13 Temmuz 2020 Pazartesi

İslâm Hayâta Niçin Hâkim Olamıyor?



“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Hemen başta söyleyelim ki, İslâm -hâşâ- sığıntı olacak, keyfe, isteğe ve “duruma göre” yaşanacak bir din değildir. İslâm hayâta hâkim olmaya gelmiştir ve İslâm aslâ yarım-yamalak yaşanması için gönderilmemiştir. Modern insanlar-müslümanlar İslâm’ı hayâtın merkezinden koparıp kişiselleştirseler, vahyi kâlplere ve zihinlere has kılsalar ve hayatta ise şeytânî-beşerî ideolojilere, düşüncelere ve sistemlere göre düşünüp amel-eylemde bulunsalar da, İslâm bir “hayat dîni”dir, Kur’ân da bir “hayat kitabı”dır ve hayâtın her alanına müdâhale eder ve hayâtın her alanına hâkim olmak ister. Zâten peygamberler de bu “ana amaç”ı ikâme etmek için gönderilmişlerdir. Çoğu peygamber bu amacı gerçekleştirememiş olsa da bu uğurda bu amaçla çalışmışlardır:

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Kur’ân’ın söylediklerinden ve Peygamber’in İslâmî pratiğine (Sünnet) aykırı olan her-şey fitnedir ve mü’minin düşmanıdır. Hz. İbrâhim de bunu söyler:

“İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).

İşte “güzel örnek”liğine uymamız gereken Hz. İbrâhim gibi biz de bu küresel fitneye düşman olmalıyız ki günümüzün en büyük fitnesi modernizm ve modern hayattır. Modern hayâtın ortaya koydukları şeyler gayri İslâmî bir zihinle yâni nefisle düzenlendiği için (çünkü İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır ve hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır), modern hayâtın ortaya koyduğu şeyler bizim düşmanımızdır. Bu fitneyi dost edinmeyi bırakıp, onu yeryüzünden temizlememiz gerekmektedir. Zâten bu Allah’ın bir emridir:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

Yüksek bir tepeden, yaşadığınız modern kente bir bakın. Bu kent metropôl seviyesinde bir kent ise söyleyeceğimiz şey daha iyi yerine oturur. O gördüğünüz manzara, o gördüğünüz yer var ya; yâni ışıltılı ve keşmekeş hâlindeki, doğallıktan kopmuş ve sûniliğin ve sanallığın her yanı sardığı o modern kent… İşte orada İslâm’ın “hakkıyla yaşanması” imkânsızdır. İslâm eksik bir din olmadığı gibi yarım-yamalak uygulanacak ve yaşanabilecek bir din de olmadığından dolayı, hakkıyla yaşanmadığında “tam olarak yaşanmamış” olacağından dolayı, sorunlara çâre olmayacaktır, zâten bu nedenle olmuyor ve olamıyor da. Böyle mekânlarda İslâm ancak bireysel müslümanlığın konusu olacaktır ki o da kısa zamanda bireyler tarafından ifsâd edilecektir. Zîrâ İslâm bireyselliğe indirgenebilecek bir din değildir.

İslâm modern kentlerde ancak bir nebze, o da bireysel olarak yaşanabilir fakat “hâkim olma” anlamında yaşanamaz. Çünkü İslâm’ın kendine has bir mekân anlayışı vardır ve işte öyle bir mekâna ihtiyâcı vardır. Kendi zihniyetini uygulamaya sokacak bir mekâna ihtiyâcı vardır ki bu mekân modern kentler değildir. Ruhsuz modern kentler ve mekânlar şeytanın zihniyetine göre kurulmuştur.

Peygamberimiz İslâm’ı Mekke’de hakkıyla yaşayıp uygulayamadığı için hicret edecek yer aramıştı (Habeşistan, Taif vs) de en sonunda Medîne ona yurt olmuştu.

“Bu zamanda İslâm’a göre yaşanmaz” demek, “bu mekânda İslâm’a göre yaşanmaz” demektir. Çünkü İslâm modern mekânların neresinde “hakkıyla” yaşanabilir ki?. İslâm tüm zamanlarda yaşanabilir fakat İslâm’ın “hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olabilmesi” için kendine has ve uygun bir mekân da gerekir. O yüzden İslâm, gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek mekânı değiştirir ve kendine uygun hâle getirir. İslâm medeniyeti bunun örneğidir. Çünkü mevcut modern mekânda olmaz, olmuyor. Son 200 yıldır bir türlü olmuyor ve olmadığı gibi, hızla geriye doğru bir gidiş var. Müslümanlar İslâm’a kıyısından-köşesinden tutunmuş durumdalar. Zîrâ tam ortasından tutunacak bir alan-mekân yok.

Şimdi Türkiye’de neden İslâm hayâta yâni iç ve dış âlemlere hâkim olamıyor?. Çünkü İslâm’a uygun bir alan ve mekân yok. Her yer modernite ile kuşatılmış ve doldurulmuş. Yâni modernite hayâta hâkim olmuş. Bunun zamanla alâkası yok, mekânla alâkası var. Yüksek tepeden bakınca görülen o modern kentte İslâm ancak “sığıntı bir din” olabilir, “ezik bir din”. Zâten an îtibârıyla İslâm bu şekilde algılanıyor. Oysa İslâm aslâ “yanaşma bir din” değildir. İslâm ya hayâta hâkim olarak hakkıyla yaşanır, yada etkisiz bir din olur ki o din İslâm olmaz.

Aslında İslâm her zaman tam yetkinliktedir. Fakat biz “İslâm” derken “müslümanlık”tan bahsediyoruz. İşte mekân İslâm’a ve müslümanlara göre düzenlenmediğinde yâni iç-âlemle berâber dış-âlem de İslâm’a ve müslümanlara-mü’minlere göre değişmediğinde İslâm hiç-bir zaman hayâta hâkim olamaz ve hakkıyla yaşanamaz. Çünkü İslâm bir “hayat dîni”dir. Kur’ân da “hayat Kitabı”dır zâten. Öyle kıyıya-köşeye yada dört duvar arasına hapsedilemez.

İslâm modern kentlerde-mekânlarda iç-âleme de dış-âleme de hâkim olamaz, olmuyor. Çünkü modern kentler doğala, fıtrata ve normâle aykırı mekânlardır. İslâm ise hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olması için, fıtrata, doğala ve normâle uygun bir Dünyâ’ya ihtiyaç duyar. Günahla, çirkeflikle, sapıklıklarla, adâletsizlikle, merhâmetsizlikle, vicdansızlıkla, eşitsizlikle, küfürle, şirkle ve dolayısı ile zulüm ile sonuna kadar aynı ortamda bulunamaz. Çünkü “hak geldiğinde bâtıl yok olup gider” ve gitmelidir. Bâtıl yok olduğunda da İslâm hayatta görünür olur ve hâkim kılınabilir. İşte o zaman İslâm’ı hakkıyla yaşayacak mü’minler ortaya çıkar ve bir medeniyet başlatabilir.

İslâm’ın bir mîmârisi ve bir şehir anlayışı vardır. Aslında İslâm, teknolojinin her yeri kuşattığı yerde de yaşanamaz. Barutun, elektriğin ve motorun hâkim olduğu yerde İslâm nasıl hakkıyla yaşanacaktır ki?. Teknolojinin insanı ve hayâtı kuşattığı yerde İslâm ideâl olarak yaşanamaz ve Dünyâ’ya hâkim olamaz. Çünkü burada gerçek anlamda bir İslâm olmaz, “İslâm’ın bilgisi” olur sâdece. İslâm’ın bilgisi ise İslâm değildir. İslâm’ın bilgisini edinmiş olan müslümanlar da, zihnî tartışmaların kısır-döngüsü içinde boğulur giderler. Aynen günümüzde olduğu gibi.

İslâm “Sünnet”siz olmaz. Modern kentlerde ise “Sünnet’e göre”lik olamaz. “Güzel örneklik” modern kentlerde tekrâr edilemez yada ondan ilham alınarak yeni bir İslâmî örneklik kurulamaz. Zâten o yüzden de müslümanlar dâhil modern insan tarafından “hadis” adı altında Sünnet inkâr ediliyor. Çünkü modern kentler “örnek yaşanmışlıklara” uygun değil ve aykırı. Bu nedenle modern kentlerde Sünnet’ten bahsedildiğinde bir sırıtma meydana çıkıyor. Zîrâ modern kentler Sünnet’in yaşanamamasına göre îmâr edilmektedir. Modern kentler, Sünnet’in hâkim olamamasına göre düzenlenmiştir. Bu yüzden modern kentlerde ve mekânlarda “sâdece Kur’ân” diyenler ortaya çıkar. Zîrâ Kur’ân’ı istedikleri gibi yorumlayıp moderne uydurabiliyorlar. Fakat yaşanmışlığı yâni “güzel örneklik” denilen Sünnet’i yorumlayamazsın ki!. Yaşanmışlık nasıl yaşandıysa o şekildedir.

Aslında modern zamanlara kadar yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. İnsan değiştikçe mekân, mekân değiştikçe insan değişti. Bu değişme doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı. Yoksa zamânın kendi-kendine değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir.

Demek ki mekân değişince bir “değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor. Sonuçta da o mekânda İslâm’a göre yaşamak mümkün oluyor ve hattâ o mekânda İslâm hakkıyla yaşanabiliyor. Zîrâ hayâta İslâm hâkim olmuş oluyor.

Moderniteyle birlikte ise, madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın aşırı farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine sebep oluyor. İslâm-dışı hareketler ortaya çıkıyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor. İşte bu değişen mekânda İslâm’a göre hareket edilemiyor. Netîcede de İslâm’a göre yaşanamıyor. İslâm yâni müslümanlar böyle mekânlarda hâkimiyet kuramıyor.

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (asfalt yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır. Çünkü asfalt ata göre değildir. İşte aynı şekilde modern mekân ve kent de İslâm’a göre değildir. Bu nedenle de modern kentlerde ve mekânlarda İslâm hakkıyla yaşanamıyor ve dolayısıyla hayâta hâkim olamıyor. Bu seküler mekânlarda örnek ve adanmış şahsiyetler çıkmıyor ve İslâm hayâta hâkim olma yoluna giremiyor.

Mekânın doğal, normâl ve fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu, küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir. Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Yâni İslâm’a göre yaşayamıyor. Zîrâ İslâm’a göre yaşayacak bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın. Çünkü modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle, şeytânî düzenlemeler yapmak ve günah işlemek dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.

Esâsen “modernist müslümanlar”, “Kur’ân’cılar” ve “târihselciler” gibi akımlar, “İslâm’ın modern mekânda-kentte hakkıyla yaşanamayacak-uygulanamayacak olması ve bu nedenle de vahyi, bu akımlarla birlikte aşırı yoruma tâbi tutup modern mekâna ve kente uygun hâle getirmek” amacıyla ortaya çıkmıştır. Moderniteden vazgeçmemek için İslâm’ın hakîkatinden vazgeçilmektedir. Bu akımlar bunu “profesyonelce” yapmak için vardırlar. Fakat bu durumda da İslâm, “modernitenin nesnesi” olmak zorunda kalmaktadır. (Aslında nesneleşen İslâm değil müslümanlar olmaktadır). Zîrâ “belirleyici” olan İslâm değil modernite olacaktır. Böylece İslâm, “zihinlerin ve kâlplerin tatmin aracı”na dönüşecektir ve “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din hâline gelecektir.

Moderniteyi sorunsuz ve ideâl olarak görenler ve de “insanlığın ulaşacağı en uç zirve” zannedenler, İslâm’ın modernite içinde yaşanabileceğini söylerler fakat İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde ve “olduğu şekliyle” moderniteyle uzlaşmadığını ve İslâm’ın modernite içinde hakkıyla uygulanamaz-yaşanamaz olduğunu gördüklerinde ve anladıklarında ise, mecbûren Sünnet’i yok sayarlar ve Kur’ân’ı da aşırı yoruma tâbi tutarak moderniteye uygun hâle gelinceye kadar zorlayarak te’vil ederler. Bu ise “sahih Sünneti-hadisi, Peygamber örnekliğini ve diğer peygamberlerin güzel örnekliklerini ve de İslâm târihini tümden iptâl etmeyi gerekli kılar. Hattâ Kur’ân’ı bile tahrif ve tahrip etmek zorunda kalırlar ki, modern müslümanların(!) yaptıkları meydandadır. Fazlurrahman bu bağlamda şunları söyler:

“Klâsik dönemlerde, Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına bildirdiği hükümler hayâta geçirilirken hükümler ile uygulama arasında uyuşmazlık çok yaşanmazdı. Fakat günümüzde, hükümler ve hükümlerin hayâta geçirilmesi arasında bir tutarsızlık ve uyuşmazlık olduğu göze çarpar. Sanâyi Devrimi’nden önceki süreçte insanlar Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına getirdiği hükümleri hayâta geçirmede bir sorun yaşamadılar, çünkü Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemle benzer sosyo-ekonomik seviyeyi ve gelişmişlik düzeyini sürdürüyorlardı. 18. yüzyıldan sonra bilim ve teknolojinin hızla ilerlemesiyle, ulaşım araçlarının hızla hayatımıza girmesi geçtiğimiz yüzyıllarda gündeme gelmeyen ‘seferilik’ gibi konuları tartışılır hâle getirdi”.

Fazlurrahman da Sanâyi Devrimi ile birlikte, İslâm’ı-Kur’ân’ı moderniteye uydurmak uğruna dîni ahlâka indirger ve lafzı iptâl ederek sözde ahlâk-merkezli olarak “moderniteye uygun yorumlama” yapmayı önerir. Fakat işte sorun da buradadır. Böyle bir durum ortaya çıktı diye İslâm modernitenin nesnesi mi yapılacak ve vahiy moderniteye göre mi ayarlanacaktır?. Hâlbuki vahiy tam-aksine, mevcudu kendine göre düzenlemek için gönderilmiştir ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir. Zâten “imtihan” da budur: Müslümanlar Allah’ın sözü olan vahyi mi merkeze alacaklar, yoksa şeytanın telkinleriyle düzenlenmiş olan mevcut yaşam-şeklini mi?.  

Yakın zaman önce kapanmak zorunda kalan Hilal TV, seküler-lâik reklâmlara yer vermediğinden, seküler-mahrem diziler ve filmler oynatmadığından, halkın çoğunluğunun ilgiyle izlediği, uydurma ve zırvalıklardan oluşan soru-cevap programları ve mezhep-târikat-tasavvuf merkezli yayınlar yapmadığından vs. maddî zorluk yaşadı ve kapanmak zorunda kaldı. Üstelik seküler ideolojiyi, iktidârı, evrimi, modern-bilimi desteklemesine rağmen yine de yaranamadı da hayâtiyetini sürdüremedi ve kapanmak zorunda kaldı. Yâni diyeceğim o ki, müslümanlar mevcut lâik-seküler ve liberâl-kapitâlist ortamda daha bir TV bile kurulup da devâm ettiremiyorlar. Çünkü bu iş modern mekânda ve zamanda olacak şey değildir. Bu ortamda İslâmî bir şeyi hakkıyla yapmak mümkün değildir. Bu nedenle böyle dinsiz bir zihniyetin içinde ve Allah’sız bir mekânda bir İslâm devletinin kurulması ve hayâta hâkim olması mümkün değildir.

Sıra-dışı şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse, şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak gerekir. Eğer samîmi olursak Allah o şartları oluşturacaktır. 

Kur’ân, amel-eyleme yönelik bir özellik taşır. Statik değil dinamik bir özellik taşır ve bu dinamiklik kendisini Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği (Ahzâb 21) Sünnet ile ortaya koyar. O hâlde sorun, Sünnet’in modern zihniyetle şekillendirilmiş mekânda bir karşılığı olmadığından dolayı hakkıyla uygulanamayacağıdır. Allah hesâba katılmadan beşer-merkezli olarak düzenlenmiş olan modern mekân, Kur’â ve Sünnet’in yapısına aykırı olduğu için ikisi aynı-anda aynı yerde bulunamaz. Çünkü Kur’ân ve Sünnet hayâta hâkim olmalıdır ve modern mekânda-kentte Kur’ân, tüm bütünlüğü ile birlikte idrâk edilemez ve Sünnet yeniden üretilemez. O nedenle de modernite kendi “sünnet” yâni yaşam-tarzını üretir ve bunu herkese dayatır.

Modern hayat insanın doğasına uygun olmadığı gibi, İslâm’ın da doğasına uygun değildir. Modern hayat nasıl ki insanı yavaş-yavaş öldürüyor ve yaşamasına müsâde etmiyorsa, modern hayat yâni modern mekân da İslâm’ın hükümlerini yavaş-yavaş düşüncede ve uygulamada etkisizleştirir ve bitirir. Bu nedene Kur’ân’ın modern hayâtta hâkim olması hem mümkün değildir hem de hâkim olmasa daha iyi olur. Zîrâ bu hâkimiyet hem tâvizlerin bir sonucunda olacaktır hem de zamanla özünden sapacaktır ki hristiyanlığın Roma’da başına gelen budur. Çünkü seküler modern hayat ve modern mekân saptırıcıdır.

Sağlıklı ortam ve gıdâ olmadan sağlıklı insan olmaz, doğal ziraat olmadan da sağlıklı gıda olmaz. Aynen bunu gibi; mekân ve ortam uygun olmadığında İslâm’ın meyveleri ya hiç yetişmez yada acı olur. 

Sağlıklı gıdânın üretilmesi sağlıklı bir ortamın olmasını gerektirir. Sanâyinin yanında, apartmanlar arasında ve otobanın kenarında yapılan tarımın organik ve sağlıklı olması nasıl imkânsızsa, İslâm’ın da kendine-has ortamı olmadığında ortaya çıkacak müslümanlık, Peygamber ve sahabe örneğinde olduğu gibi olmaktan çok-çok uzak olacaktır. Böyle olunca da İslâm’ın hayâta etki ederek hâkim olması söz-konusu olmayacaktır.

Tüberküloz (verem) olmuş birinin kentin orta yerinde ve pis havada şifâ bulması nasıl mümkün değilse ve şifâ bulması için temiz ver doğal bir ortamda yaşaması gerekiyorsa, verem olmuş pis bir mekânda İslâm’ın hayat bulması da mümkün değildir. Hicret ve hak toplum ile câhiliye toplumunun ayrılması bu nedenle şarttır.

İslâm-merkezli amel ve eylem, ancak klâsik hayatta yada benzer bir hayat-tarzı ve şehirde uygulama alanı bulabilir. Modern hayatta böyle bir alan bulamayacağı için hakkıyla uygulanıp yaşanamaz ve yarım-yamalak bir din ortaya çıkar ki bu din neredeyse hiç-bir yaraya merhem olmaz. Böylece şeytan ve uşakları olan tâğutlar da iktidârını sürdürmeye devâm eder.  

Dâhileriniz ve “deli”leriniz yoksa hedefinizi gerçekleştiremezsiniz. Ne tek-başına dâhi, ne de tek-başına deli yeter. İkisi birlikte olmalıdır. Maalesef müslümanların ne dâhileri var ne de delileri. 

“İslâm hayâta niçin hâkim olamıyor” demek, “Sünnet niçin tezâhür edemiyor” demektir. İkisi aynı şeydir. Bunun cevâbı; “çünkü mekân müsâit değildir” cevâbıdır.

Niçin peygamberler “klâsik zamanlarda” gönderildi?. Çünkü modern zamanlarda peygamberler misyonlarını hâkim kılacak alan ve mekân bulamazlardı yada böyle bir mekânı bulmakta çok daha fazla zorlanırlardı. Allah, “hayatta uygulanabilecek” vahiyler gönderir ve hayatta uygulanamayacak ve hâkim olamayacak vahiyler göndermez. Bu vahiyler doğala, normâle ve fıtrî olanla bire-bir uygun olan vahiyler olduğu için, o vahiyler sâdece bu şekilde olan klâsik bir mekânda uygulanabilir. Bu hayat-şekli ise, tarım-hayvancılık, küçük esnaf-zanaatkâr-tüccar olarak yaşanan klâsik haya yada klâsik hayâta uygun olan şehirlerdir (kentler değil).

İnsanın insanca yaşayabileceği, İslâm’ı hakkıyla yaşayabileceği ve İslâm’ı hayâta hâkim kılabileceği mekânlar, klâsik zamanlardaki gibi mekânlardır. Bu mekânlara ise “kent” değil, “şehir” denir. Medîne’dir bu mekânlar. Yâni dînin hâkim olduğu alanlar. Mevcut modern zaman ve mekân ise, zâten dînin uygulama alanı bulamayacağı şekilde tasarlanmış ve inşâ edilmiştir. Modern hayatta kişiye, İslâm’ı, “sâdece kâlbinde yaşamak” kalıyor ki o bile moderniteden etkilendiği için kâlbinde bile en saf hâliyle duramıyor.

Modern hayatta İslâm niçin hakim olamaz?. Çünkü İslâm nefsin hâkim olduğu bir hayatta ve nefsin altında yaşayacak bir din değildir. Şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü altında yaşanacak bir din değildir İslâm. En azından sürekli olarak o hâlde kalamaz ve o mekânda bulunamaz. Hicret bu nedenle önemlidir. Nefsin hâkimiyetinde olan bir mekânda İslâm’ın bir sığıntı gibi yaşamasından bahsedilemez. İslâm “arâziye uyan” pasif bir din değildir ki!. Modern hayat nefis-merkezli bir hayattır ve bu nedenle de nefisler sürekli olarak kışkırtılır. Kışkırtılmış nefisler altında İslâm’ın hakkıyla yaşanması düşünülemez.

Lâkin.. Dünyâ modernite tarafından kuşatılmış diye İslâm pılını-pırtısını toplayıp gidecek bir din değildir. Zîrâ mülk Allah’ındır ve İslâm Dîni de Allah’ın dînidir. Bu nedenle de modernite ile mücâdele edilecek ve mü’minler iç-âlemlerini İslâm ile değiştirdikten sonra dış-âlemi ve mekânı da İslâm ile değiştirip tam da İslâm’a uygun hâle getirecekler ve tüm peygamberler gibi bu amaç için azimle çalışacaklardır. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve İslâm hayâta hâkim olup hakkıyla yaşanabilecek bir mekân kurana kadar İslâm-merkezli çalışacaklardır. O hâlde günümüzde İslâm’ın hayâta hâkim olması için ilk başta nefsin, sonra da nefis-merkezli ortaya konan ve şekillendirilen eşyânın, gerekirse altı-üstüne getirilerek değiştirilmesi gerekecektir ki târih boyunca bu iş “güzellikle” olmadığında sünnetullah devreye girmiş ve “helâk” ile olmuştur. Nice değişmez ve yıkılmaz zannedilen nefis-merkezli yapılar, kurumlar, mekânlar, devletler ve uygarlıklar yerin dibine geçirilmiştir. Zîrâ ya İslâm’a göre olacak, yada hiç olmayacaktır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârun Görmüş
Ekim 2019




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder