olduğu şekliyle” moderniteyle uzlaşmadığını ve İslâm’ın modernite içinde
hakkıyla uygulanamaz-yaşanamaz olduğunu gördüklerinde ve anladıklarında ise,
mecbûren Sünnet’i yok sayarlar ve Kur’ân’ı da aşırı yoruma tâbi tutarak
moderniteye uygun hâle gelinceye kadar zorlayarak te’vil ederler. Bu ise “sahih
Sünneti-hadisi, Peygamber örnekliğini ve diğer peygamberlerin güzel
örnekliklerini ve de İslâm târihini tümden iptâl etmeyi gerekli kılar. Hattâ
Kur’ân’ı bile tahrif ve tahrip etmek zorunda kalırlar ki, modern
müslümanların(!) yaptıkları meydandadır. Fazlurrahman bu bağlamda şunları
söyler:
“Klâsik
dönemlerde, Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına bildirdiği hükümler hayâta geçirilirken
hükümler ile uygulama arasında uyuşmazlık çok yaşanmazdı. Fakat günümüzde,
hükümler ve hükümlerin hayâta geçirilmesi arasında bir tutarsızlık ve
uyuşmazlık olduğu göze çarpar. Sanâyi Devrimi’nden önceki süreçte insanlar
Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına getirdiği hükümleri hayâta geçirmede bir sorun yaşamadılar,
çünkü Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemle benzer sosyo-ekonomik seviyeyi ve
gelişmişlik düzeyini sürdürüyorlardı. 18. yüzyıldan sonra bilim ve teknolojinin
hızla ilerlemesiyle, ulaşım araçlarının hızla hayatımıza girmesi geçtiğimiz
yüzyıllarda gündeme gelmeyen ‘seferilik’ gibi konuları tartışılır hâle
getirdi”.
Fazlurrahman da Sanâyi
Devrimi ile birlikte, İslâm’ı-Kur’ân’ı moderniteye uydurmak uğruna dîni ahlâka
indirger ve lafzı iptâl ederek sözde ahlâk-merkezli olarak “moderniteye uygun
yorumlama” yapmayı önerir. Fakat işte sorun da buradadır. Böyle bir durum
ortaya çıktı diye İslâm modernitenin nesnesi mi yapılacak ve vahiy moderniteye
göre mi ayarlanacaktır?. Hâlbuki vahiy tam-aksine, mevcudu kendine göre
düzenlemek için gönderilmiştir ve peygamberler de bunun mücâdelesini
vermişlerdir. Zâten “imtihan” da budur: Müslümanlar Allah’ın sözü olan vahyi mi
merkeze alacaklar, yoksa şeytanın telkinleriyle düzenlenmiş olan mevcut
yaşam-şeklini mi?.
Yakın
zaman önce kapanmak zorunda kalan Hilal TV, seküler-lâik reklâmlara yer
vermediğinden, seküler-mahrem diziler ve filmler oynatmadığından, halkın çoğunluğunun
ilgiyle izlediği, uydurma ve zırvalıklardan oluşan soru-cevap programları ve
mezhep-târikat-tasavvuf merkezli yayınlar yapmadığından vs. maddî zorluk yaşadı
ve kapanmak zorunda kaldı. Üstelik seküler ideolojiyi, iktidârı, evrimi,
modern-bilimi desteklemesine rağmen yine de yaranamadı da hayâtiyetini sürdüremedi
ve kapanmak zorunda kaldı. Yâni diyeceğim o ki, müslümanlar mevcut lâik-seküler
ve liberâl-kapitâlist ortamda daha bir TV bile kurulup da devâm ettiremiyorlar.
Çünkü bu iş modern mekânda ve zamanda olacak şey değildir. Bu ortamda İslâmî
bir şeyi hakkıyla yapmak mümkün değildir. Bu nedenle böyle dinsiz bir
zihniyetin içinde ve Allah’sız bir mekânda bir İslâm devletinin kurulması ve
hayâta hâkim olması mümkün değildir.
Sıra-dışı
şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için
şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse,
şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak
gerekir. Eğer samîmi olursak Allah o şartları oluşturacaktır.
Kur’ân, amel-eyleme yönelik
bir özellik taşır. Statik değil dinamik bir özellik taşır ve bu dinamiklik
kendisini Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği (Ahzâb 21) Sünnet ile ortaya koyar.
O hâlde sorun, Sünnet’in modern zihniyetle şekillendirilmiş mekânda bir
karşılığı olmadığından dolayı hakkıyla uygulanamayacağıdır. Allah hesâba
katılmadan beşer-merkezli olarak düzenlenmiş olan modern mekân, Kur’â ve Sünnet’in
yapısına aykırı olduğu için ikisi aynı-anda aynı yerde bulunamaz. Çünkü Kur’ân
ve Sünnet hayâta hâkim olmalıdır ve modern mekânda-kentte Kur’ân, tüm bütünlüğü
ile birlikte idrâk edilemez ve Sünnet yeniden üretilemez. O nedenle de modernite
kendi “sünnet” yâni yaşam-tarzını üretir ve bunu herkese dayatır.
Modern hayat insanın doğasına
uygun olmadığı gibi, İslâm’ın da doğasına uygun değildir. Modern hayat nasıl ki
insanı yavaş-yavaş öldürüyor ve yaşamasına müsâde etmiyorsa, modern hayat yâni modern
mekân da İslâm’ın hükümlerini yavaş-yavaş düşüncede ve uygulamada
etkisizleştirir ve bitirir. Bu nedene Kur’ân’ın modern hayâtta hâkim olması hem
mümkün değildir hem de hâkim olmasa daha iyi olur. Zîrâ bu hâkimiyet hem
tâvizlerin bir sonucunda olacaktır hem de zamanla özünden sapacaktır ki
hristiyanlığın Roma’da başına gelen budur. Çünkü seküler modern hayat ve modern
mekân saptırıcıdır.
Sağlıklı ortam ve gıdâ olmadan sağlıklı insan olmaz,
doğal ziraat olmadan da sağlıklı gıda olmaz. Aynen bunu gibi; mekân ve ortam
uygun olmadığında İslâm’ın meyveleri ya hiç yetişmez yada acı olur.
Sağlıklı gıdânın üretilmesi sağlıklı
bir ortamın olmasını gerektirir. Sanâyinin yanında, apartmanlar arasında ve
otobanın kenarında yapılan tarımın organik ve sağlıklı olması nasıl imkânsızsa,
İslâm’ın da kendine-has ortamı olmadığında ortaya çıkacak müslümanlık, Peygamber
ve sahabe örneğinde olduğu gibi olmaktan çok-çok uzak olacaktır. Böyle olunca
da İslâm’ın hayâta etki ederek hâkim olması söz-konusu olmayacaktır.
Tüberküloz (verem) olmuş birinin
kentin orta yerinde ve pis havada şifâ bulması nasıl mümkün değilse ve şifâ
bulması için temiz ver doğal bir ortamda yaşaması gerekiyorsa, verem olmuş pis
bir mekânda İslâm’ın hayat bulması da mümkün değildir. Hicret ve hak toplum ile
câhiliye toplumunun ayrılması bu nedenle şarttır.
İslâm-merkezli amel ve
eylem, ancak klâsik hayatta yada benzer bir hayat-tarzı ve şehirde uygulama
alanı bulabilir. Modern hayatta böyle bir alan bulamayacağı için hakkıyla uygulanıp
yaşanamaz ve yarım-yamalak bir din ortaya çıkar ki bu din neredeyse hiç-bir
yaraya merhem olmaz. Böylece şeytan ve uşakları olan tâğutlar da iktidârını
sürdürmeye devâm eder.
Dâhileriniz ve “deli”leriniz
yoksa hedefinizi gerçekleştiremezsiniz. Ne tek-başına dâhi, ne de tek-başına
deli yeter. İkisi birlikte olmalıdır. Maalesef müslümanların ne dâhileri var ne
de delileri.
“İslâm hayâta niçin hâkim
olamıyor” demek, “Sünnet niçin tezâhür edemiyor” demektir. İkisi aynı şeydir. Bunun
cevâbı; “çünkü mekân müsâit değildir” cevâbıdır.
Niçin peygamberler “klâsik zamanlarda”
gönderildi?. Çünkü modern zamanlarda peygamberler misyonlarını hâkim kılacak
alan ve mekân bulamazlardı yada böyle bir mekânı bulmakta çok daha fazla
zorlanırlardı. Allah, “hayatta uygulanabilecek” vahiyler gönderir ve hayatta
uygulanamayacak ve hâkim olamayacak vahiyler göndermez. Bu vahiyler doğala,
normâle ve fıtrî olanla bire-bir uygun olan vahiyler olduğu için, o vahiyler sâdece
bu şekilde olan klâsik bir mekânda uygulanabilir. Bu hayat-şekli ise, tarım-hayvancılık,
küçük esnaf-zanaatkâr-tüccar olarak yaşanan klâsik haya yada klâsik hayâta
uygun olan şehirlerdir (kentler değil).
İnsanın insanca
yaşayabileceği, İslâm’ı hakkıyla yaşayabileceği ve İslâm’ı hayâta hâkim
kılabileceği mekânlar, klâsik zamanlardaki gibi mekânlardır. Bu mekânlara ise
“kent” değil, “şehir” denir. Medîne’dir bu mekânlar. Yâni dînin hâkim olduğu
alanlar. Mevcut modern zaman ve mekân ise, zâten dînin uygulama alanı bulamayacağı
şekilde tasarlanmış ve inşâ edilmiştir. Modern hayatta kişiye, İslâm’ı, “sâdece
kâlbinde yaşamak” kalıyor ki o bile moderniteden etkilendiği için kâlbinde bile
en saf hâliyle duramıyor.
Modern hayatta İslâm niçin hakim
olamaz?. Çünkü İslâm nefsin hâkim olduğu bir hayatta ve nefsin altında yaşayacak
bir din değildir. Şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü altında yaşanacak bir
din değildir İslâm. En azından sürekli olarak o hâlde kalamaz ve o mekânda
bulunamaz. Hicret bu nedenle önemlidir. Nefsin hâkimiyetinde olan bir mekânda
İslâm’ın bir sığıntı gibi yaşamasından bahsedilemez. İslâm “arâziye
uyan” pasif bir din değildir ki!. Modern
hayat nefis-merkezli bir hayattır ve bu nedenle de nefisler sürekli olarak
kışkırtılır. Kışkırtılmış nefisler altında İslâm’ın hakkıyla yaşanması
düşünülemez.
Lâkin.. Dünyâ modernite
tarafından kuşatılmış diye İslâm pılını-pırtısını toplayıp gidecek bir din değildir.
Zîrâ mülk Allah’ındır ve İslâm Dîni de Allah’ın dînidir. Bu nedenle de
modernite ile mücâdele edilecek ve mü’minler iç-âlemlerini İslâm ile değiştirdikten
sonra dış-âlemi ve mekânı da İslâm ile değiştirip tam da İslâm’a uygun hâle
getirecekler ve tüm peygamberler gibi bu amaç için azimle çalışacaklardır. Yeryüzünde
fitne kalmayıncaya kadar ve İslâm hayâta hâkim olup hakkıyla yaşanabilecek bir
mekân kurana kadar İslâm-merkezli çalışacaklardır. O hâlde günümüzde İslâm’ın hayâta
hâkim olması için ilk başta nefsin, sonra da nefis-merkezli ortaya konan ve
şekillendirilen eşyânın, gerekirse altı-üstüne getirilerek değiştirilmesi
gerekecektir ki târih boyunca bu iş “güzellikle” olmadığında sünnetullah
devreye girmiş ve “helâk” ile olmuştur. Nice değişmez ve yıkılmaz zannedilen
nefis-merkezli yapılar, kurumlar, mekânlar, devletler ve uygarlıklar yerin
dibine geçirilmiştir. Zîrâ ya İslâm’a göre olacak, yada hiç olmayacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârun Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder