“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru
kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Bakara 3).
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve
rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin” (Bakara 43).
Zekât: “Nisab
miktârı (zekât verebilecek kadar) mala yada paraya sâhip olan müslümanın, en az
kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve verilen sadaka. Ziyâdeleşme, artma.
Temizlik. Tahâret” anlamlarındadır.
İnfâk: “Nafaka
verme. Besleme. Geçindirme. Harcayıp tüketme” demektir.
“İfsâd olmamış insan
fıtratı”nda, “kendinde olanı elden çıkarmak” duygusu vardır. Bu yüzden dînî
duyarlılığı olmayanlar bile kendinde olanı elden çıkarmak yoluna giderler. Yada
bunu en azından konuşurlar. Fakat onlar bunu hak yoldan “Allah için” değil de,
bâtıl yoldan “gösteriş için” yaparlar. Böylece tüm yaptıkları boşa gider. Zîrâ
zekât ve infâk, ancak Allah rızâsı için yapıldığında makbûl olur.
“Zekât zorunlu, infâk
ve sadaka ise isteğe bağlıdır” deniyor, fakat bu ancak resmî anlamda böyle
olabilir. Yoksa infâk etmek zarûrettir.
İslâm, zekât,
infâk, sadaka ve “yardım”dan önce, “adâletli bir paylaşım”ı emreder. Böylece birilerine
yapılan yardımı, “sürekli yapılması gereken” bir şey olmaktan çıkarır ve ancak
olağan-üstü durumların konusu yapar. Çünkü İslâm toplumunda ve devletinde
paylaşım-bölüşüm ve gelir, adâletli bir şekilde yaygınlaşmış olacağından
dolayı, İslâm devleti içinde sürekli olarak birileri yardım almak durumunda
olmaz. Tabi bu, zekât ve infâkın verilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü “imtihan
gereği olarak” Dünyâ genelinde mutlakâ yardıma ihtiyaç duyan birileri
olacağından dolayı, toplanan zekât ve infâk gelirleri ihtiyaç olan yerlere kanalize
edilir.
Namaz ve zekât-infâk,
müslüman olmanın en bâriz göstergesidir. Namaz kılmak bâzen gösteriş olarak
yapılabilse de, mallardan sürekli vermek kolay olmayacağı için, samîmi
olmayanlar infâkı hakkıyla yapamazlar ve kendilerini belli ederler.
Zekât Kur’ân
boyunca “namaz” ile birlikte gelmiştir. Zımnen şöyle denilmek istenmiştir: “Namazı
kılın ve namazın tamamlanması yâni amacının yerine gelmesi için de zekâtı da verin.
Arınma ancak o şekilde tamamlanır. Yoksa namaz öyle kuru-kuruya yapılıverecek bir
şey değildir”. Namaz zekâtın verilmesi ile ikâme edilmiş olur. Aksi-takdirde
“din yalanlanmış” olur. Zâten Mâûn Sûresi de bunu söyler:
“Dîni yalanlayanı gördün mü?. İşte yetimi
itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların
vay hâline ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Gösteriş yapmaktadırlar ve
‘ufacık bir yardımı (veyâ zekâtı) da’ engellemektedirler” (Mâûn Sûresi).
Müslüman, en iyi
ve bâriz şekilde Ramazan ayında belli olur; oruç ve zekât ile. Çünkü din,
ferâgattir ve yeme-içmeden belli oranda kesilmek ve mallardan vermek (ki bu
mallardan ve canlardan vermek anlamına gelir) her yiğidin kârı değildir.
Zekât “para”dan olur. Zekât
verecek kişi, zekâtı alacak olan kişiye nakit olarak belli bir miktar parayı
takdim etmelidir. Günümüzde olduğu gibi, marketlerden alınıp paketlenen yada
hazır paketleri alıp da birilerine vermek zekât değil, “infâk” yada “sadaka”
olabilir.
Yardım-kolileri, standart
olarak hazırlanmış yiyecek-içeceklerle sınırlıdır. Hâlbuki kişinin ihtiyâcı çok
farklı olabilir. Belki de onun bir ayakkabıya, giyeceğe, kitaba, borcunu
karşılayacak paraya vs. ihtiyâcı vardır. Çok farklı nedenlerden dolayı nakit
paraya ihtiyâcı olan kişilere “zekât” adı altında yardım kolileri vermek çok
absürd olur. Kişiye zekât olarak belli bir miktar “para” verilmelidir. Zekâtı
alan kişi o parayı nereye harcarsa harcar. Neye ihtiyâcı varsa onun için
kullanır. Zekâtta “dayatma” olmamalıdır. Yardım-kolileri bir “dayatma”dır. Bu
kolileri ihtiyaç sâhibi olana getirerek; “mecbursun, bunları yiyip-içeceksin,
sen ancak bunları tüketebilirsin, başka bir ihtiyâcın olamaz” der gibi bir
durum oluşur çünkü. Sanki doğal bir felâketten çıkılmış da âcil ihtiyaç olarak
yiyecek-içecek tedârik eder gibi herkesin yardım kolileri taşıyarak zekât
vermeye kalkması doğru değildir.
Yardım yaparken, yardım
edilen âilelerin nüfûsu da göz-önüne alınmalıdır. 3 kişilik bir âileye
verilenle 5-6 kişilik bir âileye verilen yardım aynı ölçüde olmamalıdır.
“Yardım Paketi” olarak hazırlanan paketler, -sanki âile sayıları herkeste aynıymış
gibi- standart olarak hazırlanmaktadır. Bu da, yapılan şeyin şekilcilikten
ibâret olduğunu göstermektedir.
Zekât “para”dan olur. Yardım
kolileri, market ürünleri üretenlerin ve marketlerin ortaklaşa oluşturdukları kapitâlist
bir projedir. Böylece marketler; “yeme-içmenin, dolayısı ile de alış-verişin
azalacağı Ramazan Ayı”nda düşen gelirlerini bu şekilde önleyip tamamlamak ve
hattâ kazançlarını katlayarak arttırma yoluna gitmek isterler. Bu yöntem,
yardım-kolileriyle zekâtını vermek isteyenlerin de işine gelmektedir. Zîrâ
yardım-kolisi, insanlara “çok” ve “fazla” görünmektedir ve “bir sürü şey verildiği”
zannı oluşturmaktadır. Hâlbuki verilen kolilerin toplam fiyatı 50-60 lirayı
geçmemektedir. Oysa zekât olarak 50 TL vermek olmaz. Çünkü 50 TL’den zekât olmaz.
Bu nedenle zekât en azından, sahabenin “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı”
dediği “1/40 oranında nakit para olarak” verilmelidir ki isâbetli olsun ve işe
yarasın. Evet; infâk her-şeyden, zekât ise ancak paradan olur. Bu nedenle zekât
ile infâkı ayırmak önemlidir.
Namazın
sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti olmalıdır. Tüm ibâdetlerin sünneti
olmalıdır. O hâlde mü’min için malının 1/40’ını vermek yetmez ve
infâkını-sadakasını da yapmalıdır. Hattâ takvâya göre infâkın oranı,
“ihtiyaçtan artan”dır:
“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki:
ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki
düşünürsünüz” (Bakara 219).
Zekât için “vergidir”
deniliyor. Zekât vergidir ama bu vergi “Allah vergisi”dir ve “devletin kendi
işlerine kullanması için verilecek bir vergi” değildir. Allah vergisi, “insandan
devlete” değil, “insandan-insana” verilir. Zenginden fakire verilen bir
vergidir zekât. Tabi devlet bir kurum oluşturarak bu vergiye profesyonel bir
aracılık yapabilir ve zâten yapmalıdır da. Fakat zekât, devletin bâzı işleri ve
düzenlemeleri amacıyla kullanılması için devlete verilen bir vergi değildir. Fakat
devlet bunu, ihtiyaç sâhiplerine dağıtmak için kullanacaksa, yâni zekât, “zekât
kurumu” tarafından zekât verilecek olanlara ulaştırılıyorsa ve başka bir amaçla
kullanılmıyorsa, işte o zaman zekât devlete verilebilir ve verilmesi daha uygun
olur. Bu devlet tabî ki de İslâm Devleti olmalıdır. Şu da var ki, eğer zekât
bir vergiyse, o hâlde İslâm Devleti kurulmadıkça dînî bir vecîbe olan zekât
verilemez.
En asgarisi
%2,5’e tekâbül eden zekâtı tüm herkes İslâm Devleti’ne vermek zorundadır. Gerçi
sahabeler bu zekât miktârına “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı” derler ve
bu oranla yetinmeyip ellerinden gelen ne varsa ilâve ederek verirlerdi. Çünkü namazın sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti
olmalıdır ki bu, “zekâtın şükrü”dür.
İnfâk gece-gündüz ve
açık-gizli olarak vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah böylece
infâk edenleri korkularından arındırır:
“Onlar ki, mallarını gece-gündüz; gizli ve açık infâk
ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve
onlar mahzûn olmayacaklardır”
(Bakara 274).
İnfâk “Allah
yolunda” olmalıdır ve bu infâk, insanı özellikle âhiret azâbından olmak üzere
kişisel ve toplumsal ifsâdlardan korur:
“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi
kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik
edenleri sever” (Bakara
195).
Kur’ân’da infâkın
kime yapılacağı da belirtilmiştir:
“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar.
De ki: Hayır olarak infâk edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu
şüphesiz bilir” (Bakara
215).
“(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda
adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden
dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın.
Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infâk ederseniz,
şüphesiz Allah onu bilir”
(Bakara 273).
İnfâkın ne kadar
olacağı da söylenir ve müslümanların en çok tartıştığı konulardan biri de
budur. Oysa âyet, tartışmaya açılmaya gerek olmayacak kadar açıktır:
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda
hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları
yararlarından daha büyüktür’. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan
artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
İnfâkın Allah
tarafından kabûl olması için, infâk yapıldıktan sonra infâk edilen kişinin başına
kakılmaması gerekir. Ancak buna dikkat edildiğinde infâk kabûl edilecek ve
karşılığı Allah tarafından verilecek, aksi-hâlde yapılan iyilik geçersiz olacak
ve boşa gidecektir:
“Mallarını Allah yolunda infâk edenler,
sonra infâk ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin
ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn olmayacaklardır” (Bakara 262).
“Ey îman edenler!, Allah’a ve âhiret
gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infâk eden gibi
minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu,
üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur
düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç-bir şeye güç
yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez” (Bakara 264). İnfâktan sonra başa kakmak
ne kadar çirkin bir davranıştır.
İnfâk, kişinin
en sevdiği ve en iyi mallardan yapılmalıdır. Gözden çıkarıp da “birisi çıksa,
şunu versem de kurtulsam” anlayışı infâk değildir:
“Ey îman edenler!, kazandıklarınızın iyi olanından ve
sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendinizin göz yummadan
alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah,
hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, övülmeye lâyık olandır” (Bakara 267).
“Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye
kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu
bilir” (Âl-i İmran 92).
İnfâk, varlıklı
olmaktan ziyâde, gönül işidir. Gönlü olmayanlar çok varlıklı olsalar da
“küçücük bir yardım=mâûn” bile veremezler. “Var ki veriyor” sözü herkes için
geçerli değildir. İnfâk, sâdece bollukta yapılacak olan bir şey değildir. İnfâk
zekât gibi değildir, bollukta da darlıkta da olur. Bollukta yapılacağı gibi,
darlıkta da yapılır. Böyle mü’minler de vardır ve Allah bu mü’minleri Kur’ân’da
şu şekilde tanıtır:
“Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk
edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)
geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever” (Âl-i İmran 134).
Müslümanlar
infâk etmedikçe, Dünyâ’yı Allah’ın istediği şekle sokamayacakları gibi, zulüm
ve adâletsizlik de ortadan kalkmayacaktır. Zîrâ inkâr edenler kendi bâtıl
sistemlerini ayakta tutmak ve hâkim kılmak için çalışıp durmakta ve bu yolda
mallarından harcama yapmaktadırlar:
“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları)
Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de
harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır.
İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır” (Enfâl 36).
Görüldüğü gibi kâfirler “Allah yolundan
alıkoymak için” infâk ediyorlar, buna karşı müslümanlar Allah için nasıl olur
da infâk etmezler?..
İnkârcıların ve
münâfıkların infâkları kabûl olmaz. Çünkü gösteriş içindedirler ve samîmi
değildirler. İslâm’da samîmi bir şekilde yapılmayan işlerin karşılığı yoktur.
Zîrâ samîmice yapılmayan şeyler Allah tarafından kabûl edilmez:
“İnfâk
ettiklerinin kendilerinden kabûlünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini
tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infâk
etmeleridir” (Tevbe 54).
Tabi infâk
edecek hiç-bir şeyleri olmayanlar sorumlu değildirler. Allah böyle kişilerin,
Allah’a ve Resûlüne içtenlikle bağlı olmalarını ve hayra çağırmalarını ister:
“Allah’a ve elçisine karşı ‘içten bağlı
kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infâk
etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik
edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 91).
Allah Kur’ân’ da
mü’minlerin özelliklerinden bahsederken infâk edenleri de sayar ve şöyle der:
“Ve onlar, Rablerinin yüzünü
(hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine
rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk ederler ve kötülüğü iyilikle
savarlar. İşte onlar, bu yurdun (Dünyâ’nın güzel) sonucu (âhiret mutluluğu)
onlar içindir” (Ra’d 22).
İnfâk, gizli
yapılabileceği gibi açıkça da yapılabilir. İnfâkın ertelenmesi tehlikelidir.
Zîrâ “hesap günü”nün ne zaman geleceği belli değildir:
“Îman etmiş kullarıma söyle: Alış-verişin
ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, dosdoğru namazı kılsınlar ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk etsinler” (İbrâhim 31).
İnsan imtihanın
bir gereği olarak cimri bir yaratılışa sâhiptir. Fakat fıtratı ve vicdânı daha
baskındır ve bu nedenle de fıtratını ve vicdânını aksi istikâmette baskılamamış
olanlar için infâk etmek zor olmaz. Fakat nefsinin güdümüne girmiş olan insan
Dünyâ’lara sâhip olsa da, cimriliğinden dolayı infâk etmekten çekinir:
“De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet
hazînelerine mâlik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten
(cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsan pek cimridir” (İsrâ 100).
Takvâ sâhibi
olmanın yolu da infâk etmekten geçer:
“Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa (vetteka)” (Leyl 5).
Tabi cimrilik
yapmayacağım diye, ellerinde ne var ne yoksa tümden dağıtıp infâk etmek de
doğru değildir:
“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf
ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).
İnfâk, aslında “kendine
infâk etmek”tir. Vermek “kendine vermek”tir. İnfak kâlpte başlar, niyette devâm
eder, “el”de sonlanır.
İnfâk olmayınca
isrâf başlar. İnfâk, nifâkın ve isrâfın
panzehiridir. İnfâk edenler ne nifâk çıkarırlar ne de isrâf ederler.
İnfâkın hesâbını
yapmak ayıptır. Bu nedenle de mü’minler için 1/40 vermek “ayıp” olur.
İslâm’da
harcamak, “Allah yolunda harcamak” iken (infâk), modernizmde harcamak, “isrâf
yolunda tüketmek”tir.
Mü’minlerin
önderleri olan peygamberlerin başlıca özellikleri içinde zekât da vardır. Tıpkı
namaz ve oruç gibi zekât da tüm insanlara emredilmiştir ve peygamberler de bunu
dile getirmişler ve insanlara örnek olmuşlardır:
“Ve onları, kendi emrimizle hidâyete
yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekât
vermeyi vahyettik. Onlar bize ibâdet edenlerdi” (Enbiyâ 73).
Müşriklerle olan
savaş, müşrikler ancak namazı kılıp zekâtı verirlerse sonlandırılır. Allah
onları ancak o zaman bağışlayacağını söyler:
“Haram aylar (süre tanınmış dört ay)
sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları
tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe
edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah,
bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 5).
“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa
ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir
topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).
Görünürde
müslüman olmalarına rağmen, inkârları ve münâfık oldukları yaptıklarından
açıkça belli olan, İslâm’a aykırı davranan, İslâm’ın gereği olan namazdan,
zekâttan-infâktan uzak olan ve müslümanlardan yüz çevirip de İslâm
düşmanlarıyla iş tutanların mescidleri onarmaları ve îmar etmeleri yasaktır:
“Allah’ın mescidlerini, yalnızca Allah’a
ve âhiret gününe îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan
başkasından korkmayanlar onarabilir. İşte, hidâyete erenlerden oldukları
umulanlar bunlardır” (Tevbe
18). Âyetin de söylediği gibi, Allah’ın mescidlerini îmar edecek olanların
başlıca özelliği, namaz ve zekâttır.
Ticâret ve alış-veriş
işinde bir hırs ve hevâ-heves vardır. Bu durum insanları ticârete ve
alış-verişe kilitler ve bu-arada namaz ve zekâttan uzaklaştırabilir. Fakat
mü’minler bundan istisnâdır:
“(Öyle) Adamlar ki, ne ticâret, ne
alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı
vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kâlplerin ve gözlerin inkılâba
uğrayacağı (dehşetten allak-bullak olacağı) günden korkarlar” (Nûr 37). Örnek gösterilen kişiler, ticâretin
namaz ve zekâttan alıkoymadığı kişilerdir.
Zekât, âhiret
bilinci ve îmânı olanlar için sorun teşkil etmez. Fakat âhiret bilinci ve
inancına sâhip olmayanlar için zekât vermek ve infâk etmek çok zordur. Zekât ve
infâk böyle kişilere çok ağır gelir. Zîrâ onlar âhirete de gerçekten inananlar
değillerdir:
“Ki onlar, zekâtı vermeyenler ve âhireti
inkâr edenlerdir” (Fussilet
7).
Modern dünyâ zekât
ve infâktan kopunca kitleler hâlinde açlıktan ve susuzluktan ölen insanlar
görülür ki, modern zamanlarda bu durum zirve yapmıştır. İnsanları hem sömürüp
hem de onlara yardım yapmayarak açlıktan-susuzluktan ölmelerine sebep olmak
ağır bir şerefsizliktir.
Modernizm bir “infâksızlık
uygarlığı”dır. Bu nedenle namaz kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca
zekât vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü
giyinmek, fâize bulaşmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş yapmamak, seküler
siyâseti eleştirmek, yâni Kur’ân ve Sünnet merkezli bir hayat yaşamak… İşte
bunları yapmak,
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist-konformist-modern dünyâya
karşı yapılan bir isyândır.
Kaybettiği malı için;
“sadakam olsun” demek sadaka olmaz. Sadaka ve infâk, bilinçli bir şekilde ve
gönüllülükle verilen şeyde olur.
Aşırı mal, aşırı mal-sevgisi
doğurur. Aşırı mal-sevgisi kâlbi karartır ve zamanla köreltir. Böylece kişi artık
her-şeyi “mal-mülk” ile değerlendirmeye başlar. Bundan kurtulmanın tek çâresi
infâktır, zekât ve sadakadır.
Unutulmasın
ki yapılan her infâk eksiktir. İleride bunun pişmanlığı yaşanacaktır:
“Sizden birinize ölüm gelip de: Rabbim, beni yakın
bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve
sâlihlerden olsam demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin” (Münâfikun 10).
“..Altını
ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı
bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
“Malınızı-mülkünüzü zekât
ve infâk ile harcayıp bitirin” demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder.
Fakat bu, ille de 1/40’a denk gelmez. Sahabenin de dediği gibi bu oran, zekât-ı
bâhil=cimrinin zekâtıdır:
“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de
açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).
Mustafa
İslamoğlu, zekât ve infâk hakkında şunları söyler:
“Zekât, infâktan bir
bölümdür. Allah’tan başka hiç kimseden karşılık beklemeden yapılan şeye infâk
denir. İnfâkla nifâkın aynı kökten olmasının nedeni, yeterince infâk yapmayınca
nifâk doğacağından dolayıdır. Servetin tek elde toplanmasıyla nifâk doğar. Bunu
yapana da münâfık denir. İnsanların ilk sınavı infâkla olmuştur, bu infâk
sonucu kaybeden Kâbil nifâk çıkarmıştır. İnfâk etmeyenler nifâk çıkarırlar.
Mü’mini münâfıktan infâk ayırır. İnfâk ahlâkı yoksa vermek ezmektir. Bir
şeylerin artması için bir şeylerden arınmak gerekir. Bu: ‘zekka=zekât’
kelimesiyle ifâde edilir. Sahabeler zekât verdiklerini; “cennetimizi sırtında taşıyan
insanlar” diye târif ederlerdi. Yâni biz onları değil, onlar bizi sırtında
taşıyor. Zekât, ‘çubuğu budamak’ gibidir. Budayınca çubuk hacimce küçülür ama,
iyi meyve verir”.
İnfâk, berekettir. İnfâk
edenler karşılığını hem Dünyâ’da hem âhirette alırlar:
“Mallarını Allah yolunda
infâk edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tâne bulunan
bir-tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat arttırır. Allah
(ihsânı) bol olandır, bilendir” (Bakara
261).
İnfâk ile
tüketmeyenler, isrâf ile tüketirler ve tükenirler. Zîrâ “infâk” etmeyince
mecbûren “isrâf” edenler mutlakâ “nifâk” çıkarırlar. Sonuçta o nifâk onları da
kuşatır. Üstelik âhirette de derin pişmanlıklar içinde kalırlar.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder